Bu Blogda Ara

Arşiv

yerli ve milli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yerli ve milli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MarSaray


Marsaray

Bu hafta, okuyanları sevindirecek haberlerle başlamak istiyorum; Türkiye’nin yerli üretim genel maksat helikopteri “Gökbey” tanıtıldı. Enerji ve “bittabii” Kaynaklar Bakanı bey, karadan ve havadan yapılan taramalar sonucunda yaklaşık değeri 100 milyar dolara ulaşan doğal kaynakların keşfedildiğini söyledi. Ekonomik büyüme rakamları açıklandı; %1.6 büyümüşüz! Büyüye büyüye, boyumuz uzaya uzaya geldiğimiz noktada bize bir uzay ajansı da lazımdı ve o da oldu, hamdolsun; Türkiye Uzay Ajansı kararnameyle resmen kuruldu...

Resmi uzay ajansımız vatana, millete hayırlı olsun inşallah. Kararnamesinde ajansın görev ve yetkilerinin sıralandığı bölüm şu madde ile başlıyor: “Cumhurbaşkanınca belirlenen politikalar doğrultusunda Milli Uzay Programı hazırlamak ve hayata geçirilmesi için düzenlemeler yapmak” Bana kalırsa Türkiye Uzay Ajansı, bu cümleden hareketle, itibar katsayısı yüksek, başka ülkelerin imrenerek ve hatta kıskanarak bakacağı, 2023 ve dahi 2071 vizyonları ile uyumlu bir proje ile faaliyetlerine başlamalıdır. Mars’a kadar gidecek, 1150 küsur vagondan oluşan saray konforundaki trenlerin çalışacağı bir raylı sistem projesi nasıl olur? Adını da “Marsaray” koyarız. Yükseklere doğru yol alacak trenler, haliyle yüksek hızlı oalcaktır. NASA’yı bırakın, Elon Musk’ın bile Mars’a gitme projeleri varken, kusura bakmayın, daha aşağısı bizi kurtarmaz! Aslında uzaya çıkınca neresi yukarı, neresi aşağı çok belli değil ama olsun...

Nasıl Yapılacak?

Marsaray projesini gerçekleştirirken, artık başka alanlardaki projelerden alışageldiğimiz, devletin kasasından bir kuruşun bile çıkmadığı, kamu-özel işbirliği çerçevesindeki Yap-İşlet-Devret modeli kullanılabilir. İhaleyi alan firma, farz-ı misal 283 yıl işlettikten sonra devlete devreder. Bu süre içerisinde firmanın zarar etmesine vicdanımız elvermeyeceği için kullanım garantisi de veririz, yolcu sayısı yıllık 5 milyarın altında kalırsa farkını hazineden karşılarız mesela... 

Raylı sistem dediysem, demir raylar gelmesin aklınıza. İşin açıkçası, İngilizce ışın manasına gelen “ray” kelimesi o, X-Ray’deki ray gibi yani... Edirne’den Kars’a değil, dünyadan Mars’a gidecek, mesafe uzun olduğu için ışınlanarak seyahat etmesi lazım haliyle. Arada, “Marsandiz Garı” diyeceğimiz duraklar da olacak. Banliyö trenleri bile sinyalizasyon sistemi kullanırken, trenin hızı arttıkça sinyalizasyona ihtiyaç kalmayabiliyor, biliyorsunuz. Daha doğrusu ben de bilmiyordum, Ulaştırma Bakanımız, 13 Aralık 2018 tarihli Ankara-Konya seferini yapan yüksek hızlı trenin uğradığı elim kaza sonrasında sinyalizasyon sistemi olmadığına ilişkin eleştiriler gelince söyledi, ''Sinyalizasyon sistemi demiryolu işletmeciliği için olmazsa olmaz bir sistem değil. Kamuoyunda sinyalizasyon olmadığı için bu kaza oldu gibi değerlendirmeler yapanlar doğru değerlendirme yapmıyor'' dedi. 

Marsaray’ın da sinyalizasyonu olmayabilir ilk başta. Hele bir başlasın, parasını çıkardıkça eklenir, nedir yani? “Orada olmaması gereken” kılavuz roketler, asteroidler ve meteorlar bu seyahatlerin fıtratında var. Fıtratın doğusuna-batısına birer harekat düzenleyip her tarafı temizledik mi, problem olmaz inşallah. Yine de işi garantiye alıp fıtrat kalkanı kullanırız, onu da Musk’a taktırırız ki, çarpışma olursa trenlerimiz zarar görmesin. 

Türkiye Uzay Ajansı bu teklifi dikkate alır mı, bilmem. Mars’a gidemese de canı sağolsun, Mart’a seçimlere kadar idare eder herhalde...

Sabotajlar Haftası

Hepimizi derinden üzen malum tren kazasının hemen ardından,daha ne olduğunu bile anlamadığımız sırada, kimi neyden koruduğu ve nereye hizmet ettiği bilinmeyen bir şekilde sabotaj ihtimalini dillendiren ve bunu yayanlar oldu. Tabii ki, her ihtimal değerlendirilecek ve geniş bir tahkikat sonucu kök neden bulunacaktır diye ümit ediyoruz. Büyük resim sevdama engel olamadım ben de, tren kelimesinde bulunan R, T ve E harflerine dikkatinizi  çekerek, artık asıl hedefin ne olduğunu da sizin bulacağınızı tahmin ediyorum. 

Konyalı bir firma tarafından geliştirilen ve Türkiye’nin ilk insansı robotlarından biri olarak duyurulan Mini Ada isimli robot, Antalya’da hünerlerini sergilediği salonda pat diye sahneden düşerek parçalandı. Sizi bilmem ama benim burnuma böyle kablo yanığı gibi pis kokular geldi.  Ne zaman böyle güzel bir girişim içine girsek, birileri bunu sabote etmeye çalışır zaten.
Merak edenler için söyleyelim, robotun durumu şimdi iyi çok şükür. Ertesi günü, kaldırıldığı tamirhanede diğer robot arkadaşlarının da kendisini etli ekmek eşiliğinde ziyaret ettiği görüldü. Bir “zencepil” toparlanmasını sağlar inşallah ve 220 VOLTaren de ağrılarını dindirir. Pis kokuların geldiği kabloyu özel olarak muhafaza ederlerse iyi olur. O kablo Picasso’nun eseri çünkü, robotta kullanılan her bir vida da Vinci’nin... Ne diyelim, Rabbim direncini OHM’larca kez artırsın!

Yer Kekimi Kanunu

Yer kekimi kanunu
Yakın zamanlarda genç bir mucidimizin haberi çıktı. En büyük ajansların da geçtiği habere göre 18 yaşındaki bu genç, kendi imkanlarıyla yerli ve milli bir anakart üretmişti. Kendisi hakkında köşe yazısı yazanlar da vardı. Ağustos ayı içerisinde haber çıkmıştı ve milli bir zafer sayılırdı. Bu zafere isim vermek gerekseydi ben şahsen “Anakartalar Zaferi” derdim.

AR-GE çalışmaları için 436 bin lirası faturalı olmak üzere yaklaşık bir milyon lira harcadığını söylüyordu. Seri üretime geçebilmek için devlet desteği beklediğinin de altını çiziyordu tabi… Sonra ne mi oldu dersiniz? Bahsedilen anakartın Çinli bir firma tarafından üretildiği ve üç yıl önce piyasaya sürüldüğü ortaya çıktı. Hem de, 120 dolar’a satılıyormuş.

Kitle Çekim Kanunu ve Zaafiyet Teorisi

İthal ürünlerden bıktığımız ve beton harici yerli-milli üretime en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, “yer kekimi” kanununu kullanarak insanları keklemek isteyenler için müthiş fırsatlar var. “Yer kekimi”nin aslında genel formu Kitle Çekim Kanunu’dur. Kitle Çekimi Kanunu, en iyi şekilde Zaafiyet Teorisi ile açıklanır. Kitlelerin zaaflarını ve hassas oldukları hususları tespit edip o zaafları istismar etmek suretiyle kitlelerin çekilebilir olduğunu iddia eden görüşe Zaafiyet Teorisi denir. Kitle çekim veya özelde “yer kekimi” kanunu en zayıf kuvvet olarak bilinse de yaygınlığı çok fazladır ve siyaset, ticaret, akademi ve sanat gibi her alanda kullanılabilir. Yenebilirliği yüksek olan kek her yerde kendini yedirir, kek yemek isteyen de her keki yer.

Geçen yıllarda, tek bir ana sunucu ve disksiz bilgisayarlardan oluşan bilgisayar ağı (DİSKNET) kullanarak bazı belediyelere ve bakanlıklara milyon dolarlar seviyesinde proje gerçekleştiren biri vardı. 80’li yıllardan beri dünyada kullanılmakta olan teknolojiyi “kendi icadım” diye sunarak TÜBİTAK desteği alan bu kişi “yer kekimi” kanununu iyi kullanmıştır diyebiliriz. 10 yıl uğraşıp 10 milyon TL harcadığını söyleyerek yerli ve milli bir arama motoru geliştirdiğini iddia eden ekibi hatırladınız mı? Yıl 10, masraf 10 milyon TL, yer kekimi ivmesi 10 m/sn2 olunca 10 numara kek yaptılar diyecektik ama motorlarının Google altyapısı kullanarak sonuç ürettiği kısa sürede ortaya çıktı.

Döviz ve doların Türk literatüründen çıkarılması gerektiğini söyleyen ve “Bizim dövizle değil işimizle haşır neşir olmamız gerekiyor. Biz inanan ve şükreden bir toplumuz. Ekonomide sıkıntı, durağanlık var ama hiç kimsenin de fazla bir şikayeti yok. Vatandaş, ‘Devletimin yanındayım’ diyor. Biz ‘Bu sene para kazanmasak da olur’ diyoruz. Yüzde 10 zarar etsem ne olacak. Yeter ki ülkeme bir şey olmasın. Bütün esnafımız, bütün üyelerimiz aynı duygu ve düşüncede” diyen vatandaşın da döviz bürosu sahibi olduğu söyleniyor. Yüzde 10 diyerek yer kekimi ivmesine yaklaşmış ama foya meydana çıktığı için puanımız sıfır…

Sadece yerli ve milli kekleyiciler yok canım, Türk Telekom’un %55 hisselerini 20 yıllığına bizim bankalardan temin ettiği borçla alan, 10 yılı aşkın sürede 20 milyar dolardan fazla para kazandığı halde borçlarını ödemeyen yabancılar da var. Ödenmeyen borçlara karşılık hisselere el konuldu ama bankalarımız inşallah bu kıssadan hisselerini de almıştır.

Siyasette “Yer Kekimi”

24 Haziran seçimlerinde enflasyon, işsizlik, döviz kuru ve faizleri indirmek için millete aht veren ama bunu nasıl yapacağından bahsetmeyen, hemen hemen Millet Kıraathaneleri ve kek haricinde somut bir vaadi olmayan bir parti seçimi en yüksek oyu alarak kazandı. Emanet ve borç paralarla ekonomiyi döndürmeye çalışan, ithalata ve lüks tüketime teşvik ederek yerli üretimi bitiren hükümet, gittikçe artan açıklarını kapatmakta zorlanınca meselenin dış güçlerin saldırısı olduğunu söyledi. Vatandaşın yastık altındaki birikimlerini isteyen ve her daim onu tasarrufa çağıranlar bakın neler yiyormuş:
Ejder meyveli smoothie (chia tohumu eşliğinde)
Efuli (liçi meyvesi eşliğinde)
Aloevera (starex meyvesi eşliğinde)
Orman meyveli special
Bahçe naneli limonata
Taze sıkılmış portakal
Taze sıkılmış greyfurt
Taze sıkılmış havuç
Taze sıkılmış elma
Pataşur içerisinde çerkez tavuğu
Zencefilli somonlu suşi
Tartalet içerisinde Antakya usulü humus
Susamlı levrek simidi
Aydın usulü kuzu çöp şiş…

Vatandaş mı, durmak yok, kek yemeye devam…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yer-kekimi-kanunu_472552

Saraya Saraya Bulsam İzini

Saraya saraya bulsam izin
Teröre en iyi cevap olarak üçüncü köprüyü, bizi kıskananlara nispet olsun diye üçüncü havalimanını yapan Türkiye, dış güçlerin saldırısına, mükemmel bir zamanlama ile üçüncü Cumhurbaşkanı sarayıyla karşılık vermeye hazırlanıyor. Üç ile güç arasında nasıl bir ilişki var bilmiyorum ama mevcut hükümet, üçüncüsünü yaptığı/yapacağı her şeye muazzam bir güç atfediyor.

Malazgirt Zaferi’nin 947. yıldönümü münasebetiyle yapılan törenlerde, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından Ahlat’ta 10 dönüm alanda, 1071 metrekare oturma alanına sahip bir saray yapılacağı müjdesi verildi. Hadi bakalım Bizans, şimdi ne Diyojen bu işe? Yaaa, işte böyle alırlar adamın aklını. Tabii, metrekare veya oda sayısında miladi 1071 tarihi yerine Hicri karşılığı olan 463 sayısı da kullanılabilirdi ama tasarruflusu pek makbul karşılanmayan itibar, sayıca daha büyük olan 1071’i gerektiriyor. Sarayı yaptıracakların da devlet teamüllerine uyarak “ben sarayın zevkli, çelik konstrüksiyonlu ve Ahlatlı olanını severim” diyeceklerini tahmin ediyorum. Saray diyoruz ama “otağ” yapılacağını söyleyen de var. Üç-dış güç, otağ-karanlık odak uyumuna bakılırsa o da olumlu.

Her İle Bir Saray!

Dış saldırılara karşı insanımız çok hassas davranıyor. Dolar 7 TL civarına geldiğinde bütün dövizlerini bozarak oyunu bozmaya çalışan hamiyetperver vatandaşlarımız var biliyorsunuz. Oyun büyüdükçe doların daha büyük rakamlara ulaşmasını beklerler. Hatta döviz bozma işlemi de yetmeyebilir. Bu durumda B planına geçip saray yapımına ağırlık verebiliriz. (B planı ismi, dolar kurunu indirmek üzerine sıradışı bir çözümü bulunan Necmettin Batırel’in tekniğinden ilham alınarak geliştirildiği için soyisminin baş harfi kullanılarak oluşturulmuştur) B planı şudur: Ben olsam şak, on ilde saray inşaatı başlatırım. Dış güçler şaşırır, sonra şak diye on ilde daha saray inşaatı için düğmeye basarım. “N’oluyor?” derler, şaaak bir on saray daha, hatta sırayla her ile bir saray derim, çil yavrusu gibi dağılırlar. Zaten milletin olacak diyorlar saraylar için, bence imkan varsa her ilçeye bile yapılabilir. Biz de vatandaşlar olarak şunu deriz: “Saraya saraya bulsam izini / Hafriyat tozuna sürsem yüzümü”

ABD’ye Karşı Kozlarımız

ABD’ye karşı kullanabileceğimiz kozlarımızdan birinin Kanal İstanbul olduğunu söyleyenler var. İhraç mallarımıza ek vergi mi koydular, hemen büyük bir kanal daha yapalım, Sinop’tan Akkuyu’ya… İki şehirde de nükleer santral olacağı için, santrallerde ısınan sular kanalda gidip gelirken soğumuş olur. Yollar gibi, kanal da duble olacak tabi. Kanalın her iki tarafı boydan boya imara açılır, üstüne de onlarca köprü yaptın mı, gelsin inşaatlar… Köprülerin hepsine de on yıllarca geçiş garantisi verildi mi tadından yenmez. Torunlarımız “ne kan almış” diyerek AKP’yi yad ederler artık… Böyle üç tane daha kanal yapsak Anodolu ada dolu bir coğrafya olur. Hatta Artvin’den başlayıp Hakkari’ye kadar sınır boyunca bir kanal yapılır, oradan da batıya Akdeniz’e kadar güney sınırlarımız boyunca uzatılırsa sınırlarımızı da daha emniyetli hale getirmiş oluruz
F-35 vermemekle bizi tehdit ettiler ya, gerekirse kendimizin geliştireceğini söyleyerek cevabı yapıştırdık. Bence çok isabetli ve doğru bir karar. Katma değeri yüksek ve çok para kazandırabilecek bir ihraç ürünümüz olur, fena mı? Antalya oto sanayii bu işe talip olduğunu söylemişti galiba. Şahsen, İzmir Karşıyaka sanayisinden de F-35.5 hamlesi bekliyorum, yakışır… Hatta İzmir’de geliştirilene EFE-35.5 desek daha güzel olur sanki… Peki, bir çok ülkenin katılımıyla, milyarlarca dolar paralar harcanarak ve yıllar süren çalışmalarla geliştirilen uçağı yerli ve milli ürün ve metotlarla acaba nasıl geliştirebiliriz? Kağıttan yapalım desek, ülkede kağıt üretilmiyor hep ithal ediyoruz. Kağıdın en ucuzu saman kağıttı diye hatırlıyorum. Bu kağıt samandan mı yapılıyor bilmiyorum ama diyelim ki onu yapmak için de saman kullanılsın. İyi de, biz saman da ithal ediyoruz? Yerli saman için buğday üretmeye karar verdik diyelim. Tohumu dışardan aldığımız, gübresi ithal olan buğday ne kadar yerli olacak ki samanı milli olsun? Savunma sanayimizi ve teknolojik imalatımızı geliştirmek istiyorsak işe topraktan başlayalım derim, gerisi gelir zaten…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/saraya-saraya-bulsam-izini_471897

Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi

Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi

Dolar’ın ülkesinden çıkmak suretiyle dış dünyaya açılıp genişlediği ve gelişmekte olan ülkelere bol bol uğrayıp ucuz ucuz konakladığı yıllarda ülkemiz de bu nezaket ziyaretlerinden nasibini aldı.
Mevcut iktidarın inşaat ve emlâk işlerini iktisadi gelişmenin lokomotifi olarak gördüğü, diğer sektörlere nazaran çok daha fazla koruyup kolladığı herkesin malûmu. Bu şekilde gelen paralar ülkemizde betona ve lüks tüketime harcandı. Beton sektörünün önünü açmak için imar kanununda jet hızıyla değişiklikler yapıldı, tahrip edilmiş orman ve tarım alanlarının kullanıma açılması sağlandı. Teşvikler verildi, banka kredilerinde kolaylıklar sağlandı, vergi muafiyetleri tanındı, vergi borçları silindi. Büyük firmalar inşaat işleri ile uğraşmaya başladı, inşaatla uğraşanlar büyüdü.

İmar-Ahit Ofisleri

Kentsel dönüşüm yasası ile eski binalar bir bir yıkılıp yeniden inşa edilmeye başlandı, şehirler şantiyeye dönüştü. Belediyeler, imar planlarında inşa işlerini kolaylaştıracak şekilde değişiklikler yaparak hem gelir elde etti, hem de sektörün önünü açtı. Bazıları öyle abarttı ki, planlarda yer alan fay hattını bile taşıdı! Yol, metro gibi ulaşımı kolaylaştıracak altyapı çalışmaları plana dahil edildiği anda bir mevkinin değerinin bir anda patlama yapacağı bilinen bir şey ve çokça kullanıldı. Uzun vadeli ödeme imkânları ile elde edilmesi kolaylaştırılan ve sağlam bir yatırım aracı olarak görülen gayrımenkuller değerlerinin üstünde fiyatlanmaya başladı. Kısa zamanda büyük kârlar kazandıran inşaat, emlak ve taahhüt işleri, adeta “Beton Kültürü ve Emlak Bilgisi” dersinin zorunlu olduğu “İmar-Ahit” ofislerinin her köşede açılarak mantar gibi çoğalmasına yol açtı.

Beton Kültürü ve Emlâk Bilgisi o kadar damarımıza yerleşti ki… Tarihi eser sayılan binaların restorasyonunda, bu dersin izlerinin en kaba örneklerini görmek mümkün. Sünger Bob’a benzetilen kale mi dersiniz, fayanslarla kaplanan tarihi hamamlar mı, otoparka çevrilen medreseler mi… Konya’da geçen haftalarda açılan piknik alanı beton ve asfalta boğuldu. Deprem toplanma alanlarına dev beton yığını olan AVM’ler yapıldı. 1453 adet hafriyat kamyonundan oluşan dev bir filo ile caddelerde gövde gösterileri yapıldı. Bir tabiat harikası olan Uzungöl çevresi tam bir betongöl haline getirildi. En son Ayder Yaylası’na da kentsel dönüşüm gideceği haberleri vardı. Fatih Camii, Mevlânâ Türbesi gibi yerlerin bahçelerindeki ağaçlar bile kesilip etrafları betona gömüldü.

İnsanoğlu var olduğu ve nüfus çoğaldığı müddetçe inşaat işleri tabiî ki var olacaktır. Fakat sadece inşaata dayalı büyüme planları yapmak ve bütün kaynakları bu alana tevcih etmek yanlış olur. Bir binayı bir defa inşa edersiniz ve uzun yıllar boyu kullanırsınız. Bu yüzden sürdürülebilirliği azdır. Hele ki arz-talep dengesi gözetilmezse balon oluşacağı ve yeterince şiştikten sonra bu balonun patlayacağı aşikârdır. Herhangi bir sebeple finansman problemleri başladığında da insanların ilk gözden çıkardığı şey gayrımenkullerdir. Cari açık, dış borçların çokluğu, yabancı yatırımcıların ülkeden kaçması gibi sebeplerle nakit sıkıntısı çektiğimiz bugünlerde en çok daralmanın hissedildiği sektör inşaat oldu. Durmadan yapılan satış kampanyaları, kamu bankaları eliyle verilen ucuz konut kredilerine rağmen eritilemeyen konut stokları bu konuda ciddi bir tehlikenin bizi beklediğini haber veriyor. Bazı inşaatçılar, konut kredisi oranlarının 8-9 puan düşürülerek aradaki farkın devlet tarafından karşılanmasını bile talep etti. KDV’nin oranlarını %26 yapıp okunuşunu “Kentsel Dönüşüm Vergisi” yaparlarsa hiç şaşırmayacağım.

Çözüm?

Para kaynaklarının bolca bulunduğu yıllarda, bu kaynakları katma değeri yüksek üretimler yapmakta kullanan ülkeler bugün bunun kaymağını yiyor. Zamanında yüksek teknoloji ürünlerine yatırım yapsaydık bugünümüz çok farklı olabilirdi. Eğitim sistemimizin problemleri ve beyin göçü gibi sebeplerle kalifiye insan kaynağı bulmakta zorlanıyoruz, uzun yıllar süren ve pahalı AR-GE çalışmaları gerekiyor. Şimdi sıfırdan başlayalım, biz de katma değeri yüksek ürünler ihraç edelim demek için geç kaldık gibi.

Yerli ve Millî Bir Yüksek Teknoloji Firması Olarak APPLE!

Bugün Apple firmasının piyasa değeri bizim gayrısafi millî gelirimizden fazla. Diyorum ki, Varlık Fonu’muzu kullanarak, enişteden, sağdan soldan borç-harç bulup bir şekilde Apple firmasını satın alalım, yerli ve millî bir yüksek teknoloji firmamız olsun. Zaten apple ürünlerinin isimleri neredeyse yerli ve millî, çoğu “Ay” ile başlıyor. Yanına yıldızı da biz koyarız, dünya ay-yıldızlı ürünlerle dolar Allah’ın izniyle. Mekintoş’u Tekintoş, Macbook’u Tekbook yaparız. iMac ürününü tersten okuduğunuzda cami olduğunu fark ettiniz mi? Bütün birikimlerimizi toplayıp tek varlığımız olan Apple’a yatırdığımız için Varlık Fonu’nun ismini de değiştirip Varlık Phone’u yapmamız gerekecek, olsun. Firma merkezini Konya’daki çok gizli uzay üssümüzün oraya taşırız. Hatta Konya ilimizin adını da bu vesileyle Silikonya yaparız. İşler iyi giderse, bir sonraki sene şaaak diye Google’ı alırız. Yetmedi mi, şaaak bir firma daha alırız, Microsoft! Ne dersiniz, iyi olmaz mı?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/beton-kulturu-ve-emlak-bilgisi_470079

Türkiye Birden Büyüktür

Türkiye birden büyüktür
Ülkemizde seçime yaklaştığımızın işareti olan birkaç şey vardır;  kaldırımlar sökülüp tekrar yapılır,  imar barışı/affı gelir, gecekondu gibi kaçak binalara ruhsatlar dağıtılır, vergi afları, borçların silinmesi/yapılandırılması gibi imkanlarla nakdi mükellefiyetleri hususunda hassas davranmayan vatandaşlar ödüllendirilir. Memleketin muhtelif yerlerinde petrol, doğalgaz ve bor gibi kaynakların bulunduğu şeklindeki haberler artar. Saflık derecesi çok yüksek olan, dünya üzerindeki rezervlerinin büyük kısmının ülkemizde olduğu ve o güne kadar daha önce adını duymadığımız “bilmemnonsiyum” gibi tuhaf isimli element/mineraller keşfedilir. Muş Ovası’nın, ülkemiz toplam tarım ihracatının dört katını ihraç eden ve Konya’nın yüzölçümü kadar alana sahip Hollanda ovalarını geçeceği, Muşlular paralarını nereye koyacaklarını bilemeyecekleri muştusu verilir.

Yerli ve milli etiketli, “dosta güven, düşmana korku veren” silahları üretmeye başladığımızı öğreniriz: Konyalı bilim insanlarımız tarafından geliştirilmiş “Tankonya” isimli ultra über muharebe gücüne sahip, insansız, “işsiz-işsaz-işsassız” tanklar, havada süzülen yerli ve milli denizaltılar, aynı menzile farklı yollardan ulaşmaya çalışan, açıklansa Kılıçdaroğlu’nu ve dahi seçimleri unutturacak güdümlü füzeler, ışık hızında giden mermiler… Aşmış-coşmuş teknolojiye sahip olduğu söylenen bu silahları veya üretildiği tesisleri gören olmaz, sadece trol hesaplar aracılığıyla hızlı dolaşıma sokulan resimlerden ne görebilirsek artık…

RTL: Rakamsız Türk Lirası

Yukarıdaki örneklere ek olarak bu seçim döneminde “Yerli ve milli para kullanarak kur oyununu bozacağız” sözüyle TL kullanmayı yakın zamanda bırakabileceğimizin sinyalleri verildi. TL’den bir şeyler silip yeni isim verdik mi, tamamdır bu iş. Malum, eski paralarımızdan sıfırlar attık. O sıfırları tuvalete mi attık bilmiyorum ama sıfırlar atılmadan önce ile atıldıktan sonraki tuvalet ücretleri kıyaslaması hala siyasilerimizin dilinde. Fakat aynı hamleyi yapıp kendini tekrarlamak anlamsız olur. Bir liradan hangi sıfırı atacağız ki zaten? 3’e veya 4’e bölsek olmaz mı demeyin, sıfırı atılmış paralarda bile eski parayla ne kadar değeri olduğunu anlamak için durup düşünüyoruz, iyice hesaplar birbirine karışır.

Bence, bu sefer daha radikal bir şey yapalım ve biri atalım! Evet, yanlış okumadınız, bir liradan biri atalım diyorum! Adına da “rakamsız türk lirası” deyip RTL kısaltması ile birlikte kullanalım. Sloganımız da “Türkiye birden büyüktür!” olsun. 1 TL’nin biri gidince sıfır kalır. Sıfırın bütün katları yine sıfır olacağı için tek tip bir banknot basılması yeterli olacaktır. Gereksiz kağıt masrafından da kurtulmuş oluruz. Üzerinde değer olmayan boş bir banknot ne ifade eder demeyin. Banknot ne demek, banka notu demek… Herkes kendi RTL kağıdının üstüne, çek yaprağına yazar gibi rakamını yazıp imzalayıp kullansın. Artık bankaların değl, milletin notu geçerli olsun. “Ne paralar gördüm üzerinde değer yok, ne değerler gördüm, hiçbir para ile satın alınamaz” gibi sözlerle de sosyal medyada paylaşımlar yaptırıldı mı tamamdır, herkes artık seve seve yeni parayı kullanacaktır

Tabii ki herkes istediği rakamı yazamayacak merak etmeyin, onu da düşündüm. Öncelikle harkes sahip olduğu serveti altına dönüştürüp Merkez bankasına teslim edecek, hesabındaki altınlar değerinde çekler yazıp alışverişte kullanabilecek. Hem de “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” şeklindeki iktisadi yaklaşım ile de uyumlu olur. Rabia işareti yapan görünmez bir el dengeyi sağlayacaktır. 1’den büyük olduğunu anlayan Türkiye de birden büyümüş olacak. Ne dersiniz, denemeye değmez mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/turkiye-birden-buyuktur_460482

Yerli ve Milli Dolar


Yerli ve milli dolar

Son günlerin en çok konuşulan konularından biri döviz kurlarındaki ani yükselişler.
Özellikle dolarda, Hababam Sınıfı filmindeki beden eğitimi öğretmeni Badi Ekrem karakterinin (Şener Şen) trambolin üzerinde zıplamaya başladıktan sonra “duramıyorum, duramıyorum… çocuklar beni durdurun” dediği sahnedeki gibi hareketlenmeleri gördük.

Petrolden doğalgaza enerji kaynaklarında dışa bağımlı, fazla üretim yapmayan ve yaptığı üretimlerde kullandığı pek çok şeyi ithal eden bir ülke haline geldik. Dış ticaretimizin büyük bölümü dolara endeksli. Akaryakıt fiyatları dolara bağlı artış gösterdiği zaman, kademeli olarak ülkedeki bütün mal ve hizmetlerin maliyeti artıyor tabi. Artan maliyetler de zam olarak geliyor bize…

DOLAR’IN ATEŞİ NASIL YÜKSELİR?

Elinde yeteri kadar dolar olmayan ve başkalarının dolarlarının insafına kendini bırakan yerlerde öyle bir hal olur ki, delinin biri “Benim adım Trump, her yere roket ataram!” diye tweet atsa dolar coşabilir, öteki facebook üzerinden “Putin derler adıma, kök söktürürüm adama” diye cevap verse zirvelere çıkabilir. Yabancı yatırımcılar parasını çekip çıkarsa yükselir, yerli sermaye dışarı giderse yükselir, herkes dolar almaya koşarsa yükselir. Kısaca arz-talep dengesine göre davranır. Halen arz eden taraf olmadığımız için dengeleyebileceğimiz unsur taleptir. Talep de at gibidir; neyden ne zaman korkacağı, nasıl davranacağı belli değildir.

Kur düşük seyrederken döviz rezervlerini dolduran, rekor değerlere ulaştığında ise piyasaya müdahale bahanesiyle yüksek fiyatlardan satan Merkez Bankası ateşi düşürmeye çalışır. Günde böyle üç defa iş yapsa… fena da para kazanmaz hani! Kazandığı parayı da, Allah bilir, bir türlü düşürmediği faize veriyordur! Peki, resmî olarak doları sabitleyemez miyiz?  Meselâ bir dolar=3 TL olacak şekilde sabitlense, Pi sayısı üzerinden “Pi’ dolar kaç para eder?” diyerek espri yapacak adamlar çıkacak. (cevabını ben söyleyeyim 9 TL yapar). Devlet o fiyattan satar da, alabilir mi bilmiyorum. Karaborsada kaç katına çıkar, Allah bilir…

ÇÖZÜM: YMD!

Evet, her konuda olduğu gibi, yerli ve millî bir ürün olarak kendi ABD Dolar’ımızı basabilirsek elimiz çok rahatlardı. İstediğimiz kadar piyasaya sürüp ateşini kontrol altına alabilirdik. “Hiç olmadığımız kadar yakın” hâle geldiğimiz ABD’den rica edersek belki izin verebilir. Vaktiyle, düşmanı olan ülkelerle gizlice ticaret yapıp açıktan para veremediği için dolar basmasına izin verdiği söyleniyor, günahı söyleyenlerin boynuna! Kısaca YMD diyebileceğimiz yerli ve millî dolar’lar için sloganımız da hazır: “YMD yanında yat!” Bu slogan bilinçaltı bir mesaj ihtiva ediyor olup, parayı çarçur etmeden yastık altında tutmaya da teşvik edecektir. Ucuz ucuz alacağımız dolarların parası ülke içerisinde kalır, ekonomimizi şer ve fitne odağı dış mihrakların tasallutundan da korumuş oluruz. Ne dersiniz, denemeye değmez mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-dolar_459175

"Evrenkentsel" Dönüşüm

Evrenkentsel Dönüşüm

Gün geçmiyor ki, eğitime ya da akademik dünyaya dair bir yeniden düzenleme haberi gelmesin.
Sistemler, sınavlar ve müfredatlar borsa gibi oldu. Bakanlık sitesinde başarılarından dolayı övülen bir sınav, bir bakıyorsun,  ertesi gün kendisi hakkında verilen cumhurbaşkanı beyanı sonrası tepetaklak olmuş ve kaldırılmış olabiliyor. Skandal ifadeler barındırdığı anlaşılan ve haberleri ayyuka çıkan ders kitapları toplatılıyor. Kimsenin ve hiçbir şeyin yeri garanti değil.

Üniversitelerle ilgili olarak geçen hafta önce Boğaziçi Üniversitesi’nin yerli ve milli değerlere yaslanamadığı eleştirisi geldi. Tam olarak söylenen şu: “Boğaziçi Üniversitesi halen ülkemizin en prestijli okullarından biridir. Ancak gönlümüzden geçen konuma da ulaşamamıştır”Ardından yardımcı doçentlik ünvanının kaldılrılacağı ifade edildi. Konu ile ilgili bir düzenlemenin Meclis’e getirileceği söylendi. KHK ile çözmek dururken neden Meclis’e getirmek gibi gereksiz bir uygulama takip edilecek anlaşılır gibi değil.

12 Eylül askeri darbesinin uygulayıcıları ile benzer metodları takip eden hükümetimiz Türkçe karşılığı “evrenkent”  olarak da verilmiş üniversitelerde “evrenkentsel dönüşüm” kararı çıkarabilir bu konuşmadan. Olmaz demeyin, cumhur reisi sportif bir başarı hedefi olarak “bu sene kupayı kaldıracağız” dese bile “ne olur ne olmaz, başımıza bir şey gelmesin, kaldıracağız diyorsa hemen kaldıralım” diyerek ilgili kupayı yürürlükten kaldıracak bürokrat ve siyasetçilerimiz varken…

Üniversitenin konumunun beğenilmediğini duyunca belediyeler de hemen şehirlerde bulunan bütün üniversiteleri barındıran dev bir kampüste toplayıp adına “şehir üniversiteleri” diyebilir. Devlet üniversitelerin hem sahibi, hem de kiracısı olacak şekilde bu şehir üniversiteleri 35 yıllığına özel şirketlere devredilebilir. Hazine destekli öğrenci garantisi de verilirse çok iyi olur. Gönlümüzde olmayan eski konumları, gerekli imar düzenlemeleri yapılarak alışveriş merkezleri ve rezidans gibi kârlı projelerle değerlendirilebilir.

Hamdolsun, üniversitelerimizin tamamı Boğaziçi gibi değil. En yerli ve en milli değerimiz olan aileye yaslanan üniversitelerimiz her geçen gün daha da artıyor. Ailesini ve yakınlarını üniversite kadrolarına yerleştiren rektörlerimiz epeydir haberlere konu oluyor. Pamukkale Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Bağ eşini İslami İlimler Enstitüsü’ne sekreter olarak atadı mesela…
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi rektörü Prof. Alim Yıldız’ın da yeğenlerini sekreter, müdür olarak işe aldığı öne sürüldü.

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Türk’ün üniversitede önemli bölüm ve birimlerin başına akrabalarının gelmesini sağlayarak senatoda 7 oy hakkına sahip olduğu haberleri çıktı. Rektör Türk’ün akrabası Prof. Dr. Sabri Ulukanlı’yı Rektör Yardımcısı, Ulukanlı’nın biyolog eşi Prof. Dr. Zeynep Ulukanlı’yı Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Vekili, yine akrabası Doç. Dr. Bülent Öz’ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Öz’ün eşi Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Doç. Dr. A. Ayşe Tülin Öz’ü  ‘Sağlık Bilimleri Yüksekokulu Müdürü’ olarak atadığı ileri sürüldü.

Son örneğimiz Şanlıurfa’dan: Prof. Dr. Ali Sarıışık’ın, Harran Üniversitesi Rektör Yardımcısı olduktan sonra neredeyse tüm ailesini üniversiteye yerleştirdiği ortaya çıktı. Sarıışık, kardeşinin yüksekokul müdürlüğüne getirilmesine yardımcı olurken, kızını Almanca okutmanı yaptı. Oğul Sarıışık ise üniversitenin “yabancı öğrenci sınavı”nı “kazanarak” tıp fakültesine girdi. Yerli değerlere yaslanan rektörün Yabancı Öğrenci Sınavı’nı kullandırması hoş olmamış tabii…

Gazetelere ve sosyal medyaya haber konusu olduktan ve çokça tepki aldıktan sonra yukarıda sayılan bazı keyfi atamalar iptal edildi, kimi kendi istifa etti. Liyakatin önemsenmediği, akademik kadroların siyasi mülahazalar çerçevesinde oluşturulduğu üniversitelerde bilimsel çalışmalardan uzaklaşılır. Hz. Nuh zamanında geçekleşen “tufan” meselesini bugünün teknolojisi ile açıklamaya çalışanlar çıkar. Utanmasa, adına “tuphone” diyeceği bir tufan cep telefonu kullanıldığını iddia eder. O güne kadar yapılmış ilk geminin kullandığı bağlantı hızının 3G mi yoksa 4.5G mi olduğunu tartışır. Hz. Nuh’un oğlu Kanan ile “Nokia’ynan”, diğer oğlu Sam ile “Samsung” telefonla konuştuğunu söyler. Halbuki adı mucize olan olaylar, nübüvvet delili olarak kullanılıp insanları Allah’ın dinine davet etmek, insanlara vizyon çizmek gibi pek çok hikmetleri barındıran, insanların yapmakta ve açıklamakta aciz olduğu harikalardır ve içinde bulunulan günün teknolojik imkanlarıyla açıklamaya kalkmak yanlış olur.

Evrenkentsel dönüşüm çalışmaları esnasında “liya”kat izni yükseklere çekilmezse, çekeceğimiz var demektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/evrenkentsel-donusum_451246

Yerli ve Milli Bitcoin

Yerli ve milli bitcoin

KHK, OHAL’in başıdır. Hükümet dahi her işine KHK ile başlar oldu.
KHK’nın ne bitmez tükenmez bir kuvvet kaynağı olduğunu anlamak isteyen temsil-i demokrasimize bakabilir; şu ana kadar, evlilik programlarından trafiği düzenleyen kanunlara, dalgıç ve kurbağa adam hizmetlerinden Tababet ve Şuabatı San’atların Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’a kadar pek çok kanun, bir kararname kolaylığı ile şak diye düzenlendi. Muktedir “KHK” der, koca bir ilçeyi kolaylıkla yerinden kaldırıp başka bir yere taşır.

Geçen haftaki yazıda bahsettiğimiz bitcoinlerin millîleştirilmesi konusu da bir KHK ile çok kolay halledilebilecek bir şeydir. Şimdi, piyasada dolaşımda bulunan bitcoinlerin tamamı, algoritması ve kısaca bütün aksamıyla satın alınıp kendisine millî bir hüviyet kazandırılması hususunda KHK çıkarsa sonrasında işleyebilecek süreçlere dair tahmin yürütmeye çalışalım:
 
Teknolojik bir yönünün olması ve karmaşık yapısı sebebiyle bitcoine tereddütlü yaklaşan halkın teveccühünü çekmek lâzımdır. Bunun için önce bitcoin ve bilişim teknolojilerinin yerliliği ve neden millî olması gerektiği konusunda konuşmalar yapılır. Meselâ;
“Bakınız, tarihteki ilk sızma testi Anadolu’da yapıldı, haberiniz yok tabi, okullarda öğretilmiyor bunlar.
Türküsü bile var: ‘Su sızıyor sızıyor, taşların arasından’. ‘Nesnelerin interneti’ diyorlar ya şimdi moda olmuş, bu fikir de bizim topraklarda yeşerdi, ne diyor şair: ‘Her nesnenin bir bit imi var ama…’ bulmaca çözenleriniz bilir, ‘im’ işaret, iz demek. Yaaa, şaşırdınız değil mi? Bitcoin de hamdolsun artık biz’im’ olacak. Biraz geçmişe gidiyorum, Doğu Roma meselâ… Nasıl yazılıyor kitaplarda ‘D. Roma’. CD-Rom’a ne kadar benziyor değil mi? Daha da eskisi Lidyalılar. Yahu para bu topraklarda keşfedilmiş. Anadolu’dan geçen bu kadar medeniyet ne olmuş, buharlaşmış olabilir mi?

Şimdi bakıyorsunuz, dünyanın bütün bilgisayarlarında çıkarılabilen bir maden bu. Her yerde çıkıyor da bizim memlekette şimdiye kadar neden çıkmıyordu? Aslında dünyanın en büyük bitcoin rezervleri bizde, ama bugüne kadar koalisyon hükümetlerini kandırdılar ve çıkarttırmadılar! Sayko’nun Piko’nun çizdiği sınırlar haritada kalır, gönüllere sınır konamaz! ‘Bitratejik Derinlik’ politikalarımız sayesinde Ortadoğu’da oyun kurucu oluyoruz.”

Bitcoin işletmeleri, madencilik faaliyetinden dolayı Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü bünyesine verilir. Kamuya ait bir maden işletmesi olarak hayata başlar. İşçi alımı olur, istihdam artar. Muhtemelen siyasiler akrabalarını buraya bolca yerleştireceği için kadrolar zamanla şişer, ücretler düşürülür. Üretim düşer, maliyetler yükselir ve verim azalır. Kimse memnun kalmaz artık. Muhalefet sert bir şekilde eleştirir. Cumhurbaşkanı “bu zata beş coin verin, kaybeder geri gelir” diyerek eleştirileri savuşturur. Sonra, iktidar “neden özelleştirmiyoruz bu işletmeleri?” diye sorarak radikal bir karar alır. Muhalefet bu sefer kamu işletmesinin, hele de para arzı yapan işletmenin yan- daş firmalara peşkeş çekileceği gerekçesiyle özelleştirilmesini sertçe eleştirir.

Özelleştirilir ve işçi sayısı üçte birine düşer. İhaleyi kazanan firmaya 55 yıllığına maden çıkarma garantisi verilir, çıkarılan madenlerin alınması taahhüt edilir. Vatan sathındaki bütün düğünlerde altın takmak yasaklanır. Tam, yarım, çeyrek gibi bitcoinler piyasaya sürülür. “Beşi bir yerde” altınlara mukabil “baytı bir yerde” olan “bytecoin” kullanılır (bilgi sistemlerinde 8 bit bir byte eder). Bakmayın, kayıtdışı altın yerine tamamen kaydı sistemlerde dolaşan coinlerin kullanımı iyi olur bir yerde.

Taşeron işçilerin problemleri gündeme gelir. Aslında burada çalışan işçilere siberon demek daha uygun olur belki, olay siber madenlerde geçiyor çünkü. Günün birinde bot hesaplarla siber saldırılara maruz kalır. Siber Olaylara Müdahale Ekibi (SOME) yetersiz kalır ve madenlerde SOME faciası yaşanır. Aralık ayında gerçekleşen bu olaya Coin-7 Aralık operasyonu denir. Bot kutularında megabaytlarca bitcoin ele geçirilir. Enerji bakanı artık Siberat Alkaynak mı olur, Bitaner Yıldız mı olur bilemem, 3 gün boyunca aynı gömleği giyerek kameralar karşısına çıkar. “Tahminim 300 milyar dolar ile zararı kapatırız” der.

Devletin tepesi, kurucusu olduğu söylenen Satoshi Nakamoto’ya gönderme yaparak “Satoshi’nin bizi satışı, kandırışı, aldatışı olmuştur. Önce Rabbim, sonra milletim bizi affetsin” açıklaması gelir. BİTÖ diye yeni bir terör örgütü ilân edilir. “B” serisi bir bit’lik coin bulunduran veya “bitlock” programını kullanan herkes bu örgüte mensup sayılır ve tutuklanır…

***

Çok mu film izliyorum nedir, gerçekleşmesi mümkün olmayan yukarıdaki gibi senaryolar aklıma geliyor işte…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-bitcoin_450060

Elon Musk Ziyareti

Elon Musk Ziyareti

Geçtiğimiz haftanın en dikkat çekici olaylarından biri, girişimcilik ve teknoloji konularında akla ilk gelen ve yenilikçi projeleri ile bilinen Elon Musk’ın Türkiye ziyareti oldu. Ziyarette konuşulan konularla ilgili fazla bir ayrıntı verilmese de, Türksat 5A ve 5B uydularının uzaya fırlatılması, Elon Musk’ın sahibi olduğu SpaceX firmasının bu konuda tedarikçi olup olmayacağı, uzayla ilgili projelerde yapılabilecek işbirliği ve elektrikli araçlar gibi konuların gündeme geldiği söylendi.
Hemen akabinde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Türk astronotu yetiştirmek için çeşitli ülkelerden teklifler aldıklarını açıkladı.

Yıllar önce göklere çıktığı söylenen yerli uçağımız gibi sadece seçim çalışmalarında afiş süsleme işinde kullanılmayacaksa, bu tarz çalışmalar önemli ve gereklidir. Uzun vadede neticeleri ancak alınabilecek ve masrafları çok yüksek çalışmalardan bahsediyoruz. Bakan’ın ifadesine göre Japonların teklifinde bir astronot yetiştirme maliyeti 25 milyon dolar olarak belirtilmiş. Son 15 yılda defalarca değişen ve en son nitelikli-niteliksiz okul tartışmaları ile gündeme gelen, PISA gibi uluslararı sınavlardaki başarısız sonuçlarla “niteliğini” gösteren eğitim sistemimiz, tulumbada suyun bittiği açıklamaları, 400 milyar doları geçen dış borçlar ve son dönemlerde ekonomik kırılganlık konusunda ilk beş ülke arasında olmamız sebebiyle kaynak ayırmada yaşanabilecek zorluk ve siyaseten yorulmuş kadrolarla bu projeleri hayata geçirmek mümkün olabilir mi? Kısaca, müspet netice için eğitimde nitelik, cepte metelik ve idarecilerdeki dinçlik metalik olmalıdır.

Vatandaşa ucuz et yedirmek için yabancı ülkelerle anlaşan ve et ithal eden yöneticilerimiz, roket konusunda da ucuz maliyet arayışıyla Musk ile görüşmüş olabilir. Bilindiği gibi SpaceX firması yeniden kullanılabilir araçlar geliştirmeye ve böylece uzay seyahatlerindeki maliyeti düşürmeye çalışıyor. Ucuz etin yahnisi hakkında çok olumlu kanaatler bulunmadığı açıktır. Ucuz roket neler getirecektir şimdilik bilmiyoruz, uydularımızı da götürmesini bekliyoruz. Tam da bu noktada, aklıma bir kaç soru geldi: University of Pennsylvania, School of Arts and Sciences’da fizik alanında lisans eğitimi alan Musk’a ne kadar güvenilebilir? Ya soyadının okunuşundaki gibi maske takıyor ve gizli emellerini bizden saklıyorsa? Elin adamı sonuçta… Pennsylvania’da okurken “masklube” partilerine katılmadığını nereden bilelim? Türksat 5A uydusunun yer alacağı roketi iyi kontrol etmek lazım derim. İsmi “A” harfi ile başlayan bir uzay imamı rokette gizlenmiş olabilir. Yakalandığında da “Mars’a bakmaya gidiyordum” diyebilir.

İthal mallarla piyasayı düzenlemeyi düşünen hükümetimiz teknoloji konusunda da aynısını yapsa nasıl olur? Ucuz etin devlet eliyle satıldığı marketlerde acaba ucuz telefon da satılabilir mi mesela? Hatta, o marketlerden birinin, piyasada bilinirliği yüksek ve marka değeri olan ürünlerin ikamesini üretip satarken kullandığı strateji takip edilerek “La phone ten” ismiyle de pazarlanabilir. “La phone ten” marka telefonlar da “Fabble” isimli yerli ve milli şirket tarafından üretilebilir. Saab firmasına 40 milyon euro verip bir araç prototipi alındığı gibi Apple firmasına da aynı şekilde para verilip yerli ve milli telefon prototipi satın alınabilir. Hatta adı masalları andıran “La phone ten” değil, “Uzayfon-İks” gibi daha yerli bir kelime olarak seçilebilir. Tek proje ile hem uzay hem de telefon teknolojilerine göz kırpılmış olur.

***

NEO-KEMALİSLAMİST AKIM

Hükümet partisinin son zamanlarda “Ne o, Kemalist ideolojiyle siyasal islamı mı entegre etmeye çalışıyorsunuz?” sorusunu sorduran tutum ve davranışlarına kısaca “neo-kemalislamist akım” denir.
Bu akımın en büyük tezahürleri 10 Kasım civarlarında hissedilmeye başlanmıştır. Malum olduğu üzere, bu seneki 10 Kasım, Cuma gününe denk gelmiştir. Yıllardır geçilmekte olan kış saatini bir kararname ile değiştiren, Danıştay’dan gelen kararı tanımadan Meclis’ten geçirdiği yeni bir torba yasayla bunu kalıcı olarak hükme bağlayan hükümet, bundan sonraki bütün 10 Kasım’ların Cuma gününe denk gelmesini sağlayacak yerli ve milli bir takvim arayışına girerse hiç şaşırmayacağım. Merak ettim; “uzay, zaman” derken, Elon Musk ile böyle bir takvim konusu da konuşulmuş olabilir mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/elon-musk-ziyareti_446473

Yerli Bir Uçak: AK-330

Geçtiğimiz hafta, AK-330 tipi bir uçağa bindirilen tam 330 akademisyen, KHK-686 sefer sayılı uçuşla üniversitelerden uzaklaştırıldı.
 
AK-330 yerli bir uçak modelidir. Hayır, aklınıza 2011 yılı seçimlerinde bilbordları süsleyen ve göklerde olduğu söylenen uçak gelmesin, o değil. Araçlık hayatına bir tramvay olarak başlayan, uçuk bir fikirle iki tane kanat takılarak uçacağı sanılmış demokrasinin bir modelidir. Yerlidir. O kadar yerlidir ki, yerden kalktığı hâlâ görülmemiştir. “FairBAAS” firmasının ürünüdür. Yerliliğin yanında millî midir? Bilemedim şimdi, kanat takarak ilk uçan insanlardan birinin Hezarfen Ahmet Çelebi oluşu iki kanat takılmış ve uçabilen herşeye millîlik katar mı? Ayrıca “millî” sözü öyle yersizce ve hunharca kullanıldı ki son zamanlarda… Adam Çin’de yapılmış parçaları tek tek toplayıp ithal ediyor, burada birleştirip bitmiş ürün haline getiriyor ve bunun adı millîleştirme oluyor. Siyasilerimiz ne zaman bir üründen bahsedip yanına millî sıfatını iliştirse, aklıma “gözlerine mil çekilmiş ama gibi evler” mısrası geliyor. “Sanıyorum, her sokak başını kesmiş” siyasî devler var, “yerli ve millî filanca şey” diye milleti kandırıp, hayalî projeler anlatarak insanların gözlerini mil ile dolduruyor ve kör ediyorlar… Esas “millî”, onları dinleyip körleşmiş insanlar oluyor.

Ülkemizde yaşanan darbe girişimi, muhtıra, ihtilâl ve benzeri yollarla zorla idareci veya idarenin değiştirildiği dönemler olmuştur. Her bir değişiklikte muktedirler devlet kadrolarını kendi fikirlerine uygun adamlarla doldurmak istemiş ve ona göre önce tasfiye işlemleri yapmıştır. Ancak hiçbir dönemde şimdiki gibi tek seferde 330 akademisyen sayısına ulaşılamamıştır. Tasfiye edilenlerin çoğunluğu sol fikirlere mensup gibi görünse de, dindar kişiliği ile tanınan akademisyenlerin de varlığı, muhalif duruş sergileyen herkesin hedef alındığı intibaını uyandırıyor; Barış Bildirisi’ne imza atan ve imzasını çekmeyen herkes var. Barış Bildirisine attığı imza sebebiyle linç kampanyalarına kurban giden akademisyenlere yardımcı olmak için destek bildirisi yayınlayan ve altına imza atanlar var, HAS Parti’nin kurucularından muhafazakâr kimliği ile bilinen biri de var. Akademi çevresi Barış Bildirisi yayınladığı zamanlarda, akan dem istemek, hem de oluk oluk akacağını söyleyip bu kanla duş alacağını ifade etmekte ise bir beis görülmemişti.

AK-330 uçağına alınmamış kişiler tarafından “Varış İçin Akademisyenler bildirisi” olsa keşke… Bu uçuşun, bu gidişin nereye varacağı konusunda endişelerini dile getirseler bildiride. Her kesimden itiraz yükselince hükümet yetkilileri “YÖK ve üniversiteler bize liste verdi” dedi. YÖK de mağdur olduğunu düşünen kişilerin KHK mağduriyet komisyonuna başvurmaları gerektiğini ve suçsuzlarsa muhakkak bunun anlaşılacağı gibisinden bir açıklama yaptı.

Yanlış anlaşılmasın, sayıları yüzbini geçen memuriyetten ihraç vak’alarına dair bahsedilen pek çok mağduriyet hikâyesi var. Hakkın büyüğü küçüğü olmaz, hak haktır. Lâkin toplum nezdinde bilinirliği çok olan kişilerin yaşadığı mağduriyetlerin ispatlanması ve görülmesi daha kolaydır. Hele ki, eğitim alanında uluslar arası sınavlarda aldığımız puanlar ve onbeş yıldır en zayıf halkamızın eğitim ve kültür olduğuna dair itiraflar, bu alanda atılacak yanlış adımların neticesinin vahim olacağının göstergesidir.

Dünya, sürücüsüz ve çevre dostu arabalar, nesnelerin interneti, sanayi 4.0, insan beyni ile bilgisayarlar vasıtasıyla iletişim ve Mars’a yolculuk gibi konuları tartışırken biz elimizdeki bütün insan kaynaklarını siyasî mülâhazalarla eritiyor ve yönetim mekanizmalarımızın bütün yetkilerini tek bir kişiye bağlamayı tartışıyorsak, almamız gereken çok yol var demektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-bir-ucak-ak-330_423674

Yerli ve Milli UFO

Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız bazı klişeler vardır; psikolojisi bozuk seri katiller, karmaşık düzenekleri aşmayı başararak yapılan soygunlar, içlerinden geçilerek kaçılabilen havalandırma sistemleri, içini ninja kaplumbağaların mesken edinebileceği, iki adam boyu yarıçaplı kanalizasyon tünelleri gibi…
Bu vesile ile Birleşik Devletler’in alt yapı sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğu, havalandırma, yangın söndürme gibi otomasyon gerektiren sistemlerin, bilgi teknolojilerinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak uzaktan ve merkezi olarak kontrol edildiği fikri bilinç altına işlenir.

Ben bu filmlere baktığım zaman içlenirim. Çünkü insan hayatının önceliklendiği bir hayat tarzının ifadesidir, malzemenin ve teknolojinin en yenisi ve en kalitelisi kamu hizmetlerinde kullanılmaktadır. Aslına bakarsanız, bu filmler kullanılarak dünya insanlarına da çeşitli mesajlar veriliyor. Mevcut gündem konuları, ABD’nin ulusal çıkarları veya küresel hesapları doğrultusunda gerektiğinde çarpıtılarak yorumlanabiliyor. Vatandaşlarına “kuşa bak, kuşa” demek için, içine gerçek askerî kaynak veya ulusal güvenlik uzmanı karıştırarak UFO hikâyeleri yayıyorlar meselâ. “Selâm dünyalı, biz dostuz” diyen uzaylıların filmleri çekilir ve gündem değişir.
Bizim ülkemizde gündem değiştirmek için bugüne kadar hep farklı yöntemler kullanıldı.

Meselâ 34 sivilin vefat ettiği Uludere vak’asından sonra, “Kürt açılımı, Kürt ajitasyonu… kürtaj… evet kürtaj!” şeklinde bir akıl yürütme sonucu olduğu izlenimini verecek şekilde, gündem kürtaj konusuna çekildi ve “her kürtaj bir Uludere’dir” denildi. Kahve köşelerinin muhabbet değiştirme sözü olan “ne olacak bu Fenerin hali?” sorusunun siyaseten muadili “bizim millî içkimiz ayrandır” olmuştur. Sıkışık gündemlerin can simididir.

Küresel “riyaset” kulvarında yedi düvele karşı yarıştığımız şu “ustalık” günlerinde, vizyonumuzla bağdaşır tarzda gündem değiştirme faaliyetleri ihtiyacı ayyuka çıkmıştı ki, yüreklere su serpen iki gelişme peşi sıra oldu. İlkinde, Orman ve Su işleri Bakanımız Veysel Eroğlu “NASA da kim? Biz onlardan iyiyiz!” diyerek, 2023 hedeflerimize yakışır şekilde tartışma düzlemini uzaysal koordinatlara taşıdı. NASA ile karşılaştırılma ve NASA’nın buna adamakıllı cevap vermesi, ülke çapında inanılmaz bir özgüven patlamasına neden oldu. Aradan daha bir buçuk ay geçmişti ki, THY’nin Bodrum-İstanbul seferini yapan TK-2525 sefer sayılı uçağının pilotları, Silivri semalarında uçarken kuleye “Üzerimizden 2 bin veya 3 bin feetten (600-900 metre) tanımlanamayan bir cisim yeşil ışık saçarak önümüzden kat etti. Birdenbire kayboldu. Muhtemel UFO diye tahmin ediyoruz” diyerek bir UFO raporu verdiler.

Önceki yıllarda köylülerimiz tarafından taşla karşılanan UFO’ya nazaran, daha sağlam bir hikâyesi var. Bir kere, hemen öncesinde zihinler uzaysal tartışmalara hazırlandı. Pilotların konuşmalarının kaydı var ve aynı gün Muğla’nın Fethiye ilçesine tatile giden bir vatandaş da aynı evsafa sahip bir cisim gördüğünü söylemiş.
Turizm konusunda ciddî sıkıntı çektiğimiz bu günlerde bu haber çok umut verici duruyor. Arkasında “yaklaşma UFO’lursun, geçme pişman olursun” yazıyor mu, henüz bilmiyoruz, ama o yeşil rengiyle millî sıfatını sonuna kadar hak ediyor bana göre. Silivri gibi “derinliği” meşhur bir konumda görülmesi de kaynağının yerli olduğu hakkında yeterince fikir veriyor. İktidar partisi bir sonraki seçimlere “Hamdolsun, ilk yerli ve millî UFO’muz göklerde; filmdi, gerçek oldu” yazılı pankartlarla girerse hiç şaşırmayacağım. Kayıtlara geçen yerli ve millî ilk UFO’muz vatana millete hayırlı ve uğurlu olsun, bol bol turist getirsin inşallah.

Yerli ve millî bir UFO kavramı ister istemez, çalışmayan uzay gemisinin yokuştan vurdurulması, akşam gemiden inerken kara kutunun sökülerek elde eve taşınması, gemi arkası hayatın anlamına dair vurucu arabesk ifadeler, “saatte kaç km yapabiliyor bu makine?” ve “çok mu yakıyor?” gibi soruları akla getiriyor. Yani gündem değişikliği için birebir, malzeme bol. Artık bu fikre odaklanıp Türk sinemasında da kendi UFO’muzu işleyen yapımlar görebiliriz.

Benim şahsî fikrimi soracak olursanız bu yeşil cisim, yükselen yeni sermayenin dayandığı yeşil renkli emlâk balonunu simgelemektedir. Yükseklere çıktıkça basınç düşer, dış basıncı dengelemeye çalışan iç basınç dayanamaz ve balon patlar. 20 bin fit seviyelerinde görüldüyse vay halimize!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-ve-milli-ufo_398704
Yayın Tarihi: 30 Mayıs 2016

Muhtar Antino Filmleri


Muhtar, genel idarenin en küçük yerleşim birimindeki temsilcisidir.
Devleti temsil eder yani. Seçimle göreve gelir ve görev süresi 5 yıldır.

Yakın zamanlara kadar bir köyün en önemli adamlarından biri iken, haberleşme teknolojilerinin gelişmesine bağlı olarak elektronik bilgi ve belge işleme imkânlarının artmasıyla, muhtarlık müessesesi eski önemini kaybeder gibi oldu. Doğum ve ölüm olaylarının kaydedilmesi ile ikamet değişikliklerinin işlenmesi artık nüfus müdürlüklerinin kontrolünde.

Muhtarlık müessesesi tam iyice gözden düştü derken, muhtarlar Cumhurbaşkanı tarafından toplantılara çağrılmaya başlandı. Neredeyse her hafta 400 muhtar toplantıya geliyor oldu, diyelim 400 olmadı da 330 muhtar gelebildiyse, o da olumlu karşılandı. Şu ana kadar 19 muhtar toplantısı gerçekleşmiş durumda. Muhtarlar Federasyonu eldeki muhtar stoklarının azalmasını mesele etmemeli bence, Muhtarlar henüz bitmemişken Kaymakamlar da toplantılara çağrılır oldu.

Kaymakamlarla yapılan toplantıda kendilerine “mevzuatı bir kenara koyun” denildi. Mevzuat denilen şey, kalın kalın ciltlerden oluşan bir külliyat olabiliyor. “Neresinden tutup neresinden bırakalım?” ikilemi yaşamamak için bütün mevzuatı bir kenara koyacak Kaymakamlar da çıkacaktır. Kaymakamlık binaları bunun için elverişli olabilir, ama Muhtarlar bu konuda çok zorlanacak gibi. Muhtarlık odaları çok küçük, devletin yer göstermesi lâzım bu konuda.

Toplantılar Salı günleri yapılıyor, yani hafta içi bir gün… Uzaktan gelenler en az bir gün boyunca ikametgâh ilmuhaberi veremiyorlar vatandaşa. Nüfus Müdürlüğünden alıyor ihtiyacı olan. Hem orada ikametgâha para da almadıklarını öğrenmiş oluyor vatandaş, güzel bir hizmet oluyor. E-devlet üzerinden de ikametgâh alınabildiğini ben de bu vesileyle, duymamış olanlara duyurmuş olayım.

Salı günlerinin bir diğer özelliği, mecliste temsil edilen partilerin grup toplantılarının yapılması. Muhtar toplantıları ahval-i âlemi değerlendirme ile başlayıp “dosta güven, düşmana korku veren” bir konuşma ile devam etme mahiyetinde tezahür edince, kimse parti toplantılarını dinlemez oluyor. “Acaba bugün kime ‘ayar’ verilecek?” merakıyla dinlenen toplantılarda “parlamenter sistemi fetiş haline getiren anlayış”lardan bahsedildiği de görülmektedir. Bu cümlenin, elindeki muhtar çakmağı ile ilişkili olabilecek ve şimdi adını burada zikretmenin doğru olmayacağı bir ürüne ait bir marka ile ilgili olduğunu düşünen muhtarlarımızın olmadığını kimse söyleyemez diye düşünüyorum. “Fetiş” kısmının “paralelle mücadele” çağrışımından hiç bahsetmiyorum bile…

Tam da bu noktada aklıma Reis-i Cumhur-u Muz geldi. Önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim bu ülkeden. Muz Cumhuriyetinin Reis-i Cumhurunun adı Muhtar Antino’dur. Ülkenin her bakımdan yönetimini üstlenmiştir, film yönetmenliği dahil! Baş yönetmen, başkomutan, başöğretmen, başhekim ve baş ön ekini alabilecek her türlü sıfat kendisinde toplanmıştır.Filmlerinden, Quentin Tarantino’dan çok etkilendiği anlaşılabilir, bolca aksiyon vardır. Muhtar Antino, yazıp yönettiği filmlerde oyunculuk da yapar. Zaman atlamaları ile meşhur olmuştur. Bir bakıyorsunuz “şöyle bir geçmişe bakıyorum…” deyip 1800’lere gitmiş, bir bakıyorsunuz gelecekten sahneler sunuyor. Mafya hesaplaşmalarına ve güç savaşlarına yer verir. Filmleri şiddet sahneleri ihtiva eder ve etrafa bol bol kan sıçradığı görülür. En meşhur eseri olan “Killi Milli”, bir toprak mücadelesini anlatan ilk yerli filmdir.

Başlıca filmleri:

İnlerarası: Paralel evrenleri kullanarak inlerarası ve sıradışı bir yolculuğa çıkan birinin hikâyesi. Zaman atlamaları bolca yapılmıştır.

Pahalı Şiir: Tehlikeli bir şiir okuyup hayatı değişen bir insan anlatılıyor. Bir harfin bir kelimeyi, bir kelimenin bir şiiri, bir şiirin bir insanı, bir insanın da bir ülkeyi yakabilecek etkileri olabileceğini anlatan, duygusal yoğunluğu fazla bir film.

RTErvuar Köpekleri: En kanlı filmidir. Birbiriyle ilgisiz menfaat avcısının yolları kesişir. Kimin kime silâh çektiği ve kimi tehdit ettiği belli değildir. Meksika açmazının bolca örnekleri görülür.

Dünya Orta Oyunu: Kaybettiği yüzüğü bulmak için tozu dumana katan Savuran isimli hükümdarın hikâyesidir. En fantastik filmidir ve aksiyon sahneleri ile doludur.

Son olarak, “Killi Milli” filminin devamı niteliğinde olan ve çekimleri devam eden “Kill Büllo” filminden de bahsetmek istiyorum. Bu filmde, ilk filmde killi ve milli toprakları ele geçirip çınar ağacı dikmeyi başaran ekipteki Bülent’in ihanet ettiğini düşünen arkadaşları, cezalandırılması için eski bir tetikçi grubu ile anlaşır. Bol bol kılıç sahnesinin filmde yer alacağı kulislere yansımış durumda, heyecanla bekliyoruz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhtar-antino-filmleri_383980
Tarih: 8 Şubat 2016

Öne Çıkan Yayın

Ego-Nomi

  Ego-nomi Değerli kardeşlerim, Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi d...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: