Bu Blogda Ara

Arşiv

akademi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akademi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Akademik Geçiş-gen-etik

akademik geçiş





Almanlar tek atomlu transistör yapmış. Bu bilginin pratikte ne anlama geldiği, günlük hayatımızı ne kadar kolaylaştırabileceği konusunda net bir bilgi yok. Geliştiren kişi/kişilere sormak istediğim sorular şunlar: Hadi bir tanesini yaptın, milyarlarcasını birbirine bağladığında nasıl çalışacak? Şimdiki kullandığımız bilgisayar ve telefonları çöpe mi atacağız, ya da ne zaman atacağız? Karlsruher Institut für Technlogie üniversitesi araştırmacılarının geliştirdiği bu şey, silikon transistörlere göre oldukça küçük hacimlere sahip (bir atom üun  hacmi ne kadarsa o kadar) ve yaklaşık olarak on bin kat enerji tasarrufu sağladığı iddia ediliyor. Muhtemelen ileride buna başka bir şey diyecekmişiz gibime geliyor, mantık olarak transistörlerin yaptığı işi üstleniyor olsa da atomik boyutlar klasik fizik kurallarının farklı çalışmaya başladığı bir alem. Bahsedilen çalışmada gümüş atomu kullanıldığı belirtiliyor. Atoma kadar inmişken hızını alamayan insanlık, bir sonraki aşamada atom altı parçaları da kullanmayı deneyecek herhalde.

Trabia: Transistör Rabiası

Her bir ilinde en az bir üniversite bulunan ülkemizin (sadece İstanbul’da 9’u devlet, 40’ı özel üniversite olmak üzere toplam 49 adet var!) bu tarz çalışmalarla gündeme gelemiyor olması üzücü. Hatta böyle çalışmaların, 3. Havalimanımızı kıskandığı devlet yöneticilerimizin ifadesi ile tescilli olan Almanlar tarafından yapılması daha bir sinir bozucu, nazire yapar gibi, tövbe estağfurullah… Bir şey diyeyim mi, bu çalışmalara 2004 yılında başlamış olsalar da Rabia modelinden ilham almış olabilirler. Transistör rabiası Trabia:Tek atom, tek transistör, tek sinyal, tek elektrik (Malum, eskiden elektrik kurumumuzun adı TEK’ti) Tabii onlar “Vierabia” diyorlardır muhtemelen, “ayn”en bizim gibi; ein atom, ein transistor, ein signal, ein electric…

Gündemdeki Bilim Dalı: Torpil Skandalı

Yerli ve milli akademisyenlerizin içinde o kadar liyakat sahibi ve başarılı olanlar var ki, bu başarıları kendileri ile sınırlı kalmayıp akrabalarına da sirayet ediyor. Bir üniversitemizde açılan yeni kadroları doldurmak için yapılan sınavları, orada çalışmakta olan akademisyenlerin çocuk ve eşleri kazanmış. Hangi üniversite olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de internetten araştırabilir. Onu da yapamayacaklar için söyleyeyim; Sivas Cumhuriyet Üniversitesi. Bu tarz olaylar sadece bu üniversitede olmuyor tabii… Sıradaki cümlemiz, “Üniversitelerimiz, herhangi bir bilim dalı ile gündeme gelemeyecek mi?” diyenler için geliyor; neredeyse her ay bir başka üniversitemizin adı geçiyor “torpil skan”dalında… Düşünsenize, başarı grafiğini devam ettirebilirlerse, bir sonraki akademisyen kuşağı gene aynı soyadına sahip insanlardan  oluşabilir. Genetik bilimi açısından muazzam bir gelişme. Sloganları şöyle olabilir: “Gene gel, etiği boş ver” Geçiş-gen özellikli akademik yapımızdan feyiz alarak gelişen öğrencilerimiz, tek atomlu transistör meselesi ile ilgili olarak şunu merak ediyor olabilir: telefonlarımızı her gün şarj etmekten kurtulacak mıyız, tablette oynadığımız oyunlar hızlanacak mı, sosyal medya hesaplarımızda daha yüksek çözünürlüklü video ve resimler paylaşabilecek miyiz…

Off Yaparlar…

Of kaymakamı ile Japon imparatorunun makam odalarını karşılaştıran bir resim bugünlerde sosyal medyada paylaşılıyor. Eğitim ve teknoloji gibi makamların da bizim ülkemizde bir amaç olarak görüldüğünü resimler arasındaki ihtişam farkından anlamak mümkün. Hele de makamın elde edilmesinde liyakat gözetilmemişse, makam bir güç aracı olarak kullanılır. Örnek olarak her ay maaşının yedi katı kadar gayrımenkul taksidi ödemesi yapan bir kişinin bir belediyede imar işlerinden sorumlu başkan yardımcısı olması verilebilir. Tabii ki bu kişiye verilen büyük cezanın görevden alma olduğunu söylersem hangi partiden olduğunu hemen bileceksiniz. Onlardaki en büyük ceza bu, adamı “off” yaparlar işte…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/akademik-gecis-gen-etik_471289

Parlak Beyin Göçü


Beyin göçü
Bugünlerde parlak beyinlerin ülkemizden terk-i diyar etmeleri konusu konuşuluyor.
Vakıa, ülkemiz başta olmak üzere İslâm âlemi bu dertten muzdarip. Bunun pek çok sebebi var. Parlak beyinler münbit bir arazi arayışındalar ve nerede onu bulurlarsa orada filizleniyorlar. Kanaatimce, bilimsel ve ekonomik özgürlüğün üst seviyede yaşandığı, liyakatin belirleyici olduğu ve insana öncelik verilen yerleri tercih edip orada boy veriyorlar.

Bizde üniversite yıllarında başarılı olan kişiler öncelikle ekonomik getirisi çok daha fazla olan piyasada çalışmayı tercih ediyor. İnsanları akademik çalışmalara iten en öncelikli sebep, bedenli askerlik vazifesini olabildiğince erteleyip, bir şekilde “bedelli” çıkmasını beklemek oluyor. Tezsiz yüksek lisans programları patlama yapmış durumda ve üniversiteler bunun ekonomik avantajını kullanma konusunda yarışıyor maalesef. Çalışma hayatına devam ederken arada master ve doktora çalışmasını lâf olsun diye yapan insanlar, bilimsel bir katkı sunabilir mi? Tez konularına bakın meselâ, çoğu daha baştan başarısız olmak üzere kurgulanmış oluyor. Örnek vermek gerekirse, “Her akşam güneşin batması ile burnumuzun kaşınması arasında bir korelasyon var mıdır?” gibi ispatlanmayacağı belli olan önermeleri konu ediniyor ve çalışmanın sonunda ilgi bulunmadığı ortaya konmuş oluyor.

Hayatını akademik ve bilimsel çalışmalara adamak da çok kolay değil. Öncelikle düşük maaş ve çalışma için ödeneklerin çok az olması veya hiç olmaması en önemli faktör. Bugün üniversitelerimizde sadece öğretim üyeliği geliriyle yaşamak zor olduğundan çoğu akademisyen, piyasadaki firmalara danışmanlık hizmeti vermek durumunda kalıyor. Diyelim, parlak beyinli bir gencimiz bunu göze aldı ve ne olursa olsun kendini ilmî çalışmalara vakfetmek istedi. Rektörlerin parti il başkanlarıyla partizanlıkta yarıştığı ortamda “birilerinin adamı” olmadan bunu yapabilir mi?
2008 yılında yapılan bir değişiklikle üniversitelere istedikleri kişiyi nokta atışı tarif ederek seçme imkânı tanınmıştır. Yani üniversite yönetimleri, çok özel niteliklere sahip olunması gereken kadrolarda bu özel nitelikleri ek şart olarak öne sürebiliyor. Böyle “efradını cami ve ağyarını mani” ilânlar ile fikren kendilerine yakın kişileri tarif edebiliyorlar.

Gazete haberlerine konu olmuş iki örnek verelim, ilki Düzce Üniversitesi’nden geliyor; 31.12.2015 tarihinde verdiği ilânda üniversite, tıbbî biyokimya alanında açılacak kadro için kök hücre çalışmaları yapmış olmak ve veteriner hekim olmak şartlarını eklemiş. Konuyu haberleştiren kişiler, Nobel ödüllü Aziz Sancar’ın bu kadroya başvurmasının bile mümkün olmadığına dikkat çektiler. İkincisi Aksaray Üniversitesi’nden. Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda “Fatma Karabıyık Barbarosoğlu üzerine çalışmış olmak” kriterini de eklemiş. Saydıkları kriterlerin toplamına bütün Türkiye’de uyan sadece bir kişinin olduğunu söylemeye gerek var mı?
686 numaralı KHK ile muhalif duruşlarıyla bilinen tam 330 akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Öncesinde ve sonrasında kaç kişi daha atıldı, toplam sayı ne oldu bilmiyorum. Henüz atılamamış olanlar da kanlarının oluk oluk akıtılması ve bu kanlarla duş alınacağı fantazisinin tehdidi ile karşı karşıya.

Efendim, yerli ve millî parlak beyinlerimizi elimizle kapı dışarı ederken mülteci olarak bize gelmiş kişilerin değerini bilip kullansak ayıp olurdu. 13 Aralık 2015 tarihli Milliyet Gazetesi haberine göre, Suriye’den iltica etmiş olan ve Türkiye’de geçinme imkânı bulamayan akademisyene ABD sahip çıktı. Kendi ifadesi şöyle: “2 yıldır İstanbul’dayım, şu evin kirasını bile ödeyemiyorum. Hayatım, saygınlığım yok oldu. Doktoram var, ama çalışmama izin verilmiyor. İstanbul’da bir üniversitede benim yazdığım kitap okutuluyor, ama orada ders veremiyorum. Geçinebilmek için tasarımlar yapıp Türklere veriyorum. Onlar da kendi isimleriyle kullanıyorlar. 270 konutluk bir projenin çizimlerini yaptım. Ama bir Türk mimarın kazanacağının yüzde 1’ini bile alamadım. Mide kanseri oldum. Sigortam olmadığı için tedavi göremiyorum. ABD’deki arkadaşlarım basit bir ameliyatla kurtulabileceğimi söyleyince iltica başvurusunda bulundum ve kabul edildim.”

Bu şartlar altında hâlâ “parlak beyin göçü neden oluyor?” diye hayıflanmak timsah gözyaşı dökmek anlamına gelmiyor mu?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/parlak-beyin-gocu_442754

Tez-ek

Tez-ek
Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de 2007-2016 yılları arasında yazılmış olan yüksek lisans ve doktora tezlerinin % 34’ünde intihal tesbit edilmiş.
Yani her üç tezden birinde referans gösterilmeden başka kaynaklardaki bilgiler kullanılarak bilgi hırsızlığı yapılmış.

İstibdat rejimlerine özgü olan, liyakat ölçüsü yerine siyaseten yakınlık veya akrabalık bağları gözetilerek kadrolaşmanın akademik hayattaki tezahürü bu olsa gerek. Son dönemlerde neredeyse her alanda bu neviden uygulamalar görünüyor. Hatırlarsanız, yakın zamanda Denizli Pamukkale Üniversitesi rektörü, eşi de dahil olmak üzere pek çok yakınını yönettiği üniversitenin kadrolarına yerleştirmiş, “eşim olduğu için değil, yetkin olduğu için atadım” demişti. Kendisine twitter üzerinden şunu sormuştum: “Hocam, eşin yetkin olduğu için mi atadın yoksa atama yetkin olduğu için mi eşini atadın?”

Yapılan intihal araştırması 2016’ya kadarki çalışmaları kapsıyor. OHAL ile birlikte gelen KHK dalgalarıyla meslekten ihraç edilen, tutuklanan akademisyenlerin oluşturduğu boşluğu doldurmakta yapılacak “int-i OHAL” sayısını şimdiden kestirmek mümkün değil.

Bir intihal sebebi daha var, o da askerden yırtmak mı dersin. Bir ömre, “bedelli çıkacak” diye sığdırılmak istenen azamî akademik çalışma, ihtiyaçtan ve istekten kaynaklanmayınca kişileri böyle yöntemlere itiyor olabilir. Bilgisayar başında bir gün Musul’a bir gün Şam’a giren bazı bordo klâvyelilerin askerden kaçmak için (yüksek lisans programlarının) tezsizlerini kapattıklarını biliyoruz. Askerden kaçmak maksatlı yapılan akademik çalışmada özgün ve yenilikçi tezler beklemek abes olur.

Akademik tez üretemiyoruz, ama adalet yürüyüşlerine tezek döküyoruz. Hatemi İbrahim Bey’den ilhamla “Erişir menzil-i maksuduna aheste de olsa yürüyen, tezek-reftar olanın payine damen dolaşır” diyelim biz de. Aslında “paylerine damen” dolaştığı için belki de “tezek-reftar” oldular. Tezek işi kendilerini sıkıntıya sokacak olursa hemen bunu yapanları satışa getirip “Dışkıvvetlerin parmağı var mı bu tezek işinde, araştırılması lâzım” diyebilirler.

Fatih Belediyesi’nin kendi sayfasında şu cümlelerle duyurduğu şu habere ne demeli? “Girişimci Dr. Arif Okudum’un Fatih Belediyesi Yenilikçi Projeleri Geliştirme Merkezi’ne yaptığı başvuruyla hayata geçirilen Disksiz Bilgisayar Sistemleri Projesi (DİSKNET) ile tek bir server üzerinden yüzlerce bilgisayar yönetilebilecek. TÜBİTAK Marmara Teknokent Enstitüsü ile yürürlüğe giren milyon dolarlık proje kapsamında Millî Eğitim, Sağlık Bakanlığı disksiz bilgisayarlarla donatılacak.” Haberin “bir intihal daha var” dedirten kısmı, akademisyen olan proje sahibinin, bir bilgisayar oyunundaki simülasyonları “teröristlere karşı yapılan operasyonun görüntüleri” olarak lanse eden bir haber kanalında bunu “kendi icadı” olarak sunmasıdır. Halbuki bu şekilde çalışan sistemler 1980’li yıllardan beri bilinmekte ve kullanılmaktadır.

Tübitak desteğini nasıl almış olabileceğini düşünürken aklıma şöyle bir konuşma geldi:

– Sayın Tübitak, bir client bilgisayar projemiz vardı bizim, destek verebilir misiniz? Fatih Belediyesi Başkanımızın da selâmı var bu arada…
+Tamam, bakalım. Ama “namaz kılaynt” bilgisayar olarak geliştirin bunu.
-İnşallah efendim, zaten bunlar dünyanın online “updates” alan ilk bilgisayarı olacak. Hafıza olarak RAM değil, “RAM-azan” kullanılıyor, o da bizim icadımız. Ethernet kartları yerine de “mehternet” kartını geliştirdik. Sisteme bağlantı gerçekleşir gerçekleşmez, veriyor mehteri.
+Nasıl çalışıyo sistem?
– Şöyle efendim, bir adet server-i ser bir bilgisayarımız var. Aslında onu da millîleştirdik, yeni dönem başkanlık sistemimizle uyumlu olarak artık yerli ürünlerimize “bilgisaray” diyoruz. Dünya lideri ülke olarak bize de bu yakışır. Almanların bunu da kıskanacağını biliyoruz. Cemaatle kılınan bir namaz gibi düşünün; bir imam var, onun arkasında cemaat. İmam Fatiha okuduğu için cemaatin okumasına gerek kalmıyor. Cemaat sadece “amin” diyor. Kılaynt bilgisaraylarımız da mehternet kartları sayesinde bağlandıkları server-i ser bilgisarayına tabi oluyorlar.
+Maşallah kardeş, maşallah…
Ne dersiniz, “Papaz eriğini imam eriğine çevirme projesi”ne destek veren bir kurum için çok mu hayali bir konuşma oldu acaba?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tez-ek_436909

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: