Bu Blogda Ara

Arşiv

pazarola etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pazarola etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Terciih, Allahuekber!

YKS’ye girmiş olanların, üniversite tercihleri üzerinde kafa yorduğu şu günlerde gençler için çok iç açıcı olmayan bir haber gördüm, özeti şöyle: 2018 yılından başlayıp 2020 başlarına kadar gelen 21 aylık bir süre zarfında yüksek öğrenim görmekte olan gençlerin 1.2 milyonu okulunu terk etti.
Okul terkleri farklı sebeplere dayansa da en önemlisi ekonomik sebepler. Kolay değil, en az dört sene muhtemelen başka bir şehirde ikamet ederek okumaktan bahsediyoruz. Kirası-faturaları, yemesi-içmesi, kitabı-defteri gibi en zarurî kalemlerin (ha, bir de kalem kalemi var değil mi?) yekûnu düşünüldüğünde ortalama bir gelir seviyesindeki bir aile için bile katlanılabilmesi zor, ciddî meblâğlarda bir masraf anlamına geliyor. Keyfe keder masraflar veya özel üniversitesi harç ücreti bu hesapların içinde bile değil. Hele, lisede okurken ve liseden sonra üniversite kazanıncaya kadar ödenen dersane-kurs ücreti hiç dahil değil.

Neredeyse ilkokuldan başlayan üniversiteye hazırlık süreci içinde gençler hayatlarını ipotek ediyorlar. Sosyal hayatları sekteye uğruyor, ilgi ve yeteneklerini keşfedip oraya yönelemiyorlar. Bir spor dalıyla uğraşma, bir enstrüman kullanmayı öğrenme, bir hobi ile ilgilenme gibi erken yaşlarda yapılırsa anlamlı olabilecek faaliyetlerde bulunma imkânı olmuyor çoğu kişinin.

Peki, mezunlara sağladığı iş imkânları, öğrencilere kazandırdığı beceriler, eğitim-bilgi donanımı gibi yüksek tahsilden beklenen getirilere bakıldığında, maddî ve manevî pek çok bedeli yıllar boyu ödeyen gençler ve ailelerinin tatmin olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Üniversitelere bakıyoruz, son yıllarda mantar gibi sayıları arttı maşallah... Açılan her bir üniversite bir kampus anlamına geliyor, kampus de imara açılacak genişçe alanlar... Dev bina inşaatları ve özellikle ihaleleri, hükümetimizin en sevdiği şeylerden. Tabiî, bünyesinde barındırdığı akademik ve idarî kadroları ile pek çok yandaş istihdamı için elverişli bir şey üniversite. Akademik yayınları yerine attıkları tweetlere bakarak istihdam yapılırsa akademik başarının ne kadar yükseleceğini varın siz hesaplayın. Arsası-imarı, kadrosu-mimarıyla bu kadar kazandıran üniversitelerde okuyan gençler, kazandıklarına çok sevinirlerken öğrenim süresi boyunca da işsizlerden sayılmıyorlar, daha ne olsun... Gel de, milyon tane açma!

MÜLÂKATTA ÇAKIYORLAR!

Üniversite mezunu olmak, artık çok daha fazla kişinin ortak olarak paylaştığı bir özellik olunca, özel şirketler, işe alacakları kişilerde belli üniversitelerden mezun olma veya diplomanın yanında bazı özel sertifikalara sahip olma şartı arıyorlar. Devlet memurluğu desen, kimin atanacağı belli. Onlardan değilsen, yazılı sınavdan 95 de alsan, mülâkatta çakıyorlar 60’ı, eleniyorsun. İtiraz hakkın da yok.

Ne kadar çalışırsa çalışsın, boşta kalmamak için yazmış olduğu üniversitenin kendisine, beklediği katkıyı sunamayacağını, okulu bitirdikten sonra diplomalı işsizler ordusuna katılacağını anlayan gençler maalesef gelecekleri ile ilgili ümitlerini kaybediyor. Diploma sahibi olup vasıfsız kimselerin çalıştığı işlerde çalışmak istemiyorlar. Aslına bakarsanız, işyeri sahipleri de diplomalı kişileri vasıfsızlık gerektiren işlerde çalıştırmak istemez, çünkü o işi kerhen yapacaklarını bilir. İlk fırsatını buldukları anda da işi terk edeceklerinin farkında olur. Kibarca “biz altın arıyoruz, ama siz elmassınız, bize fazla gelirsiniz” diyerek başvuruları reddeden patronlar var. Para, emek ve gençliklerini harcayıp, bunları yapmayan kişilerin bile kendilerinden daha avantajlı durumda olabileceklerini gören gençlerin bir kısmı, maalesef bundan kaçınmak için öğrenimlerini yarıda bırakıp kaçıyorlar.

DEMEDİ DEMEYİN

Öte yanda, parti mensubiyetleri veya parti yöneticilerine yakınlıkları sebebiyle en kârlı ihaleleri alanlar, büyük büyük kamu kurumlarının büsbüyük makamlarına getirilenler, yağlı ballı maaşlardan ikişer üçer tane alanlar, lüks araba ve evleriyle sosyal medyada arz-ı endam edenler, on günlük bebeklerine kına partisi düzenleyen, şatafatlı kutlamalarını milletin gözüne sokan mesture hanımlar, sığır eti yerken peçete yerine ağzını kâğıt para ile silen görgüsüzler, jakuzisinden verdiği görüntüde fakirlere “ulan, pis fakirler” diye seslenen gençlik kolu başkanları...

Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün, İstanbul’un fethini müjdeleyen hadis metnine benzeyen ve siyasî bir figüre işaret eden bir pankart göze çarpmıştı. İster misiniz, jakuzisinde keyif yapan adama da Abdulkadir-i Geylani’nin (ks) meşhur kıssasını uyarlasınlar? Şöyle bir şey olur her halde: Jakuzisinde uzanan Jakûzî hazretlerinin yanına giden gençler sorarlar: “Biz diplomalarımızla işsizlikten kırılıyoruz, sen burada keyif çatıyorsun...” Jakûzî hazretleri jakuziye seslenerek “kombi iznillah” der ve hemen oracıkta o lüks jakuzi basit bir kombiye dönüşür... Peygamberimizin (asm)hadisini istismardan korkmayanlar, evliyanın menkıbesini gözünü kırpmadan çevirir, inanacak kişiler çıkarsa hemen dolaşıma sokar, demedi demeyin...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/terciih-allahuekber_525823

Ekonomiye "Ranttan" Yayınla Devam Ediyoruz....

Ekonomiye ranttan yayın
Bir zamanlar, istenen bir bilgiye herhangi bir zamanda erişmek bugünkü kadar kolay değildi.
Güncel havadis gazetelerden takip edilebiliyordu. Televizyondaki kanal sayısı da, haber bülteni sayısı da bugüne nazaran çok daha azdı.

Tabiî, canlı yayınlar da muhtemelen maliyetleri ve gerektirdiği ekipman-yetişmiş eleman sayısıyla alâkalı olarak çok daha azdı. O zamanlar canlı yayın denmiyordu, naklen yayın deniyordu. Naklen Arapça kökenli bir kelime olduğundan mıdır bilmem, özel kanalların ortaya çıkmasıyla yerini “canlı” tabirine bıraktı. Gerçi, Arapça yayın yapılan kanallarda canlı yayın için naklen kelimesi kullanılmaz. (Bir keresinde, Ramazan Ayı’nda, bir iftar sırasında televizyon izlerken bir arkadaşım, Arapça okuyabildiğini bize ispatlamak için “mübaşir kanalını açsanıza, Kâbe’yi gösteriyor” demişti. Mübaşir kelimesinin kanal ismi olmadığını ve canlı yayını ifade ettiğini öğrenince de bozuldu biraz.)

Seksenli yıllarda, devre arasında 15 dakika reklâm değil, “hafif müzik”yayını yapılırdı futbol maçları yayınlarının. O zamanlar pop müzik denmiyordu ve başında “şimdi Türkçe sözlü hafif müzik yayınımızla devam ediyoruz” ya da sonunda “yabancı sözlü hafif müzik yayınımızı dinlediniz” gibi bilgilendirici anonslar yapılıyordu. Evet, müzik, televizyondan da yayınlansa dinlenen bir şeydi. Futbol maçları televizyon ve radyodan ücretsiz bir şekilde yayınlanıyordu. Canlı verilmeyen maçların banttan yayınlandığı da oluyordu. Sonucunu bilmediğimiz bir maçı banttan izlerken bile heyecanlanabiliyorduk, ama “banttan” ifadesi maça bakışımızı değiştiriyordu. Banttan yayınlanan bir maçı izlerken sesli bir şekilde futbolculara televizyon başından direktif vermeye kalkamazdık meselâ.

ORHAN AYHAN...

Aynı anda televizyon ve radyodan canlı yayınlanan bir maçtaki yayınlar arasındaki senkron farkı bile bazıları için tahammül edilebilir değildi. Radyo yayını, televizyon yayınının bir kaç saniye önünden gidiyordu genellikle ve bu durum benim için anlaşılmazdı. Gökyüzünde çakan şimşeğin önce aydınlığı sonra sesi geldiğine göre görüntü sesten daha hızlı olmalıydı ve görüntülerin en azından o senelerde  ışık hızı ile iletilmediğini yıllar sonra öğrenecektim. Radyo spikerlerinin maç anlatımı daha heyecanlı oluyordu, süsü, abartısı eksik olmazdı. Görmüyoruz ya, adam ne dese inanacağız!  “..orta yuvarlağı sol iç boşluğunun beş metre kadar gerisindeki Orhan, ceza yayı ön çizgisinin sekiz metre kadar önündeki arkadaşına pası atabilse rakip kalede çok büyük bir tehlike oluşturabilecekti, ama kademede Ayhan...” şeklindeki anlatımıyla Orhan Ayhan, hayal dünyamızın sınırlarını zorlardı. Mesafeyi nasıl ölçtün, biz kafamızda nasıl canlandıralım, Ayhan kademeye girmişse gerçekleşmemiş bir pozisyonu neden bize anlatıyorsun gibi deli sorular gelirdi akla. Bir de kendine has hızlı, fakat anlaşılabilir konuşması yok muydu... Televizyonla radyoyu aynı anda açıp televizyonun sesini kısarak görüntüyü ekrandan, sesi radyodan takip etmişliğim vardır. Anlatımını daha çok beğendiğim radyo spikeri acaba bizi mi yiyordu?

Velhasıl, teknik imkânlar ve maliyetler ölçüsünde “naklen” ya da “banttan” yayın yapılırdı. Daha fazla nostalji isteyen, İbrahim Sadri’nin “Kuş Hatıraları” isimli şiirini dinleyebilir.

***

Yıllardan beri var olan ekonomik sıkıntılarımız her fırsatta başka ve daha pahalı borçlarla ötelenmeye çalışılsa da problemler birikerek bir balon gibi şişiyor. OHAL dönemi boyunca baskılanan iflâslar ve konkordatolar fırsatını bulduğu ilk anda peşpeşe gelmeye başladı, demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti, kuvvetler ayrılığı, denge-denetim mekanizmalarının işlemeyişi gibi temel sorunlar sebebiyle yabancı sermaye ülkemizden kaçıyor. Dış borçlarımız 500 milyar dolara yaklaştı. Üstüne, dünya ekonomi devlerine bile diz çöktüren virüs meselesi çıktı. Merkez Bankası net döviz rezervlerinin eksilere düştüğü yazılıp çiziliyor. Dolar yedi, euro sekiz liralara dayanmış, ölçülenle hissedilen enflasyon arasındaki makas gittikçe açılmış. İşsizlik had safhada. Virüs sebebiyle turizm gelirlerinde büyük daralma olacak. Her işimiz ithalata bağlı, katma değeri yüksek bir üretimimiz-ihracatımız yok.

Ne var peki, betona gömülen paralar var... Sahil kenarlarını betona bulama, orman alanlarına tarım arazilerine imar izni verme, Avrupa’nın, dünyanın, güneş sisteminin en devasa binalarını şehirlere dikme var. 250 bin dolarlık emlâk alımı yapan yabancılara bedava vatandaşlık veriyoruz. Katar’la aramızdaki ilişkiler hatırına kendilerine tarla olarak sattığımız arazilerin planını değiştiriyoruz, bir anda değeri 10 katına fırlıyor. Yemyeşil Karadeniz yaylalarını turizme kazandırma adı altında satıp satıp tahribine göz yumuyoruz.

Kısacası, ekonomi yönetiminde “aklen” yayını çoktan bitirdik, “ranttan” yayınla devam ediyoruz...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekonomiye-ranttan-yayinla-devam-ediyoruz_524937

“Hanımların Dikkatine: ÖVER-REİS makinesi ayağınıza geldi...”


Hanımların dikkatine

Eskiden toplum nezdinde itibarlı bir makam-mevkiye gelmek veya rahat bir hayat sürmeye yetip artacak kadar maaş alınabilecek bir işe girebilmek için sahip olunması gereken şeyler listesi değişti. Düzeltiyorum, güncellendi. Bilgi/eğitim, birikim, tecrübe gibi edinilmesi zor ve uzun vakitler alan kıstaslar artık geçer akçe değil. Ne geçiyor derseniz, kara gün ile dostluğu herkesçe malum olan ak akçe ve bir dil olarak da “AKçe” epey prim yapıyor. AKçe diliyle yazılmış bir referans (torpil diye de bilinir) mektubu olmadan, günümüzde bırakın itibarlı makam mevkileri, sıradan da olsa bir mevkiye gelmek veya zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar maaş alabilmek çok mümkün değil. Bu mektuplar genelde “selam ve dua ile” kalıbı ile biter. 

Vesayet Bitti

Eşini, çocuklarını, bütün ailesini ve akrabalarını, yönettiği üniversitenin kadrolarına yerleştiren rektörler sık sık haberlere konu oluyor. Ne yapsınlar kardeşim, daha layık insan bulamıyorlar ki... Rektörlük için profesörlük şartı da kaldırıldı, çok iyi oldu, temsilde adalet geldi. Gerçi, o şekilde alınacak rektörler tedarik edildikten sonra tekrar değiştirildi galiba. Kararnameler, kararnameleri düzelten kararnameler veya düzeltilmiş kararnamelerde bazı düzenlemeler hakkında kararnamelerin bir ya da birkaçında zannedersem bu hususlar geçti ama takip etmek için Kemal Gözler’e sahip olmak gerekiyor. Merkez Bankası başkan yardımcılığı için tecrübe şartı kaldırıldı. Madem bu bankanın adı Merkez, toplanıp gelebilsin herkes. Vesayet bitti hamdolsun, pratisyen doktorların bile başhekim olabildiği bir memleket olduk, daha ne olsun! 

Eskişehir’de AKP milletvekilinin 26 yaşındaki oğlu, bir ay önce üyesi olduğu THK’da il başkanı oldu, ortalık karıştı. Soruyorum, Eskişehir’in plakası kaç, 26. Çocuk kaç yaşında, 26. Millet olmuş bir çengi, iftirada denedi binbir rengi, göremedi buradaki ahengi! Vay efendim, o yaşta insanların aklı bir karış havada olurmuş, nasıl yönetici olurmuş falan... Yahu, hava kurumu bu, aklı havada olandan daha liyakatli biri olabilir mi bu iş için? Kayseri’de İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerine atanan isimleri AKP il başkanı açıklamış diye eleştiriliyor. Müjdeli haberleri paylaşmasın mı milletle? Ne güzel işte, parti-devlet-millet elele...

Basit memuriyet mülakatlarında bile “reis denince aklınıza ne geliyor?” ve “reis için ölür müsün?” gibi liyakat ölçen sorular soruluyor. Muhtemelen bir Orhan Gencebay şarkısından ilhamen “bir aşk vardır bir gönülde, liyakat onu seven deli gönlümde” veya ona benzer bir şey diyorlardır işe girenler. Bir liyakat ölçüsü olarak aşk önemli. Aldığı ihalelerle gündeme gelen birisi, “Erdoğan'ın dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe aşık oldum. Doğrusu solculuk dönemimde Mevlana ile Şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. Tanıdıktan sonra gördüm ki,  böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” demişti. 

ÖVER-REİS Makinesi

Formül çok karışık değil; baktın ki iş sakat, hemen içine biraz riya kat, gelsin sana liyakat! Başımızın taçlı belası coronoavirüs salgını boyunca iş yapamayan şarkıcılar, yiyecek ekmek bulamayacakları hususundaki endişelerini dile getirdiler. Haşmetli devletimiz, kendilerine youtube konserleri verdirmek suretiyle hem milletimizin moralini yükseltti, hem de fakir-fukara ünlülerin aç kalmasına müsaade etmedi. İçlerinden biri Boğaz’da lüks bir restoran açarak hayata tutunmaya çalışıyor. İşte o meşhur kişi demiş ki “herkes Reis’le beş dakika geçirse keşke...” Seksen küsür milyon insanımızın bunu gerçekleştirmesi çok mümkün değil. Diyorum ki, Reis ebatlarında ve onun hatlarına sahip bir robot yapılsa, yapay zeka falan yüklense... Seri üretimle çoğaltılan robotlar sokaklarda “Hanımların dikkatine: Över-Reis makinesi ayağınıza geldi. Beş dakika görüşülür, övgüler alınır” sloganlarıyla dolaştırılsa daha pratik olmaz mı? O beş dakikada isteyen Reis’i övsün, isteyen Reis’ten övgü dinlesin...
Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hanimlarin-dikkatine-over-reis-makinesi-ayaginiza-geldi_524420

DARK'ın Yerli ve Milli Alternatifleri: GARK, ŞARK...


DARK'ın yerli ve milli alternatifleri
Umut Sarıkaya karikatürü
Sosyal medyanın tamamen kaldırılması ve sonra kontrol altına alınması mevzuları tartışılırken parti yöneticileri arasında Dark dizisi atışması geçti. Biz de merak ettik, nedir bu Dark diye...
Efendim, bizi her alanda kıskanan Almanların çektiği bir diziymiş. “Cüney Darkın” filmlerini kıskandıkları isminden belli olan bu dizide bir tane nükleer santral var, buradaki radyoaktif elementlerden karanlık madde elde ediliyor. “Geçit” dedikleri solucan deliklerini kullanarak zaman yolculukları yapan tarikatvari bir topluluk var. Zaman yolcularına “reisender” diyorlar. 33 yılda bir tekrarlanan döngüler sırasında geçmiş-gelecek zamanlar ve olaylar iç içe geçmiş oluyor, işler karışıyor. Zaman, kuantum mekaniği, din ve felsefe üzerine pek çok gönderme bulunuyor, Adam-Eva (Adem-Havva), Noah (Nuh) gibi karakterler var. Kısaca kafa karıştıran ve anlaması kolay olmayan bir yapım olmuş. Filmin sonu kuantum “ince”liklerine vâkıf kişilere “Adam kazandı” dedirtmiyor, onu söyleyeyim...

Almanlar kusura bakmasın, ama bizim memleketimizde bu senaryoya benzer ve ondan çok daha karmaşık filmler çekilebilir. Tamam, makine-kimya gibi alanlarda onlarla boy ölçüşemeyiz, ama öyle senaryo projelerimiz var ki Almanların korkulu rüyası havuz medyamıza “kudur Alman!” manşetleri attırır. İçinde 14 kişi olması gerekirken 42 kişinin indiği minibüs Hessen eyaletinde değil Esenyurt’ta görülmüştür meselâ...

Dark’ın yerli ve millî alternatiflerine bakacak olursak:

BARK: Ev-bark yapımında kullanılan beton, kullanım garantili ve hazine teminatlı ihalelerle karanlık maddeye dönüşür. Bu karanlık maddeyle yapılan ve bir karadeliğe dönüşen Yap-İşlet-Devret projeleri bütçeyi yutmaya başlar. Finansman problemini çözmek için memleketin geçmişte yapılan bütün yatırımların satılması yetmez, gelecekteki gelirlere de ipotek konulur. Beton denilen bu karanlık madde, restore edilen tarihî eserlere de zaman yolculuğu yaptırır. Binlerce yıllık tarihi olan kaleye beton basılınca feleği şaşar, tarihi bütün özelliklerini kaybeder ve Sünger Bob’a benzeyerek bir 21. yy karikatürü olur.

GARK: Batmak, boğulmak, gömülmek gibi anlamlara gelir. Henüz Almanya’daki gibi tamamlanmış ve karanlık madde oluşturacak kadar çalışmış bir nükleer santralimiz yoksa da, hidro elektrik santrallerimiz ve onların çalışması için gerekli barajlarımız var. Tam üç yıl önce temeli atılmış Çankırı’daki Devrez Kızlaryolu barajı kayboluşunu anlatabiliriz. Yer yarılır, koskoca baraj toprağa gömülür ve kimbilir hangi uzay zamana göç eder. Bu esnada, 12 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf antik şehri bir başka barajın suları altında gömülür. Sen binlerce yıl, o kadar zalim, gaddar insanların tahribatlarından kendini koru, 2020 yılında seni betona ve suya gömsünler. Hani, evde dededen kalma antika bir eser, yoldan geçen eskiciye verilir de, onun değerini bilmeyen eskici ağırlığını tartıp karşılığında mandal verir ya, öyle bir şey çıkar ortaya.

HARK: Arapça, yakmak anlamına gelir. Otel veya ticarî başka bir yapı için arsa arayıp bulamayanlar, gözüne kestirdikleri bir ormanda, tesisleri için ihtiyaç duydukları alandaki ağaçları yakar. Uzay-mekânda açılan bu deliğin kapanması mümkün olmadığından bölge imara açılır. Bu senaryoda geçmişe dönmek asla mümkün değildir.

ÇARK: Her gün değişen ahval-i âlem karşısında, menfaatinin bekasını temin adına, anında sözünü ve duruşunu değiştirebilen, dün savunduğu fikirlere bugün çok rahat sırt çevirebilen, hakaretler yağdırdığı kişilerle bir çırpıda müttefik olabilecek kadar dost-düşman listelerini her an güncelleyen birini düşünün. Durmadan çark etmektedir ve kendisini müşkül durumlara sokan arşivlerin hatırlatılmasından rahatsız olur. George Orwell’in 1984 kitabındaki gibi geçmişi kontrol altına almak ister. Sadece kendi istediği geçmişi oluşturacak memurları harıl harıl çalışır, “unutulma hakkı” adı altında, geçmişinde görünmesini istemediği kayıtların erişimini kaldırır.

ŞARK: Zamanında, paralel evrenlere giden duble yolları inşa ederek zaman yolculuğu yapanlar, o yıllarda ve yollarda beraber yürüdükleri ekiple anlaşmazlık yaşamaya başlayınca, yolculukları için alternatif arayışına girerler. Cismen küçük, ama kendileri üzerindeki etkisi büyük olan “Aydınlık” maddeyi keşfetmeleriyle birlikte “Doğu” tarafına yönelirler. Aydınlık madde küçük olduğu için içlerine “derin çek”erek alırlar ve kurt-solucan deliğine girip yolculuk yaparlar.

FARK: 25 yıldır her seçimi kazanan bir grup, ilk defa 13 bin oy farkla kaybettikleri bir seçim sonucuyla şoka uğrar. Veri akışı anında kesilir, ama nafile... Schrödinger’in kutusuna benzeyen sandıklarda hiçbir şey olmamışsa bile kesin bir şey olmuştur. Seçimi yeniletmek suretiyle geçmişe yolculuk yapma denemesi ters teper. Döngüyü kırabildiğini gören seçmen, farkı 800 bin oya çıkarır...

PARK: Büyük şehirlerde yaşayan ve köyünü özleyen millet, bahçelerde yuvarlanarak geçmişe gitmeye çalışır, olaylar gelişir...


İlgili diğer yazılar:

Miskin Jonas Var Yârına, Koma Bugünü Yarına...

İETT, DARK dizisine ilham kaynağı oldu



Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dark-in-yerli-ve-milli-alternatifleri-gark-sark_523977

BARO'OK Dönemi


BARO'OK Dönemi
 
Yıllardır, para ve inşaat işleri ile anılan partimizin sanat-kültür işlerinden uzak olduğu zannedildi.
Haddizatında, bizim dönemimizde çizilen büyük resim sayısında bir dünya rekor kırıldı, ama görmek istemeyen görmüyor tabiî... Başkaları mutluluğun resmini çizmek isterken, biz mutluluğun resmî sponsoru olduk, daha ne yapalım!

Sanatseverlere, parlamenter-önesans döneminin bittiği ve “BARO’OK” döneminin başladığı müjdesini vermek isterim. Bulmacalarda “eğreti yapı” diye sorulan, inşaat işçilerinin kaldığı baraka değil, onunla karıştırmayın. Yerli ve millî BARO’OK dönemimizin özellikleri şunlardır:

Hareket

Parlamenter-önesans dönemindeki durağanlığın aksine bizde hareket var. Hızlı kararlar alıp hemen harekete geçiyoruz. Nerede hareket, orada bereket... En çok da partimizin mensuplarını ve bize yakın kişileri hareketlendiriyoruz. Onlar da “barekallah, maaşallah” nidalarıyla coşkularını ifade ediyorlar. “Maaşallah” ile çıktıkları yolda zamanla “maaş alah, maaş alah, şuradan da alah, buradan da alah” diyerek “fena fil maaş” mertebesine ulaşırlar. Yanlış anlamayın, tamamen vazifeşinaslıktan kaynaklanan bir hastalık, tıpta adı bile var: Maaşofili. Fil şeklindeki kumbaralarına doldurdukları maaşlar zamanla oraya sığamaz hâle gelince kumbarayı patlatır, buna da “infilAK” denir, herneyse...

Duygu

BARO’OK dönemimizin en önemli özelliklerinden biri duygulara ağırlık vermemizdir. Özellikle millî ve dinî duygular bizim dönemimiz eserlerinde çokça kullanılmıştır. Sevgi, bağlılık, samimiyet nefret ve öfke duygularının öne çıktığı görülür. Okumuş adamın kafası karışır, halbuki duygulanan insan öyle mi... Kafası nettir, istediğini ona yaptır ettir.

İhtişam

İtibar çok önemlidir. Varlığımızın en büyük nişanesi olan görkemli yapılar, şaşaa ve şatafat alâmet-i farikamızdır. İtibardan tasarruf edilmez, biz de etmiyoruz zaten.

Kontrast

Eserlerimizde karanlık ve aydınlık bölgelerin zıtlığını ön plana çıkarıyoruz. Bizim için ak ve kara vardır. Bizim gibi düşünmeyen herkes karadır.

Kargaşa

Eskiden tek bir BARO vardı, şimdi çoklu BARO’lara geçiyoruz. Hemen şarkısını da söyleyelim:

“Bu akşam içimde neşe var
Gözümde canlandı çoklu barolar
Sevinçten ağlamak istiyorum
Bu akşam içimde neşe var
Barolar… Barolar…
Şimdi gözümde canlandılar
Barolar, barolar… beni bu aralar güldürdüler..”

BARO’OK döneminin çoklu BARO’larına “BAROÇOK” denir. BAROÇOK’lar kargaşayı arttırsa da kendi içinde barışık olacaklar zamanla, ayarı çekeceğiz. Simetrik ve her kesime hitap eden bir medya vardı eskiden, şimdi sadece bizim haberlerimizi veren asimetrik bir hal aldı.

Asimetrik demişken, 300 bin dislike gibi asi bir metrik sergileyen gençlere uyarım var; dislike atan dislike’lanır, ona göre... Tersine mühen’dislike’ çalışması ile hepsini tesbit edebiliriz. Z kuşağı diyorlar bunlara... Mavi kuş yok mu, twitter... İşte o kuşun ağı yani. Ağlarına düşürdükleri genç dimağları zehirliyorlar. Gençlerimizi twitter’a yedirmeyeceğiz. Amaaan, tek tek uğraşamayız bunlarla, komple bütün sosyal medyalarını kapatırız, olur biter! Hatta tamamen kapattıktan sonra onları komtrol de edebiliriz. Elimizdeki kumandanın “mute” tuşuna basar basmaz sesini kısabildiğimiz youtuber bizim için muteberdir. Yerli ve millî diktatörlük şart, kimse kusura bakmasın. Mute komutunu verince “ah” sesi eşliğinde kapanacak olan “hit” parçaları düşününce, diktatörlüğümüze uygun en iyi isim “Mute-ah-Hitler” olabilir. Kızmaca yok, ne demiştik, dislike atan dislike’lanır gençler!

Sonra, şehir kompozisyonunu bozan bir üniversite vardı, çok şükür kapattık kendisini.

Sonuçta, gökten “öç alma” düşmüş, biri BARO’nun başına, biri dislike’çıların başına, biri de Şehir’cilerin başına...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/baro-ok-donemi_523502

Büyük Resmî Görüş

Büyük resmi görüş
 
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen yönetim biçmine geçmemizle birlikte, parti devleti uygulamalarını çok daha fazla görür olduk.
İktidar koalisyonunun azaları da birer devlet partisi olarak iş görmeye başladı. Bir bir, biri birilerine, “beka beka” duran ortaklar, birbirlerinden etkileniyorlar ne de olsa. Kendi bekaları hükümetin, hükümetin bekası da devletin demek zaten. Gün geçmiyor ki, büyük resmi millete gösterdikleri “büyük resmî görüş” açıklaması yapmasınlar... Meselâ;

Skandallarıyla son zamanlarda gündeme gelen Wushu Federasyonumuz var. O kadar girift işlere imza atmışlar ki, bir kaç defa okumama rağmen tam anlamadım. Anladığım kadarıyla federasyon yönetiminde bulunanlar, wushu hakemliği yapanlar ve sporu icra edenler hep aynı kadro. Bir tane adam var, hanımı ve kızı ile birlikte Wushu’da kuvvetler birliğini hayata geçirmişler. Kötü düşünmeyin, yeni Türkiye ile uyumlu bu durum, hızlı karar alabilmek için bir nevi yasama-yürütme-yargıyı birleştirmişler, hepsi bu.

Ben olsam, “Yahu, bu sporun, bırak yapanını, adını bilenlerin sayısı Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmez. Sporu bilenler olarak hepimiz akrabayız, ne yapalım boşanalım mı? Evlâdımızı red mi edelim?” der, huşu içinde sporumu yapmaya devam ederdim. Federasyonunsa, haklarında çıkan haberlere cevapları çok ilginç olmuş, Siyonistlerin kendilerine saldırdığını iddia etmiş federasyon başkanı bey. Hatta, asıl hedefin kendileri olmadığını da eklemiş: “Amaçları meşrû seçilmiş iktidarları gayrimeşrû yöntemlerle, darbelerle devirip, kendi menfaat imparatorluklarını Dünya Siyonizm’iyle işbirliği yaparak kurmaktır.”

Haklarındaki maddî yolsuzluk iddialarının hiçbirine değinmeden şunu da demişler: “Sizin maksadınızı ve amacınızı biliyoruz. Derdiniz başörtüsü!” Ne diyelim, zamanın ruhuna uygun kişi, dış güçlerden bilir işi...

Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, “Et fiyatlarında Avrupa ile aynı seviyedeyiz” demiş. Et fiyatlarında gerçekten Avrupa ile aynı seviyede miyiz ve gerçekten böyle ise, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama çalışılan işlerde alınan ücretler hususunda Avrupa ile aynı seviyede olmadığımız kesin. Bir maaşla alınabilen et miktarını karşılaştırsalardı keşke... O zaman sıradaki parçamız, kasaptaki eti görüp kavuşamayanlar için geliyor:

“Kırmızı etler nerede,
Kasapta kıvrıla kıvrıla yatıyor
Asgarî ücretli geliyor
Maaşını ortaya atıyor
Kırmızı etler kaç kaç?
Kilosu 60-70 lira!
Asgarî ücretli, oradan kaç kaç!
Kırmızı et, dinle
Sakın maaşı yeme
Asgarî ücretli seni alamayacak
Sepetine atamayacak”

Dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girme hedefine hiç bu kadar yaklaşmamış olduğumuzu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerinden anladık. 2013 yılında 130 milyar dolara yükselmiş olan Merkez Bankası döviz rezervlerimizin, 2019’da da artarak 120 milyar dolara ulaşması ve 2020 yılında da trendi devam ettirip 90 milyar dolara yükselmesi, hedeflerimize yaklaşım konusundaki kararlılığımızın bir göstergesi olsa gerek. Rakamların giderek küçülmesi sizi yanıltmasın. Hemen bu noktada bir başka “büyük resmî görüş”ü hatırlıyoruz: “Fakirlik, Allah’a yakın olmaktır”

Son zamanlarda sıkça duyuyoruz; iktidar, kendisine yakın kişileri, yaptıkları iş veya aldıkları eğitimle uyumlu olup olmamasına dikkat etmeden, taltif etmek maksatlı, büyük kamu kuruluşlarının (bankalar, üst kurullar, yüksek istişare kurulları gibi) veya hükümetin sözünün geçtiği büyük şirketlerin yönetim kurulu üyeliği, icra kurulu üyeliği ve danışmanlık benzeri, işe gitme gibi bir zahmet gerektirmeyen ve bol sıfırlı maaşları olan mevkilere getiriyor. En son, sportif başarılarıyla göğsümüzü kabartan ve “asrın güreşçisi” ünvanını alan Hamza Yerlikaya’nın Vakıfbank Yönetim Kurulu’na atanması, kamuoyunda çok tartışılmıştı. Bir “büyük resmî görüş” daha hemen ortaya çıktı: AKP milletvekili Tamer Dağlı, “Hamza’dan şikâyetçi olan vatan sevgisini sorgulasın” dedi.

Acaba diyorum, fakirliği Allah’a yakın olmak diye tanımlayan zat, dört-beş farklı yerden ballı maaşlar alan fAKirleri de Allah’a yakın olmaya çağırsa, bu sözünde samimî olduğu daha çok anlaşılmaz mı?  

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-resmi-gorus_523028

Tedbiir, Allahuekber!


Tedbiir Allahuekber

Yaz geldi, çiçekler açtı, normalleşme başladı. “Vız vız vız gelir, tırıs tırıs gider” denilen virüsler de hep çalışınca, bulaşma vakaları artış gösterdi maalesef. Ak troller ve havuz medyası cephesi hemen vatandaşa giydirmeye başladı. Bütün suç, tedbirlere uymamak konusunda manasızca direten halkımızdaydı. Hakaret eden ve Aziz Nesin güzellemesi yapan troller de gördüm. 

Aslında, okullar olmasa çok güzel idare edilecek Milli Eğitim işleri gibi, vatandaş olmasa virüsle mücadele etmek de çok kolay olacaktı. Süreç çok iyi yönetiliyordu çünkü. İlk tedbirler kapsamında indirilen konut kredilerinin virüsü püskürtme konusundaki başarısı görülmüş olmalıydı ki, 1 Haziran tarihi itibarıyla hız verilen normalleşme sürecinde de fevkalade indirimler yapıldı konut, taşıt ve ihtiyaç kredilerinde. 

Şimdi, alınan diğer tedbirlerin bazılarna bakalım: İnsanlardan evde kalması istendi ama ekonominin çarklarını çevirmek için üretim devam etmeliydi. Evde kalarak üretilebilecek ne kadar şey varsa artık... Kapanan işyerleri oldu ama işçi çıkarmak yasaklandı. Kısa çalışma ödeneği geldi ama ona başvurma şartları o durumdaki herkese uygulanamıyordu. Üstelik şöyle bir şey vardı, kısa çalışma ödeneği alan bir işçi, ileride, işsizlik maaşını almayı hak edecek bir şekilde işsiz kalırsa, kısa çalışma ödeneği ile verilen kısımlar düşülerek mahsup edilecek. Esnaf da unutulmadı tabii, ucuz krediler dağıtılacağı söylendi. Yalnız, şu vardı ki, o kredilerin tutarları küçük olmakla birlikte, almak isteyen kişinin neredeyse o krediye ihtiyacı olmadığını ispatlaması gerekiyordu. İyi, güzel de, zora girmemiş olan adam neden borçlansındı? Seyahatler yasaklandı ama kesilen biletlerden alınacak vergilerle konaklama vergileri düşürüldü.

Sokağa çıkma yasağı uygulandı ama köprü ve otoyollar bayram süresince ücretsiz hale getirildi. Başlayacağı gece yarısına iki saat kala, ilk sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Evinde yiyecek stoğu tutmayan, stok tutacak kadar ekonomik gücü olmayan, evinde hastası, çocuğu olan, yasaklı günler boyunca evinde yiyecek ekmeği bulundurmak isteyen herkes panikle dışarı çıktı. Yasak sayesinde, virüsle mücadelede diyelim, 3 birim mesafe kat edilecek idiyse, o panik halinin getirdiği karmaşa yüzünden 5 birim zarar edildi. Suçlu mu, aşkolsun, tabii ki şuursuz vatandaştı! Acilen “cahiliye” servislerine gitmesi şarttı. Bir gündür, iki gündür –şimdi tamamını yazamayacağım- 3-4 gündür denilerek yasaklar uygulandı ama bu virüs için uygulanması gereken “karantina 14 gündür” gerçeği ile uyumlu olmadı. Ayakkabı almak isteyen Temel fıkrasını hatırlattı; beğendiği ayakkabının ayağını sıkması üzerine satıcı “merak etmeyin, 15 gün içinde açılır” deyince Temel de 15 gün sonra gelip alacağını söyler.

Maske konusunu bütün ayrıntılarıyla herkes hatırlıyordur, çokça yazılıp söylendi; zorunlu hale getirilmesi ile birlikte satışı yasaklandı ve devlet tarafından ücretsiz dağıtılacağı söylendi. Defalarca dağıtım yöntemi değiştiği halde vatandaşın büyük bir kısmı maskeye erişimde zorlandı. Nihayetinde satışı serbest bırakıldı. Belli yaş grubu insanlar için yasaklar devam ederken seyahat izinleri verildi. Yani tatile çıkmak isteyen  bir aile çocuklarını arabaya bindirip gidebiliyordu, ancak otele vardığında çocukların dışarı çıkması yasaktı. Neyse ki, bu durum fazla sürmedi, çocukların yasağı kaldırıldı. 65 yaş üstünün akşam saatlerinde yasağı devam ediyor, bu yasak tam olarak neyi önlemeye yarıyor bilmiyorum. 

İlk kapatılan mekanlarn başında camiler geldi, ancak normalleşme sırası AVM’lerden sonrasına kaldı. “Abdestini al, maskeni bul, seccadenle gel” diyorlar camiye. Tedbiiir, Allahuekber! Neredeyse “namazını kıl da gel” diyecekler. Tedbir iyidir, amenna... Sinsi virüs karanlığı seviyor olmalı ki öğle ve ikindi vakitleri camide kılınabiliyorken diğer vakitler kılınmıyor.

Şimdi, hükümetin, havuz medyasının ve ak trollerin laf edemeyeceği bir vatandaş olmak istiyor musunuz? O zaman şunları yapın: Evden çıkmayın ama üretime devam edin. Üretim/satış maliyetleri katlansa bile fiyat artırmayın. AVM’de mağazanız varsa açın. Müşteri olarak sakın mağazalara gitmeyin. Açıklanan her rakama inanın ama rakamların güzelliğine aldanıp rehavete kapılmayın. Aman hapşırmayın toz olur, sakın öksürmeyin söz olur. Hiç beraber dolaşmayın, sosyal mesafe kaybolur. Korona da korona virüs...

Öne Çıkan Yayın

Ego-Nomi

  Ego-nomi Değerli kardeşlerim, Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi d...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: