Bu Blogda Ara

Arşiv

Yüzde Onluk Garaj

Zaman zaman duyarız: “mütevazi bir garajda geliştirilen falanca yazılım-mobil uygulama, filanca algoritma-arama motoru veya feşmekânca işletim sistemi bugün milyarlarca kullanıcıya ulaştı”. Tabi bunların hepsi yurtdışında olur genelde. Sonra da “neden bizde böyle güzel gelişmeler olmaz?” diye sorarız.
Neden olmaz, çünkü gençliğimizin önünde üretici düşünceyi kısıtlayan birtakım engeller var:
Bir kere, ilk ve ortaöğretim çağlarında gençlerimizin önünde sürekli sınav hedefleri var. İlkokul sonunda özel ortaokullara burslu olarak yerleşmek isteyenler okulların sınavlarına giriyor. Ortaokulda TEOG sınavları var. Aslında ortaokul ve lise sınavlarının tamamı bir hedefe matuf; iyi bir üniversitede iyi bir bölüm kazanmak! Aileler de çocukların hayatının tek gerçeği buymuş gibi davranıyorlar. Çocuk bir spora mı meraklı, “üniversiteyi bir kazan, sonra istediğini yaparsın”. Yabancı dil mi öğrenmek istiyor, “nasıl olsa üniversitede hazırlık okursun, orada öğrenirsin”. Haftaiçi okul, haftasonu dersane, kurs veya özel ders derken, çocukların hobi edinmeye zamanı kalmıyor. Anadolu’da bırakın garaj bulmayı, kışın tek odada soba yandığı için rahat bir çalışma ortamı bile bulamıyor.

4+4+4 sistemi ile birlikte, artık lise bittiğinde 18 yaşında olması garanti edilmiş olan gencimizi bekleyen bir başka sürpriz var: GSS primi! “YGS’yi anladık da, ya GSS primi nasıl bir engeldir?” derseniz, devlet gencimize diyor ki: “18 yaşına geldiğine göre artık anan-baban sana bakmak zorunda değil, sigortalarından faydalanamazsın. Kendi sigortanın çaresine kendin bakacaksın.” Gencimiz cevaben “ama ben çalışmıyorum ki, paramı babam veriyor hâlâ… hem daha üniversite sınavına yeni girdik, söz bir yere yerleşeceğim” dese de, kendisine “evine gelir, testimizi yaparız, hem korkma dediğin gibi fakirsen sana prim ödetmeyiz be oğlum!” denir. Gelirler, gelir testi yaparlar ve derler ki “bu evin bir maaşı var, baban zorunda olmasa da sana bakıyor. Yani senin gelirin var. Ailede 4 kişisiniz, böl maaşı dörde, ne etti: 750 TL”. Babasının sigortasını kabul etmeyen devlet, babasının parasını gelir sayıyor ve bu gencimize aylık 65.88 TL tutarında bir prim çıkıyor. Meselâ adam başı gelir 1647 TL ile 3294 TL arasında olsaydı gencimizin aylık ödemesi gereken tutar 197.64 TL olacaktı. Allah muhafaza gelir testi yaptırmayan veya adam başı gelir tutarı 3294 TL ve yukarısı olanlar için sıkı durun: 395.28 TL! Kira gibi yemin ediyorum. Peki karşılığında ne alınıyor bu primin? Doğrudan bir ürün veya hizmet alınmıyor aslında. Yani “ya bir şey olursa” diye peşinen ödenecek bir meblâğ. GSS ile ilgili en güzel ve veciz anlatımı Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde “Beyinsiz Adam” rumuzuyla yazan köşeyezarı yapmış. 12 Ocak 2016 tarihli yazısında “lahmacuncu” analojisi kuran yazar şöyle diyor:

Bir lahmacuncu var, sizi arıyor ve “Kardeş senin için lahmacun hazırladık, istediğin zaman gel al” diyor.
“Hayırdır ne alâka?… İstemiyorum” diyorsunuz. “Biz istiyoruz” diyorlar. Aradan yıllar geçiyor ve lahmacuncu sizi arıyor.
“Kardeş şu lahmacunların parasını ödesen?”
“Ne lahmacunu?”
“Biz üç yıldır her gün sana lahmacun hazırlıyoruz. Aslında hazırlamıyoruz da, istesen hazırlardık yani. Borcun 7 bin lira.”
“Mafya mısınız siz?”
Derken bir gün, açlıktan kırılırken lahmacuncuya gidiyorum. “Ya şu lahmacun hakkımı versenize, zaten almadığım halde borç yazıyorsunuz, bari yiyeyim, karnım aç” diyorum. “Veremeyiz” diyorlar, “önce şimdiye kadar yemediğiniz lahmacunların parasını ödemeniz lâzım”

Geçtiğimiz hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun GSS ile ilgili açıklamaları olmuştu, buna göre; Türkiye genelinde 5 milyon 390 bin 455 kişi, gelir testi yaptırma yükümlülüğünde olmasına rağmen yaptırmamış! Bu durumdaki kişilerin toplam borcu: 10 milyar 962 milyon 923 bin lira! Kişi başı ortalama borç: 2 bin 33 TL. Çoğu bunun farkında değil, farkında olanlar da protesto maksadıyla veya en yakın seçime doğru bir borç silinmesi umudu ile borçlarını ödememekte ve borç günden güne artmakta.
Üniversiteyi kazanıncaya kadar hayatı donduran gençler, üniversite sonrasında da GSS’ye takılmamak için ilk hedef olarak sigortalı bir işe kapak atmayı düşünüyor velâkin bu sefer karşılarına askerlik yapmadıkları gerçeği çıkıyor. Tecrübesiz ve askerliğini yapmamış birine işverenler fazla sıcak bakmazlar tabi. Askerlik, iş derken evlilik yoluna giren bir genç, cesaret, şevk ve azim isteyen girişimcilik kapısını artık kapatmıştır, geçmiş olsun.

Geriye kalıyor üniversite yılları… Ümit ve hayallerin zirvede olduğu bu seneler de öğrenciler için maalesef, maddî olarak yokluk içerisinde geçer. Doğru düzgün ev ve mutfak eşyası alamaz, ama bilgisayarının fiyatı ikinci el bir araba fiyatı ile yarışabilir. Cep telefonları da full aksesuarlı ve son modellerden olur, ancak içerisinde dakikası ve interneti olmaz. Evdeki internet de komşularla ortak kullanılan internet olur ve ayın ilk haftasında adil kullanım kotasının hışmına uğrarlar.

Peki saydığımız bütün engellerden sıyrılarak bir şeyler yapmaya çalışanlar yok mudur? Tabiî ki vardır, ancak onları da bekleyen başka engeller vardır. Meselâ tüzel bir kişilik altında yapılmayan işleri kimse kaale almayacağı için şirket kurulması gerekir. Bu da herkese potansiyel “vergi kaçakçısı” muamelesi yapılan yerde çok zordur. Füze kalkanı alım şartnamesinin bir inşaat projesi şartnamesinden devşirildiği memleketimizde maalesef internet, mobil ve yazılım gibi teknolojik altyapıya dayanan projelere verilen teşvik ve destekler de bu tarz projelerin ruhuna ve özel yapısına uygun olmayabiliyor.

Sonuç olarak, kin ve garez kapıları kapanıp, garaj kapıları gençlerimize açılırsa, küresel projelere ev sahipliği yapabileceğimizi görürüz.
Haydi gençler, garajlara!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yuzde-onluk-garaj_391210
Tarih: 28 Mart 2016

SAP'la Samanı Gelir Zamanı

 “Basın özgürlüğü kırmızı çizgimizdir” demişti Başbakanımız. Oysa hükümet politikalarına muhalefetleriyle meşhur televizyon kanalları ve gazeteler, bir biri ardınca susturuluyor.
Yöntem şu: Önce mahkeme marifetiyle bu işletmelere “kayyım” atanıyor, sonra zarar ettiği gerekçesiyle kapatılıyor. Çizgiler o kadar çoğaldı ki, bir kâğıda yanyana çiziliyor olsa, kâğıdın tamamını kırmızı renk kaplardı ve bir kırmızı kart oluşurdu. Kartı başbakanımıza gösterip sormak istiyorum: “Hâlâ aynı çizgide misiniz?”

Kayyım atamalarını ilk üç gününde ben de destekledim. Sonuçta “bağımsız” yargımızın kararıydı. “Bir kaç sinirli genç” kayyım öfkelenmiş olabilirdi, olaya öyle bakmak lâzımdı. Kesinlikle siyasî olmadığını söylüyordu devlet büyükleri. Meselenin bir kaç ağaç olduğunu sanıyordum hatta. Sonra keyfi işten çıkarmalar, şahsî mülklere el koyma haberleri derken, iş, televizyon ve gazetelerin kapanmasına kadar varınca desteklemekten vazgeçtim.

Zamanın birinde, Diyanet tarafından belirlenen ve bütün camilere gönderilen bir Cuma hutbesinde konu “yaban hayvanlarının hayatının korunması” olunca, imamımız hutbe konusunun cemaatin mistik beklentilerini yerine getiremediğini zannetmiş olmalı ki, konuya biraz daha kutsiyet atfetmek amaçlı olduğunu düşündürecek bir tarzda, “av hayvanları” derken “h” harfini Arapça “ha” sesiyle ve olabildiğince gırtlaktan söylemişti. Maalesef bu hamle gerekli kudsiyyetin elde edilmesini sağlamadığı gibi cemaat arasında gülüşmelere de sebep olmuştu. Kayyımlar vasıtasıyla el koymalara ma’şeri vicdanı rahatlatacak bir gerekçe sağlamayı kendisine görev edinen Sabah gazetesi, şöyle bir haber yaptı: “Boydak Holding’deki aramasını sürdüren polis, holding bünyesinde SAP adı verilen bir işletim sisteminin kullanıldığını belirledi. Yazılımın İpek Koza Grubu ve Kaynak Holding’de kullanılan yazılımla birebir aynı olması dikkat çekti.”

Haberdeki “işletim sistemi” sözünü duyunca “unutulmuş birer birer, eski DOS’lar, eski DOS’lar…” dedim. SAP bir işletim sistemi değildi, ama bir “Kaynak” planlama yazılımıydı. Bu bile yeterli bir itiraf kabul edilebilirdi. Kaynak Holding, hain planlarını bu yazılımla geliştiriyordu demek! Üstelik Alman malı bir yazılımdı. Almanlar, 3. Havaalanını yapacağımızı 40 sene önce hesaplamış olmalıydı ki 1972 yılında SAP firmasını kurmuşlardı. Fransızlar da Almanlar’a kaptırdıkları Alsace-Lorraine’in acısını unutmamışlardı. Öyleyse Fransız tipi yarı başkanlık modeli neden bize uymasındı?

Hemen ardından Akşam gazetesi bir haberinde “Paralelin merkez üssünden ‘hayalet hat’ çıktı. Thin Client adlı cihazla 81 ilden toplanan verilerin Zaman üzerinden Pensilvanya’ya gönderildiği, aynı sistemle Gülen’in talimatlarının yayıldığı belirlendi” dedi. Zaman tersten okununca ne oluyor? Namaz! “Thin Client” bilgisayarlar da o zaman namaz “kılaynt” cihazlar mıydı? Peki mezhepleri neydi, Microsofî miydi Mackî miydi? Bu ayrıntıların hiçbiri haberde yoktu. “Hayalet hat” deyince Akşam okuyucuları, “sevimli hayalet” manasındaki bir bilgisayar markasının ürünlerinin kullanıldığı ve dolayısıyla o markanın “paralelci” olduğu zehabına kapılabilirdi. Haberde eksikler maalesef çoktu. Peki, ideal bir havuz haberi nasıl olurdu?

ALTERNATİF HAVUZ HABERİ METNİ

“Bilgisayarlar incelendiğinde LPT portlarına rastlandı. (Bu portların “paralel port” olarak bilindiğini söylemek lâzım) Ayrıca USB portları iptal edilmiş, “USD” portlar para transferlerinde kullanılmaya başlanmıştı. Bütün bilgiler özel sanal “ağlar” kullanılarak “server”de toplanıyordu (“ağlar deyince aklınıza kim geliyor?” vurgusu yapmak için ağlar kelimesini tırnak içinde yazdım, anlayın). Server, cemaatin bilişim imamının kod adıdır.
Gazete içerisinde sağlıksız ortamlarda yazılım geliştirildiği gözden kaçmadı. Bilgisayar masalarının üstünde duran kocaman fareler, bizi görünce saklanmadı bile. Kafasının sekiz bitlik işlemciyle çalıştığı anlaşılan yazılımcı “Bu yazılımları evde çocuklarınıza gönül rahatlığıyla kullandırabiliyor musunuz?” şeklindeki sorumuzu da cevapsız bıraktı.

Ablalarda “Apple”

Ablaların kaldığı yurt binalarında Apple cihazları bulundu. Apple efemine ürün ve sistem isimleriyle adeta Türk milletinin yerli ve millî ahlâkını bozmak için çalışan bir firmadır. İlk bilgisayarının ismi “macintosh” gibi hafifmeşrep bir kelime, hadi bunu bir kenara yazalım. Sonraki nesil ürünlerin isimlerinin “ay” ön eki ile başlıyor olması ve işletim sisteminin isminin “ayos” olması (ayol der gibi!) kötü niyetlerini ortaya koymaktadır.”
Apple ile ilgili kurgu çok uçuk geldiyse ve “yok artık!” diyorsanız, SAP ve Thin Client ile ilgili Sabah ve Akşam gazetelerinin yayınlanmış haberlerini bir daha okumanızı tavsiye ederim. Sabah haberi apar topar kaldırdı siteden, kendi sayfasında bile yok.

“Kayyım hizmetimizden herkes faydalanabilir” mesajı vermek ve gündemi değiştirmek için farklı hamleler yapabilirler. Evlilik programında adaylar arasına kaçak elektrik çektiği tesbit edilen Flash Tv için kayyım ataması yapıldığını duysam şaşırmam. Tabiî her seçimde olduğu gibi eş seçiminde de elektrik önemlidir diyorum ve sıradaki kayyımı bütün sevenlere armağan ediyorum.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sapla-samani-gelir-zamani_389483
Tarih: 14 Mart 2016

Sayısallaştırmak Siyasallaştırmaktır

sayısallaştırmak siyasallaştırmaktır

Yönetim işleriyle uğraşan herkes duymuştur muhakkak: “Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz”. Yönetilmesi istenen şey kâr maksadıyla kurulmuş ticarî bir şirketse, problem yok. Ölçmeli, biçmeli ve öyle yönetmeli şirketi. İş planları yapılırken ve çalışanlara perfomans hedefleri tayin edilirken hedeflerin; belirli (Spesific), ölçülebilir (Measurable), kabul edilen(Accepted), makul(Realistic) ve zamanlanabilir(Timely) olmasının yönetilebilirlik açısından sağlıklı olacağını salık veriyor uzmanlar. İngilizce karşılıklarının baş harflerini yanyana getirdiğimizde “SMART” kelimesi elde ediliyor ki, bu, dilimize “akıllı, zeki” diye çevirebileceğimiz İngilizce bir kelime oluyor.

Ölçülebilir olan hedeflerin değerlendirilmesi kolaylaşır. Janjanlı grafiklerin içerisinde bir renk ve yerli yersiz kullanılan yüzdeli ifadelerin yanında bir rakam olarak durup, dönem sonu raporlarını süslerler. Bu ölçülere göre kurumlara ve kişilere “başarılı” veya “başarısız” diyebiliyoruz. Başarılı olanlar bunun karşılığını terfî veya maddî bir ücret ile alırlar. Ulaşılabilecek makamlar bellidir ve o makamlara ulaşmak için yapılması gerekenler de bilinir. Yöneticileri, hedefleri SMART’an çalışanların nefislerini ŞIMART’ırlar. Aynı makama genelde birden fazla talip çıkar ve rekabet ortamı oluşur.

Ölçmek, bir etiket yapıştırmak, bir kalıba koymak, yani kısaca sayısallaştırmak, sayısallaştırılan şeyi yönetilebilir bir forma sokarak siyasetin nesnesi haline getirmektir ve onun için bir taraf belirtmektir. Sözleri Bülent Ortaçgil’e ait olan “Beni Kategorize Etme” şarkısını ben yazmış olsam, sonuna “sayısallaştırma beni, siyasallaştırma” dizesini de eklerdim. Özellikle şu kısmına:

“…
Matematikleştirme beni
Çarpma, bölme
Toplama, çıkartma
Beni hesaplaştırma
Sayısallaştırma beni, siyasallaştırma
Mekanikleştirme beni
Otomatikleştirme
Beni yarıştırma onla, bunla
Karşılaştırma
…”

Soyut kavramlar söz konusu olduğunda, sayısal büyüklüklerin ölçü olarak kullanılması yanlış olur. Sevginin veya nefretin büyüklüğü nasıl ölçülür mesela? Ancak bu duyguların kişilere yaptırdığı fiillerin ölçüsüyle bağdaştırarak aşağı yukarı bir fikir sahibi olabiliyoruz. İslam dininde manevî makamlar, sevaplar ve günahlar kesin bir ölçü ile ifade edilmemiştir. Hiçbir günahı küçümsememek gerekir, çünkü “her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol vardır”. Hiçbir iyiliği de aynı şekilde küçümsememek gerekir, Allah’ın rızasını kazandıran amelin tam olarak hangisi olduğunu bilemeyiz.İnsanlar içinde “veli”ler gizlenmiştir. Kadir Gecesi mübarek Ramazan Ayı içerisindedir, ancak günü kesin olarak belirtilmemiştir. Cuma gününde duaların kabul edildiği bir saat vardır, gün içerisinde tam olarak hangi saatte olduğu belirtilmemiştir. Hangi ibadetin sevabının tam olarak ne kadar olduğu konusunda kesin bir ölçü verilmemiş, ancak akla yaklaştırmak, az mı, çok mu olduğunu belirtmek veya teşvik etmek için bazı ifadeler kullanılmıştır. Kesin ve nesnel bir metrik kullanılmadığı için mü’minler sürekli olarak “havf ve reca” ortasında olurlar. Bir yandan yaptıkları ibadetlerin kabulü noktasında ümitli olup bu ümit ile şevkleri artmakta, bir yandan da “ya kabul olmadıysa!” endişesi ile gurura ve fahre düşmeden, Allah’a sığınarak ibadet etmektedirler. Aynı şekilde rahmet hazinesinden geldiği fark edilen bir bereket olduğunda “saymayın ve ölçmeyin” derler. Sayıldığı anda o bereketin kesildiğine dair pek çok hikâye vardır. Buradaki sır, gelen nimetin doğrudan Mün’im-i Hakikî’den geldiğini hissetmektir. Kur’ân’ın ifadesiyle o rızıklar “min haysu la yehtasib”, yani hesap edilmediği yerden gelirler. Ne vakit o bereket, matematiksel alana çekilip hesap edilebilir hale gelse, sırları kaybolur.

Bilinmeyenin gizemi ve heyecanı bambaşkadır. Dinimiz, zihinlerin sürekli olarak uyanık kalıp gaflete dalmaması, ihlâsın devam etmesi ve artan bir şevk ve merakla ibadetlerin yerine getirilmesi için bazı şeyleri müphem bırakmıştır. Bir illüzyon gösterisinden önce illüzyonist, yapacağı gösterinin sırrını anlatsa herhalde seyircileri de kalmayacaktır. Yani insanlara düşen vazifesini yapıp tevekkül etmek ve vazife-i İlahî’ye karışmayarak neticeyi Allah’tan beklemektir. Nur mesleğinde ilerleyenlerin uyması gereken ihlâs düsturlarından biri de budur.

Hizmet, maddî imkânlarla daha geniş alana yayılabiliyorsa da, maddî imkânların bulunması şart değildir. Maddî imkânlar arttıkça hesap kitap artar velâkin, “hesap” işleri, kitap işlerinin önüne geçmeye başlar. Yapılan hizmetler ölçülmeye başlayınca ihlâs sırrı zedelenir, “Kutub” yetiştiren bir cemaat iken kutuplaşan bir cemaate dönüşüm gerçekleşir, ki son derece tehlikelidir! Allah isterse en geniş imkânları, hiç hesapta olmadığı halde hizmette kullanılmak üzere gönderebilir veya var olan imkânları imtihan sırrıyla bir anda kaybettirebilir. Risale-i Nur hizmetinde kitap basım işini hesap-kitap mihengiyle değerlendirip, “bu güzel hakikatleri sadece benim gibi düşünenler bassın” denilmez ve bu konuda yasal düzenlemelerin çıkması için katkıda bulunulmaz. Aslolan hakikatlerin intişarı ise, intişar hizmetine ne kadar yardımcı çıkarsa sevinilir. Nitekim neşriyat hizmetini belli bir zümreye hasretmek düşüncesi, dayatılmış bir metinle karşılaşmak gibi bir netice verdi ve haklı bir hukuk mücadelesi sonucunda aslına uygun basmak kaydıyla isteyen herkesin basım için bandrol alabildiği şekle getirildi. Allah, bu konuda emeği geçen herkesten razı olsun, devletin kurumlarının da Risale-i Nur eserlerini aslına sadık kalarak basmasını nasip etsin.

Link: http://www.gencyorum.com.tr/sayisallastirmak-siyasallastirmaktir

Bank Acılar

Son dönemlerde neredeyse her gün onlarca, hatta bazen yüzlerce ölüm haberi almaya başladık.
Trafik terörü, silâhlı terör eylemleri, Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilerin denize düşüp boğulması hadiseleri… Gittikçe kanıksamış bir halde dinliyoruz artık rakamları ve bir istatistik verisi olmanın ötesine geçmemeye başlıyor. Tek haneli rakamlar önemsizmiş gibi gelebiliyor bazen, yüzlerce ölüm haberini tekrar tekrar duyunca… Oysa her bir insan bir âlem ve ölüm de o âlemin kıyameti… Ateş düştüğü yeri yakıyor; vefat eden bir babaysa, evlâtları kaç yaşında olursa olsun yetim kalıyor, evlâtsa yürekten bir parça koparıp gidiyor ve hakeza…

“Bir İsviçre’linin yılda ancak 1 kez yaşadığı olayları biz hergün yaşıyoruz. Dolayısıyla kabullenme ve kanıksama eşiğimiz çok yüksek”. Sonunda İsviçre’ye fark attığımız bir konu bulunmuş oldu: Acılarımız! Acı fazlamızı zayi etmeden ve adeta İsviçre’ye nazire yaparak bir bankada biriktirmemiz uygun olmaz mı? Böyle bir bankamız olsa adı “Bank Acılar” olurdu her halde.

Peki nasıl çalışacak bu banka?

Bank Acılar, her dünya görüşündeki insanımıza hitap etmelidir. Meselâ acılarının vadeli olarak değerlendirilmesini isteyen müşteriler için vade dolduğunda sabit oranda çile dolduran “Çil Çil Çile” hesabı kullanılabilirken, acılarını “katıla katıla” ağlayarak değerlendirmek isteyen müşteriler de mağdur edilmemeli ve onlar da bir katılım hesabı açabilmelidir.

Bank Acılar, müşterilerini ve müşteri adaylarını telefonla arayıp sık sık rahatsız edecektir. Saçma sapan kampanyalar hakkında bildirim yapmak veya banka kasasını doldurma amacına matuf olarak, bir ürün satışı yapmak isteyen değerli müşteri temsilcilerinin altın değerindeki zamanlarını boşa harcamamak adına, sistem kurbanı -pardon- müşteriyi arayacak ve müşteriye ulaşılırsa, sanki müşteri bankayı aramış gibi hatta bekletilecektir. Kendisini aramaya tenezzül eden bankanın bu teveccühü karşısında mahcubiyet duyacak olan müşteri, “birazdan bir müşteri temsilcisine bağlanacak” olmanın kıvancıyla gönenecektir.

Bank Acılar Müşteri Temsilcisi: BAMT, Müşteri: M.

BAMT: İyi günler M bey, kalite standartlarımız gereği görüşmemiz kayıt altına alınacaktır, size nasıl yardımcı olabilirim?
M: İyi günler, bilemiyorum siz beni aradınız. Madem aradınız, sorayım o halde ne iş yaparsınız siz?
BAMT: İzah edeyim: yastık altında biriktirdiğiniz acılarınızı sizden alıp değerlendiriyoruz. Ayağını yorganına göre uzatamayan ve acı ihtiyacı olan kişilere satıyoruz.
M: Yastık, yorgan… maşaallah yatak odamıza kadar giriyorsunuz demek. İstemiyorum kardeşim, var olan hesabımı da kapatmak istiyorum, ne kadar acım varsa hepsini şimdi çekeceğim.
BAMT: Anlıyorum, ancak maalesef günlük acı çekme limitimiz kadar acı çekebilirsiniz.
M: Kardeşim acı benim değil mi? Tamamını ben çekmek istiyorum.
BAMT: Hesabınızı kontrol ediyorum… Acılarınızı vadeli çile hesabında tutuyormuşsunuz ve henüz dolmamış. Yine de acı çekmek istiyorsanız Kredili Acı Fonu’ndan aktarım yapacağım. Acı kredisi kullanabilmek için Ferdi hayat sigortası yaptırmanız gerekecek yalnız, onaylıyor musunuz?
M: Tamam, ama Ferdi hayat sigortasını Müslüm Bank’tan yaptırsam olur mu?
BAMT: Olur… yarın acınız hesabınıza yatmış olur.
..
Zamanla Müslüm Bank, Orhan Bank, Emrah Kredi ve Arab-Esk Katılım Bankası gibi alternatifleri de çıkacak ve sektörde ürün ve hizmet çeşitliliği artacaktır. Teknolojinin elverdiği bütün imkânlar kullanılarak otomatik acı çekme makineleri AHM’ler halkın kolaylıkla erişebileceği mekânlarda 7/24 kesintisiz hizmete sunulacaktır.

Sektörün gelişmesini fırsat bilip yeni suistimal yöntemleri de geliştirenler de çıkacaktır. Bunlarla mücadele etmek için Terör Acıları ve kara ağıtlarla Saçları Ağartmanın önlenmesi Komisyonu (TASAK) kurulmalıdır. Bu komisyon kaçak çalışan umut tacirlerini izlemeli ve kayıtdışı kazandırdıkları acıları tesbit ederek gerekli cezaları kesmelidir.

Acı bankaları, rekabetin etkisi ve acı piyasasının şartlarının zorlaşmasıyla çalışanlarına acımasız acı hedefleri belirleyecek ve hedeflerini tutturamayanların iş akdini feshedecektir. Bir acı bankasından atılan personel, başka hiçbir bankada çalıştırılmamalı ki, bütün çalışanlar için “ibret-i alem” olsun.
***
Ülkemizde “Terörün finansmanını” önlemek için kanun vardır ve bankacılık faaliyetleri bu kapsamda gözetim altında tutulmaktadır. Meselenin “Finansman terörü” yönü incelense ilginç sonuçlar çıkacağı kesindir. “Bank Acılar” kadar trajik olur mu bilemem…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bank-acilar_388545
Tarih: 7 Mart 2016

Sosyal Medya ve Beğenme

Eskiden “sosyal” kelimesi, insanların kalabalıkça bulunduğu “meydan” çağrışımı yaparken, günümüzde “medya” kelimesi ile ilişkisi olduğuna dair bildirim yaptı.
Özellikle halkımız, bu birlikteliği çok “like” etti ve hesaplı hesapsız kullanmaya başladı. Daha doğrusu hemen bir hesap alıp onu hesapsızca kullanmaya koyuldu.

Sosyal medya kullanımının insanlar üzerindeki etkileri psikoloji alanında bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Cafcaflı isimleri olan yeni hastalıklardan bahsediliyor. Benim o konularda uzmanlığım yok, kimseyi herhangi bir kalıba ve kategoriye de sokmadan diyorum ki aşağıdakilerden birini veya birkaçını yapıyor olmak, sosyal medyanın kullanımı konusunda patolojik bir durumun göstergesi olabilir:

* Eskiden feyiz alınan kitaplar okuyup “fesübhanallah” diyorken, kitap okumayı tamamen bırakıp “feysbukhanallah” diyerek ibretlik paylaşımlarda bulunmak.
* Tevatürle sabit rivayetlere itibar etmeyip twitter’da sabitlenmiş tweetlerde okuduğuna delil ve ispat aramadan inanmak.
* Tweetini retweet etmeyen dostlarını neredeyse “mürtet” ilân etmek.
* “Elfu elfi salatin…” tesbihatını bırakıp, “elfu selfi” fotoğraflarını çekip yayınlamak.
* “Ya Sabur” demeyi bırakıp “whatsapper” olmak.
* “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini izleyip “sevgi neydi, emekti” diyerek dolaşıyorken, “selfie boylu” sevdalar peşinde dolaşıp, tabak tabak yemek resmi paylaşmak.

Sosyal medya araçlarında en önemli gösterge, bir paylaşımın aldığı tepkilerdir. En önemli tepki şüphesiz “beğen” sayısıdır. Beğenilme sayısını hüccet göstererek “sağlam irade, millî irade” şovu yapanlar da var, sosyal medyanın elitist “like” kesimi gibi “benim aldığım beğeni ile dağdaki trolün fake hesaplarla aldığı beğeni bir mi?” diyenler de…

Peki “beğen” butonu ne anlama geliyor acaba? Facebook son güncellemeleriyle “beğen” butonuna tepkiler ekleyerek beğenmenin tonlarını arttırmış oldu, ama telefonlardaki “çaldırıp kapatma” gibi iki durumlu bir değişkeni kullanarak masrafsız bir iletişim aracı olarak kullanan bir milletten söz ediyoruz, muhakkak başka anlamlar yükleyerek kullanıyoruz. Beğen butonuna yüklediğimiz anlamlardan bazıları:

* Beğendim (düz, sade).
* Onaylıyorum.
* Yetmez, ama “evet” (ilgimi çekmeyi başardı bu paylaşım, azıcık beğendim işte… ama öyle büyütme yani, çok beğenseydim altına bir de yorum yazardım…)
* Mesajını gördüm.
* Bunu bir yere yazdım!
* Yıllar önce yaptığın ve senin bile unuttuğun bir paylaşımı beğendiğime göre profilini didik didik ettiğimi anlamışsındır!

Beğenilen taraf nasıl anlayacak bunu? İşte belirsizliğin gizemi burada devreye giriyor, ama yanlış anlaşılma riski de var tabi. Bir “beğen” butonundan bu kadar anlam çıkarabilecek bir potansiyelimiz varken, sosyal medyanın anayasasını çıkaracağımızı iddia etmek ve “Bu metin sosyal medyanın, internetin, siber suçların, siber ortamın anayasası olacak. Herkes oraya bakacak, ona göre bu suçtur, değildir, şu işlem yapılsın, bu işlem yapılmasın diye karar alacak” demek, çok kaygı verici duruyor. Siber ortam anayasası ile neler gelecek bilemiyoruz henüz, ama pek çok kişi arkadaş listesini gözden geçirmek durumunda kalabilir.

YOLDA GÖRSENİZ TANIMAYACAĞINIZ KİŞİLER LİSTENİZDEYSE…

Bazen çok sayıda ortak arkadaşınızın olduğu, ama tanımadığınız kişiler size arkadaşlık teklifi gönderebiliyor. Bu durumda kabul etseniz bir dert, etmeseniz ayrı dert… Etmezseniz sizin herkesle muhatap olmayan burnu havada biri olduğunuzu düşüneceklerinden korkarsınız. Yüzyüze hiç görüşmediğiniz, daha önce belki adını bile duymadığınız birini arkadaş olarak eklemenin ne zararı var diyebilirsiniz, buyurun o zaman:
Yaklaşık bir sene kadar önceydi, facebook hesabımın şifresini birileri almaya çalışmış olmalıydı ki, uygulamayı açtığımda facebook bana kimlik doğrulaması yapması gerektiğini söyleyip, bu işlemi yapabilmek için arkadaşlarımı resimlerinden tanıyıp tanıyamayacağımı sordu. Ben de “tabi ki…” dedim, en yakın arkadaşlarımdan birinin vesikalık fotoğraflarını göstereceğini zannederek… Göstere göstere, uzaktan çekilmiş ve içindeki insanların suratlarının belli olmadığı bir resim gösterdi. “Bu resim olmadı, bir tane daha göster” mi desem diye düşünürken aklıma takıldı: ya bir gül resmi gösterse? Allah Allah… ne cevap verirdim? Hayır, verdiğim cevapta tahmin ettiğim kişiye de cevabımı ulaştıracak mıydı, onu da bilmiyordum. Ya yanlış tahmin ettiysem? “Her halde çiçeklere meraklı bir bayan arkadaştır” diye düşünüp birini tahmin edecektim, ama…. Tahminimi o arkadaşa şu şekilde mi iletecekti acaba: “Flaş flaş flaş… Adnan Nacir bu resimdekinin siz olduğunu düşünüyor, bilemem artık! Bir çay için derim, yine siz bilirsiniz de…”

Bu fitne fücur dolu mesajı alan bayan benim hakkımda ne düşünürdü acaba? Ben evli barklı, çoluklu çocuklu ve mutlu mesut bir adamım, düşünün yani felâketin boyutunu… Bir erkek arkadaşıma da böyle bir mesajın ulaşması, işin skandal yönünü azaltmazdı her halde. Kimlik doğrulamak için başka bir alternatif kullandım tabiî ki… Bu vesileyle bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Tanımadığınız, ama paylaşımlarını görmek istediğiniz kişileri arkadaşlık listesine eklemeden de, takip etme seçeneğini kullanabilirsiniz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sosyal-medya-ve-begenme_387543
Tarih: 29 Şubat 2016

Metrobüs ve Boşkoltuk Sistemi


Türkiye’de görsel-işitsel, yazılı-basılı velhasılı bütün haber kaynaklarında en çok kendisinden bahsedilen ilimiz İstanbul’dur. Ülke nüfusunun neredeyse beşte biri burada yaşıyor. Anadolu’da yaşayan herkesin ya bir akrabası veya bir yakın tanıdığı vardır İstanbul’da.

Böyle olunca İstanbul’un dertleri bütün memleketin derdine dönüşüyor. Çorum’da yaşayan biri bile İstanbul’daki içme suyu barajlarının rezervlerini ezbere biliyor ve “72 günlük suyu kaldı İstanbul’un” diyebiliyor meselâ.

İstanbul’da yaşamanın en dertli kısmı ulaşım. Yerli yersiz göçlerle sürekli artan nüfus, her geçen gün daha da artan araç sayısı, trafik keşmekeşini arttırıp tam bir çileye dönüştürüyor. Eskiden belli saatlerde belli yollar kilitlenirdi. Artık hangi yolun hangi saatte kilitlendiği bile belli değil. Özel bir şoför veya servis kullanmayanlar için en iyisi toplu taşıma kullanmak. Zaten çevresini düşünen, bilinçli bir “vatan şaşmaz” toplu taşımadan.

Toplu taşıma denince İstanbul’da akla ilk gelen araç metrobüstür. Hizmet ettiği güzergâhın kritikliği ve kat ettiği mesafenin uzunluğu sebebiyle onu kullanan pek çok kişi için vazgeçilmezdir, hatta bazıları için maalesef, alternatifsizdir. Esir kamplarını aratmayan bir kalabalık vardır, bazen içeri girebilmek için insanlıktan çıkmak gerekebilir. Koltukların dolma süresi milisaniye mertebesine yakındır. Merkezi bir kaç durak haricinde, oturanların inmek için kalktığı neredeyse görülmemiştir. Bindiğinizde ayakta kaldıysanız, o yolculuk boyunca ayakta kalacaksınız demektir. Metrobüs, minyatür bir İstanbul’dur aslında, kendisinden yaka silkinen, ama onsuz da olunamayan haliyle…

Boş bir koltuk bulup oturarak seyahat etme ideali, bazı metrobüs yolcuları için uğrunda fedakârlıklar yapmaya da değerdir. Meselâ gitmek istediği yönün tersine, birkaç durak geri gelerek başlangıç noktası olan Beylikdüzü durağına ulaşıp “kaynaktan su içmeye” çalışan yolcular vardır. Bu yolcular, geçen hafta acı bir sürprizle karşılaştı; indikleri yerde yeni İstanbul kart turnikeleri onları bekliyordu. Yani İETT, “çakallık” yaptığını düşündüğü bu yolcular için, artık ekstra bir ücret almak suretiyle “metrobüse” kondurmak yöntemini seçmişti!

Metrobüs sisteminde itiş kakış anlayışına saplanıp kalmamak için konuyu duraklarüstü bir yerde incelemeye karar verdim. Şirinevler istasyonu üzerindeki üst geçide merdivenlerden yürüyerek çıktım, çünkü tabelâlarda engelli vatandaşların kullanabileceği bir durak olarak gösteriliyor olsa da, bu durakta herhangi bir asansör yok. Bırakın asansörü, Zincirlikuyu durağında bulunan ve yağmurlu havalarda “yürüyemeyen” merdivenlerden bile yok. Alman malı en kaliteli merdivenlerden kullanılmış olmasına rağmen bu merdivenlerin bazıları, havada bulut göründü mü, yürüyememeye başlıyor. Ben romatizmadan şüpheleniyorum! Duraklar üstü bir noktadan bakan biri olarak dedim ki: “Yerli ve millî bir ‘Boşkoltuk Sistemi’ gelmeden metrobüs problemi çözülemez. Eyyy İETT! En az 400 koltuklu bir metrobüs verin, bu iş huzur içinde çözülsün… Diyelim 400 koltuklu olmadı da 335 koltuklu oldu, o da olumlu.”

Metrobüste oturarak gidebilmek için hiç uğraşmıyorum, daha doğrusu uğraşamıyorum. Araç içerisine giriş mücadelesini kazanmak bana yetiyor. Bir seferinde, başucunda ayakta beklediğim koltukta hiç kalkmayacak ve inmeyecekmiş gibi uyuyan yolcu vardı. Ben de elimdeki telefonla uğraşıp dalmışken, birden başım çevrilir gibi önüme baktım, kurt kuş ilişmemiş bir boş koltuk duruyor. Adamın ne ara kalkıp gittiğini görmemiştim ve işin garip tarafı, başka kimse de görmüyor gibiydi. Geçip oturdum ve şükrettim, mutluydum. Kimsenin kafasını gözünü yarmadan ve iki bilet ödemeden oturabilmiştim! Velâkin, bir problem vardı; koltuklar arası mesafe dardı ve rahat edemiyordum. Ayakta giden o kadar insan varken zaten rahat oturulamaz. Kısa bir süre sonra ayaklarımda karıncalanma ve uyuşma başladı. Boş koltuk, metrobüs, İstanbul ve dünya… Üç günlük dünyada hiçbir “koltuk” için kalp kırmaya değmezmiş, onu anladım.

Özetle; raylı bir sistem öncesi pansuman bir tedbir olarak duyurulan metrobüs, zaman içerisinde raylı bir sistem yapılması bir yana, mevcut banliyö treninin iptal edilmesi ve metrobüsle aynı güzergâhtaki otobüslerin sayısının oldukça azaltılması sonucu, kapasitesinin üstündeki sayıda yolcuya hizmet etmek durumunda kalmıştır. Sosyal medyada adına parodi hesaplar açılmış, televizyon programlarında mizah programlarına konu olmuştur. “Havasız insan aracı” tanımlaması ve “winrar’ın İETT’den öğreneceği çok şey var” sözü yaşanan sıkışıklık ve kalabalık hakkında yeterince fikir veriyor olmalı. Faruk Çakır Ağabeyimiz de konu ile ilgili gazetemizde bir yazı yazmış ve feryat niteliğinde bir tweet atmıştı: “Otobüs ve metrobüsler; ilmen, dinen, fıkhen binilmeyecek derecede yoğun. İmdat!”

Sosyal medya hesaplarımda bir kaç defa benim de metrobüs ile ilgili gönderilerimi görüp beni tenkit eden dostlarım oldu. Metrobüse çok yüklendiğimizi düşünen arkadaşlara söylüyorum: “Problem de bu zaten; çok yükleniyoruz, onu söylüyoruz biz de…”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/metrobus-ve-boskoltuk-sistemi_386403
Tarih: 22 Şubat 2016

Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu

sigara içişlerini kontrol komisyonu

“Dünya yanıyor ve Türkiye kavruluyorken” ülke olarak bizim en büyük meselelerimizden birinin sigaranın yanması olduğu anlaşıldı. 9 Şubat “sigarayı bırakma günü” olunca tabii ki gündeme geldi, durup dururken değil. Ben sanki başka bir gün olarak hatırlıyordum ama olsun, 9 Şubat da olur. Gerçi bizim memlekette kulaktan kulağa söylenirken o dokuz otuz olarak değişir, sonra da herkes 30 Şubat tarihinde sigarayı bırakması gerektiğinde hemfikir olur.

Ülkemizde sigara ile ciddi bir mücadele var. Kapalı mekânlarda tütün ve türevi ürünlerin tüketilmesi kanunen yasak. Her yerde bu yasağı hatırlatan tabela asma zorunluluğu gelince bu işin de piyasası oluştu ve tabelaların da “çakmaları” çıktı. Sigara ile etkin bir mücadele için bir an önce bu çakma tabelalara el konulmalı ve imha edilmelidir. “Beş bin üçyüz bilmem kaç” no’lu yasa gereği…” yazan bir tabela varsa bilinmelidir ki korsandır. İlgili madde numarası 4207’dir. Madde bağımlısı olduğumdan dikkat ederim. Kanun maddelerine son derece bağlıyımdır.

Dönelim 9 Şubat’a. O gün devletimizin en tepesinden gelen açıklama ile sigara içmenin bir intihar biçimi olduğu ve intihar etmenin özgürlüğü olmadığı ifade edildi. Mesaj alınmıştı. Aradan bir hafta geçti, 16 Şubat 2016 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), akciğer kanseri hastalara ilaç parası ödemek için ‘hiç sigara içmemiş olma’ şartı getirdi.

Bu durumda birileri insanların sigara içişlerini kontrol etmesi gerekiyor. Aklıma hemen İçişleri Bakanlığı geldi. Neticede bütün “içişleri” bu bakanlık kontrol etmiyor mu? Sonra düşündüm de, bakanlık alkol “ala ala” kafayı bulmuş adamlara mı baksın, uyuşturucu içe içe beyni uyuşmuşlara mı baksın, yoksa sigara içenlere mı? Ciddi bir iş yükü getireceği için, bu işe özel ayrı bir komisyon kurulsun, adı da Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu olsun. Bence bu komisyonun ilk işi, yerde satılan sigaralardan içen insanları tespit etmek olmalı.  Yerden sigara içen insanlar 2016 yılbaşından sonra sigaralara getirilen SGK vergi kalemini ödemiyorlar. Üstüne üstlük, genelde işsiz insanlar bunlar! Bu da SGK primi yatırmadıklarını gösteriyor.  “GSS primi de mi ödemiyorlar?” demeyin, onu şimdilik kimse ödemiyor, en yakın seçimde de hükümetimiz tarafından lütuf gibi sıfırlanacak. Bu vatandaşlar belirlenip, herhangi bir sağlık sorunu için başvurdukları ilk sağlık kuruluşunda derhal itlaf edilmelidir. Aldıkları nefes zarar ziyan!

Komisyon ismi uzun olduğundan kısaltmasını kullanayım isterdim ama kısaltmak için komisyon ismindeki kelimelerin baş harflerinden oluşan şey, pek de matah bir kelime olmayınca sadece komisyon demeye karar verdim. Peki, komisyon kimlerden oluşacak? Benim favorim muhtarlar. Bir kere muhtarlar “parlamenter” sistemin zararları konusunda her hafta bilgilendiriliyorlar. İlk toplantılarında da komşularını ihbar etme görevi verilmişti kendilerine.
Bana kalırsa  SGK, benzer uygulamayı her hastalık ve her ilaç için yapmalıdır; mesela, çok yemek yiyip kendine zarar veren insanlar da mide rahatsızlıkları için ilaçları kendi alsın, fazla TV seyrettiği için gözlerini bozduğu tespit edilen insanların göz tedavilerini neden devlet versin? Hard rock dinleyen gençlerin kulak zarı patlarsa bunun tedavi masrafını kamuya mal etmek adil midir?
Sırf devleti zarara uğratmak için kendine dikkat etmeden belini inciten ve bel fıtığı olanlar az mı?
Hele o madende çalışan işçiler yok mu, yaşamaları ayrı dert, ölmeleri ayrı…
Kot taşlama atölyelerinde çalışıp silikozis hastalığına bilerek yakalananlara ne demeli?
Kalp rahatsızlığı olduğu halde haberler seyreden insanlar masum mudur? Hayır, hangi ülkeyle barışığız, kime atar, kime gider yaptık, an be an değişiyorken, dolar-borsa aniden yükselip duruyorken, haberler izleyen kalp hastası insanlar intihar ediyor demektir. Bunların da masrafını niçin biz ödeyelim?

Daha da genişletilebilir ama ben bu kadar örnek yeterli olur diye düşünüyorum. Sonunda şuna karar verdim: yaşayanlar ölüyor! Yaşamasalar ölmeyeceklerdi. Sınırlı tabii kaynakları tüketen, durmadan masraf çıkaran bir şey bu yaşamak! İstediğimiz gibi yaşamayanlar da, ya mali külfetine katlanacaklar veya bi’ zahmet gidip bir köşede kendi imkânları ile ölecekler.

Sigara bu kadar zararlı mı peki? Olmaz olur mu? İçinde uçak yakıtı dâhil 4000 zararlı madde var diyorlar. Filistin’i bombalayacak uçaklara satılmayacağının garantisi verilirse sigara içindeki o yakıtların çıkarılıp ekonomiye kazandırılmasından yanayım. Biz içmeyen insanların da SGK primleri düşürülsün lütfen! Kendimize bakmak suretiyle devletimizi kalkındırıyoruz!

Resmi İdeoloji


Son zamanlarda CHP’de ortalık fena karıştı: M. Kemal resminin duvardan indirildiği ve hatta çöp kutusuna atıldığı iddia edildi.

Üstelik bunu yaptığı söylenen ve adı ısrarla açıklanmayan bir genç milletvekilinin “Artık yeni şeyler söylemek lâzım” dediği de konuşuldu.

Haberin gazetelere yansıması ve bazı gazetecilerin olayı bir “varoluşsal mesele” haline getirmesiyle konu uzadıkça uzadı. Parti yönetiminden “bunu yapan partili olamaz” sözleri duyuldu, duyuruldu. Giyim kuşamı ve Melih Gökçek’le karşılıklı yaptıkları atışmalarla gazetelere konu olan bir milletvekili “kesin ihraç istemiyle” yüksek disiplin kuruluna sevk edildi. Olayın ardından nerdeyse 2 ay geçtikten sonra, genç bir milletvekili çıkıp “o bendim, ama tam olarak da öyle olmadı” gibisinden bir şeyler söyledi.

CHP ve resim krizi ile ilgili şöyle bir haber okusam hiç şaşırmazdım: “Resim üzerinde yapılan kriminal inceleme sonucunda resmin ağırlık merkezinin değiştiği anlaşıldı. Bunun üzerine şüpheler Bülent Arınç ismi üzerinde yoğunlaştı. Bülent Arınç’ın CHP’li olmadığının ortaya çıkmasıyla bu ihtimal devre dışı kaldı. Ancak resim üzerinde pati izleri tesbit edilince gözler partinin maskotu haline gelmiş olan kediye, yani Şero’ya döndü. Yapılan DNA testi ile Şero’nun olayın faili olduğu kesinleşince, genç milletvekillerinden birinin olayı kedi üzerinde bırakmayıp kendi üzerine almasına karar verildi. Buna göre genç bir milletvekili itiraf edip suçunu kabul edecek ve bunun sonucunda hapse düşecek olursa kendisine ve ailesine bakılacaktı”
Böylesi kısır tartışmalar içerisinde yuvarlandıkça CHP’nin “yeni bir şeyler söylemesi” mümkün olmaz. Geçmişte yaptığı hatalarla yüzleşmeden ve kendisini yeniden tanımlamadan, halk nezdinde geniş bir temsil tabanı elde etmesi çok zor görünüyor.
Çünkü CHP denince istemsizce akla gelen bazı çağrışımlar vardır:
  1. Mukaddesat düşmanlığı: Dinî, millî ve manevî değerlerle savaş… Kur’ân okuma ve öğrenmenin yasak olduğu, camilerin ahır olarak kullanıldığı dönemler… “Kâbe Arab’ın olsun” edebiyatı…
  2. Vergiler: Ayağında çarık, sırtında devletin sopası olan ve yokluklar içerisinde yaşamaya çalışan halktan alınmadık vergi kalmamıştır; emlâk, miri, öşür, yol vergisi, kamçı vergisi ve varlık vergisi en akılda kalan vergi türleridir.
  3. Memur ve asker zulmü: Meclis çatısı altında tek partinin bulunması ve bu durumun 27 yıl sürmesi, bu tek partinin devletin bütün kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiği anlamına gelir. Bütün memurlar tabiî olarak birer parti mensubu gibidir. Bu memurlar göze girmek ve yükselmek için kraldan çok kralcılık yaparlar, özellikle vergi memurları ve jandarmalar…
  4. Yokluk içindeki savaş yılları: Vatandaşların elindeki tarım, hayvan ve orman ürünlerine el konulması, karneyle ekmek dağıtımı ve Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu meşhur “geldi İsmet, kesildi kısmet” sözü…
Kendini “dindar” olarak tanımlayan bazı AKP’lilerin “günah işleme özgürlüğü” olduğunu savunan, bunu hak olarak gören ve siyasilerin bu hakkın gereklerini yerine getirip  getirmedikleri konusunda bir sorgulamayı bile kabul etmeyen “Siyasal İslâm” savunucularımız var. Bu arkadaşlar hakkaniyet ölçüleri ile hareket ediyorlarsa, CHP’nin de “tövbe ve istiğfar edip değişme hakkı” olduğunu da kabul ederler. Böyle bir hakkı kullanmak isteyip istememesi CHP’nin kendi tercihidir.

Son dönemlerde Risale-i Nur eserlerinin basımını devlet tekeline veren kanun maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurması, genel başkan Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir televizyon programında “Atatürk’ü korumak için kanuna gerek yok” demesi ve Sabahattin Ali’yi CHP’nin öldürmüş olduğuna ilişkin özeleştiri getirmesi, resmin büyüğünü görüp resmî ideoloji kalıplarının dışına çıkacağının sinyalleri olabilir mi, şimdilik bilemiyoruz. Olacaksa, eleştirecek hiçbir şey bulamasa bile “o kedilerinin adı neden Şero, çünkü şer odağı bu parti” diyecek insanlara karşı samimiyet testini nasıl geçeceklerini merak ediyorum.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/resmi-ideoloji_385142
Tarih: 15 Şubat 2016

Muhtar Antino Filmleri


Muhtar, genel idarenin en küçük yerleşim birimindeki temsilcisidir.
Devleti temsil eder yani. Seçimle göreve gelir ve görev süresi 5 yıldır.

Yakın zamanlara kadar bir köyün en önemli adamlarından biri iken, haberleşme teknolojilerinin gelişmesine bağlı olarak elektronik bilgi ve belge işleme imkânlarının artmasıyla, muhtarlık müessesesi eski önemini kaybeder gibi oldu. Doğum ve ölüm olaylarının kaydedilmesi ile ikamet değişikliklerinin işlenmesi artık nüfus müdürlüklerinin kontrolünde.

Muhtarlık müessesesi tam iyice gözden düştü derken, muhtarlar Cumhurbaşkanı tarafından toplantılara çağrılmaya başlandı. Neredeyse her hafta 400 muhtar toplantıya geliyor oldu, diyelim 400 olmadı da 330 muhtar gelebildiyse, o da olumlu karşılandı. Şu ana kadar 19 muhtar toplantısı gerçekleşmiş durumda. Muhtarlar Federasyonu eldeki muhtar stoklarının azalmasını mesele etmemeli bence, Muhtarlar henüz bitmemişken Kaymakamlar da toplantılara çağrılır oldu.

Kaymakamlarla yapılan toplantıda kendilerine “mevzuatı bir kenara koyun” denildi. Mevzuat denilen şey, kalın kalın ciltlerden oluşan bir külliyat olabiliyor. “Neresinden tutup neresinden bırakalım?” ikilemi yaşamamak için bütün mevzuatı bir kenara koyacak Kaymakamlar da çıkacaktır. Kaymakamlık binaları bunun için elverişli olabilir, ama Muhtarlar bu konuda çok zorlanacak gibi. Muhtarlık odaları çok küçük, devletin yer göstermesi lâzım bu konuda.

Toplantılar Salı günleri yapılıyor, yani hafta içi bir gün… Uzaktan gelenler en az bir gün boyunca ikametgâh ilmuhaberi veremiyorlar vatandaşa. Nüfus Müdürlüğünden alıyor ihtiyacı olan. Hem orada ikametgâha para da almadıklarını öğrenmiş oluyor vatandaş, güzel bir hizmet oluyor. E-devlet üzerinden de ikametgâh alınabildiğini ben de bu vesileyle, duymamış olanlara duyurmuş olayım.

Salı günlerinin bir diğer özelliği, mecliste temsil edilen partilerin grup toplantılarının yapılması. Muhtar toplantıları ahval-i âlemi değerlendirme ile başlayıp “dosta güven, düşmana korku veren” bir konuşma ile devam etme mahiyetinde tezahür edince, kimse parti toplantılarını dinlemez oluyor. “Acaba bugün kime ‘ayar’ verilecek?” merakıyla dinlenen toplantılarda “parlamenter sistemi fetiş haline getiren anlayış”lardan bahsedildiği de görülmektedir. Bu cümlenin, elindeki muhtar çakmağı ile ilişkili olabilecek ve şimdi adını burada zikretmenin doğru olmayacağı bir ürüne ait bir marka ile ilgili olduğunu düşünen muhtarlarımızın olmadığını kimse söyleyemez diye düşünüyorum. “Fetiş” kısmının “paralelle mücadele” çağrışımından hiç bahsetmiyorum bile…

Tam da bu noktada aklıma Reis-i Cumhur-u Muz geldi. Önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim bu ülkeden. Muz Cumhuriyetinin Reis-i Cumhurunun adı Muhtar Antino’dur. Ülkenin her bakımdan yönetimini üstlenmiştir, film yönetmenliği dahil! Baş yönetmen, başkomutan, başöğretmen, başhekim ve baş ön ekini alabilecek her türlü sıfat kendisinde toplanmıştır.Filmlerinden, Quentin Tarantino’dan çok etkilendiği anlaşılabilir, bolca aksiyon vardır. Muhtar Antino, yazıp yönettiği filmlerde oyunculuk da yapar. Zaman atlamaları ile meşhur olmuştur. Bir bakıyorsunuz “şöyle bir geçmişe bakıyorum…” deyip 1800’lere gitmiş, bir bakıyorsunuz gelecekten sahneler sunuyor. Mafya hesaplaşmalarına ve güç savaşlarına yer verir. Filmleri şiddet sahneleri ihtiva eder ve etrafa bol bol kan sıçradığı görülür. En meşhur eseri olan “Killi Milli”, bir toprak mücadelesini anlatan ilk yerli filmdir.

Başlıca filmleri:

İnlerarası: Paralel evrenleri kullanarak inlerarası ve sıradışı bir yolculuğa çıkan birinin hikâyesi. Zaman atlamaları bolca yapılmıştır.

Pahalı Şiir: Tehlikeli bir şiir okuyup hayatı değişen bir insan anlatılıyor. Bir harfin bir kelimeyi, bir kelimenin bir şiiri, bir şiirin bir insanı, bir insanın da bir ülkeyi yakabilecek etkileri olabileceğini anlatan, duygusal yoğunluğu fazla bir film.

RTErvuar Köpekleri: En kanlı filmidir. Birbiriyle ilgisiz menfaat avcısının yolları kesişir. Kimin kime silâh çektiği ve kimi tehdit ettiği belli değildir. Meksika açmazının bolca örnekleri görülür.

Dünya Orta Oyunu: Kaybettiği yüzüğü bulmak için tozu dumana katan Savuran isimli hükümdarın hikâyesidir. En fantastik filmidir ve aksiyon sahneleri ile doludur.

Son olarak, “Killi Milli” filminin devamı niteliğinde olan ve çekimleri devam eden “Kill Büllo” filminden de bahsetmek istiyorum. Bu filmde, ilk filmde killi ve milli toprakları ele geçirip çınar ağacı dikmeyi başaran ekipteki Bülent’in ihanet ettiğini düşünen arkadaşları, cezalandırılması için eski bir tetikçi grubu ile anlaşır. Bol bol kılıç sahnesinin filmde yer alacağı kulislere yansımış durumda, heyecanla bekliyoruz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhtar-antino-filmleri_383980
Tarih: 8 Şubat 2016

Rahat, Hadron! Işık Hızına Marş Marş!

Geçtiğimiz hafta, bazı yayın organlarında, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde yapılan deneylerde ışık hızının aşıldığına dair haberler yayınlandı.

Bilim insanlarının bazılarını (İsviçreli olanları özellikle) kalpten götürecek kadar heyecan verici bir gelişmeydi bu. Pratikte bugüne kadar ışık hızını geçen bir mekanizma olmamıştı (belki de vardı, ama en azından şimdiye kadar gözlemlenememişti diyelim) ve pek çok teorinin de gözden geçirilmesini gerektirecekti.

Haberi okuyunca “Vay ANAM vay” diyerek tepki vermek üzereydim ki, bu araştırma merkezinin isminin Türkçe’sini değil, Fransızcasını ifade eden Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire kelimelerinin başharflerinden oluşan “CERN” kısaltması ile anıldığını hatırladım.

Ne var ki, kısa bir süre sonra bu haber yalanlandı, hem de bizzat işin içinde olan insanlardan biri Doç. Dr. Umut Köse tarafından. Bana kalırsa CERN’in yapamadığını, bu haberi yayınlayan basın organlarımız yapmış ve haberi ilk kendilerinin vermiş olması, haberin muhteviyatının anlamı hakkında çok fazla bilgilerinin olmaması veya bilmediğimiz başka saiklerin de tesiriyle, ışıktan hızlı hareket ederek yayınlamışlardı.
 Demek ki istediğimiz zaman yapabiliyor ve ışık hızını egale edebiliyorduk. Nitekim, yerli uçak işine girmiş bir ülkeydik ve 2011 yılı milletvekili genel seçimlerinde, ismi lâzım değil, bir siyasî partimizin seçim afişlerinde “yerli uçağımız göklerde” deniyordu. Çok hızlı gidiyor olmalı ki, 2016 itibarıyla hâlâ o uçak yere inmiş değil! Önümüzdeki ilk seçimde yere inebileceğine dair kuvvetli hislerim var. Evet, o uçak bir gün gelecek, hissediyorum. Fikri Işık bakanımız kadar olmasa da, hislerim kuvvetlidir.

Peki bu deneyler bizim ülkemizde neden yapılamıyordu ki? Düşünsenize, hadron çarpıştırıcı laboratuvarı ülkemizde olsaydı… Neticede Bolu Tüneli’mizin 9 katı büyüklüğünde bir yer olacaktı. En iyi bildiğimiz, millî uzmanlık alanımız inşaat kısmı bizim için çocuk oyuncağı.

Hadronlar muhtemelen sıraya dizilir, istikrar marşı okunur ve “rahat, hadron! Işık hızına, ileri, marş marş!” komutuyla hızlandırılırdı. Her halde bu araştırmaları TÜBİTAK yürütecekti. Baktın ki ışık hızını aşınca paralel evrenlere geçiş yapacaklar, tüp takardın, hem yokuşta hızını keser hem de daha az yakardı.
Bir laboratuvarın az yakması önemlidir, çünkü bilimsel araştırmalar yapmak pahalı bir iştir. Elin Amerikalı’sı yeri geldiğinde milyonlarca dolar para harcayarak bir kuyruklu yıldız peşine düşer, yerden bir roket fırlatır, yıllarca roketin kuyruklu yıldıza ulaşması için bekler. Roket ulaşınca iş bitmez, “güneşi gördüm” deyinceye kadar uykuya dalar ve daha bilmediğimiz türlü badireler atlatır. “Milyarlarca dolar paramız olsaydı, o araştırmaları biz de yapmaz mıydık?” diyenlerimiz için Cenâb-ı Erhamur Rahimin, rahmet hazinesinden bize de bir göktaşı gönderdi. Hem de Amerikalı’ların araştırmak için peşinde koştukları kuyruklu yıldızdan kopan bir parça! Gökte aranan taş, bir overlokçu titizliğiyle ayağımıza kadar gelmişti.

Peki bu göktaşı parçalarını biz ne yaptık? Sattık… Parasını da inşaata ve arabaya verdik. “Hayatı tesbih yapıp sallamakla” övünen bir milletin efradı olarak, bu fırsatı da kaçırmayıp göktaşı parçalarını tesbih yapıp satanlar da oldu. Diyeceğim, bütün alıcılar bilim için almadılar.

Maliyemizi bir düşüncedir aldı: “Vergisi alınacak mı, yoksa alınmayacak mı?” Millî gelir kapsamına girebilirdi pekâlâ, çünkü “kişi başına düşme özelliği” vardı. Neyse ki, “gayr-i safi” köylülerimiz herhangi bir fatura veya fiş kesmemişlerdi taşları satarken. Maliye Bakanımız vergi alınması konusunu twitter üzerinde yayınladığı bir ankette millete sormuş ve kahir ekseriyet, vergi alınmasının uygun olmadığını düşündüğünü belirtmişti.
Son bir hafta içinde gerçekleşen bir ikinci önemli olay da, 666 gün boyunca bandrol verilmeyerek basımına izin verilmeyen Nur Risaleleri’nin özgürlüğüne kavuşmuş olmasıydı. Bilindiği gibi yasal bir düzenleme ile önce basım yetkisi sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmek istendi. İtirazları değerlendiren Anayasa Mahkemesi, bu kanunu iptal etti. Hangi kritere göre akredite edildikleri meçhul bazı basımevlerine, dayatılmış bir metnin bastırılmasını, “metnin aslını korumak” adı altında kamuoyuna lanse etmişlerdi.
Türkiye’de kimler ışık hızını yakalamaya ve geçmeye çalışır ve ne kadar başarılı olur bilemem. Ama son gelişmeler gösterdi ki NUR’un hızını kesme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Kâfirler ve zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/rahat-hadron-isik-hizina-mars-mars_382801
Tarih: 1 Şubat 2016

Bilgi"Saray" ve İstik.rar Problemi

Bilgisaray ve istik.rar problemi

Bir işin uzmanını gördü mü, ondan istifade etmeden bırakmayan arkadaşlar var.
Tıp doktoru görünce hemen ağrıyan bir yeri varsa onu sorar, ağrısı yoksa bile geçmişte yaşadığı bir ağrıyı bulur, onu sorar. Doktorun uzman olup olmadığı, uzmansa alanının ne olduğu önemli değildir. Avukat birini görse, dedesinden kalan miras paylaşımında haksızlık yapıldığını anlatır, ne yapması gerektiğini sorar. Bilgisayar mühendisi gördüğünde soracağı sorular daha fazladır. Bilgisayar mühendislerinin, üstünde ekran olan her cihazın, hem donanımsal hem de yazılımsal olarak en ince detayına kadar vakıf oldukları (!) bilinen bir şeydir.

Artan akıllı cihaz sayısı, internetin nesneleri henüz tam olarak anlaşılamamışken, nesnelerin internetinin de konuşuluyor olması gibi sebeplerle bilgisayar mühendislerinin misyonu gittikçe ağırlaşıyor. Yeni problemler, yeni istekler ve sorular çığ gibi artıyor. Her meslek dalında olduğu gibi, bir bilgisayar mühendisinin de “o konuyu bilmiyorum, benim uzmanlığım farklı alanda” deme lüksü yoktur. Çünkü karşı argüman olarak hemen, 10 yaşındaki komşu çocuğu veya kuzenin, bahsedilen konuyu uzman seviyesinde bildiği söylenir.

Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşlarımla karşılaşıp, karşılaşmamızın asıl sebebinin “verimsiz çalışan veya hiç çalışmayan bir bilgisayar” olduğunu sonradan öğrendiklerimi saymıyorum, mesleğim icabı çok sayıda problemli bilgisayarla karşılaştım. Hele bir tanesi vardır ki, evlere şenliktir!

Şu ana kadar gördüğüm en ilginç bilgisayar ile ilgili notlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
  1. Kasaya bakınca abartılı süsleri göze çarpıyor. İsmini ben verecek olsam “Bilgi Saray” derdim. İçindeki her bir parçası farklı bir ülkeden, tonlarca para ödenerek getirtilmiş.
  2. Üzerinde, 2001 yılında piyasaya sürülmüş ve 2014 yılından itibaren üreticisi tarafından artık desteklenmediği bilinen eski bir işletim sistemi kurulu.
  3. Bilgi birimi olarak “BİT” yerine millî ve yerli versiyonu olan “MİT” kullanılıyor.
  4. Yakın zamana kadar “F” klavye kullanılmış ama klavye değiştirilmiş, daha doğrusu klavyenin tuşları tek tek sökülüp “AQP” klavyesi dizilimine göre yeniden yerleştirilmiş, ama sistem ayarlarında varsayılan olarak “F” klavye seçili olduğundan, en beklenmedik zamanda klavye ayarı değişebiliyor. Elle sökülürken bazı tuşlar kırılmış.
  5. Anakartla ilgili olduğunu düşündüğüm ciddî sistem hataları var: “System Halted Fatal Error”
  6. Olay görüntüleyiciyi inceleyince, çok sayıda “error” olayı görünüyor: “An Error has occurred”. Belli bir tarih aralığında hiç görülmeyen ve bitti sanılan error olayları, bir şekilde yeniden tetiklenmiş.
  7. Dll dosyalarının bulunduğu klasörü incelediğimde, bir dosyanın çalışıp silindiğini gördüm. Loglardan anlaşıldığı kadarıyla bu dosya “Gerçekler.bat”mış. Ayrıca “karartma.dll” adında daha önce duymadığım bir dosya gördüm. Bir virüs tarafından oluşturulmuş olabilir.
  8. Sistemi kararlı hale getirmek için “istik.rar” dosyasını aramaya başladım. Arama kriterlerine bütün diskleri dâhil ettim. Arama uzun sürecek gibi, hayırlısı diyelim.
  9. JPG ve PNG dosyalarının arkasına gizlenmiş zararlı içerikler var.
Resim dosyaları taranıp yüksek çözünürlükle kaydedilmiş: 500 dotPerinç(ek)
  1. Yerel uygulamalarda pratik görünen “Akses” veritabanı, kendisine yüklenen veri büyüdükçe yükünü kaldıramaz hale gelmiş. Büyük uygulamalarda ve web üzerinden yayınlanan uygulamalarda Akses veritabanının yetersizliği yüzünden donmalar, geçersiz işlem yürütüp içe kapanmalar görülüyor.
  2. Ağ komşulukları ile ilgili ciddî problemler var. Sıfır paylaşım noktasına gelinmiş.
  3. Ağa dahil olma sorunları yaşanıyor: İki dirhem 4 çekirdek işlemcisi ile DHCP’den IP istemeye giden bilgisayarımız, IP’e un seren DHCP tarafından bazen eli boş döndürülüyor. Böyle durumlarda fax modem kullanılarak çevirmeli ağ bağlantısı kuruluyor ve “ağa oturum açılıyor”. ADSL modeme bağlanamayan bir “ağa oturum” hitabı olarak “Eyyy di es el!” kulaklarda çınlıyor.
  4. Ağa bağlanamama problemlerinin kökeni “Ethernetekon” kartındaki sıkıntılar olabilir. “IP” sabitlenmiş görünüyor.
  5. Cihazda kurulu güvenlik duvar düzgün çalışmadığından bütün virüs, trojan, spy gibi zararlı muhtevalı dosyalar içeriye rahatça girebiliyor. (kullanıcısının sırtından sopayı, diskinden de spy’ı eksik etmemişler)
  6. Disk alanı kazanmak için eski sistem dosyaları sıkıştırılmış. Yeterli disk boşluğu oluşturulamadığı gibi, sistem performansı da düşmüş.
  7. Çoklu dil desteği paketi indirilmiş, ama yüklenememiş. (Error olayları ile bağlantılı olabilir)
  8. Görev Yöneticisi hiçbir işin sorumluluğunu üstlenmiyor hatta cevap vermeye bile tenezzül etmiyor: “Not responding”
  9. Geçmişte sorunlar yaşanmış, çoğu geçersiz işlem yürütmüş ve kapatılmış 3. Parti yazılımlar görünüyor.
  10. Güvenlik paketi bütün hatalara rağmen yüklenmiş ve “group policy” çok sertleşmiş. Sıradan kullanıcıların hakları ciddî manada kısıtlanmış.
  11. İstik.rar dosyasını arama işlemi yeni tamamlandı.
Sonuç: “istik.rar dosyası bulunamadı.” Aranan dosya ismine yakın sonuçlardan biri ise ilginç: “alistik.rar” (“alıştık” kelimesi Türkçeye özgü karakterlerle yazılamayınca “alistik” olmuş).
Eskimiş anakartını değiştirmekle başlamalı… Çok işi var, ama adam olur bu…

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bilgi-saray-ve-istik-rar-problemi_381558
Tarih: 25 Ocak 2016

Cumhuriyet-i Muz Savcısı

Cumhuriyet-i Muz Savcısı

Cebimizde 3-5, elimizde 7-9, önümüzde 21-23 ve evimizde 32-42 inç’lik ekranlarda, Beyazıt Öztürk hakkında dev bir “l’inç” kampanyası başladı, hemen akabinde kendisi ve programı hakkında “terör propagandası yapmaktan” soruşturma açıldı.

Kendimi bir an, Cumhuriyet-i Muz ülkesinde bir savcı olarak tahayyül ettim. (Bu ülke hakkında söylenebilecek çok şey olsa da, şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Cumhuriyet-i Muz’da bir savcı, “kime ne dâvâ açayım?” diye düşünmez. Reis-i Cumhur-u Muz, herhangi bir konu veya kişi hakkında bir karar verirler ve suçunu ilân ederler. Savcılar da o suça uygun hukukî zemini oluşturmaya çalışırlar.)

Eğer bir Savcı-ı Muz olsaydım, “terör propagandası yapılıyor” kararı verilmiş olan bir program ve yapımcısı hakkında nasıl bir mütalâa yapardım? İşte gerçek hayatla ilgisi olmayan, hayali bir ülkedeki savcının Beyaz dosyasını mütalâası ve iç konuşmaları:
***
Adı: Beyazıt Öztürk
(İçses1: Neden herkes ona “Beyaz” diyor?
İçses2: Efendim, ismini kısaltmak için öyle deniyormuş…
İçses1: İki harf kazanmak için yapılan kısaltma değildir, saf olma İçses2! Osmanlı padişahlarından ikisinin adı Beyazıt idi, o yüzden kullanmak istemiyor olabilir mi?
İçses2: Onların adı “Bâyezîd” idi sanki ama…
İçses1: Halk arasında onlar “Beyazıt” olarak biliniyor. Bir insanın o ismi kullanmaktan imtina etmesi, tarihine, kültürüne “bayaa zıt” hareket ettiğini gösterir. Tarihini inkâr ediyor resmen. Bir de, “bu adam politik hiçbir şey söylemez, rengini belli etmez” diyorlardı… Beyaz nedir abi? Renk değil midir? Hem de “bir kilo toz= bir otoboz + eşantiyon toros” denklemindeki bütün değişkenlerin rengidir! “Toz işiyle bağlantıları var mı?” diye araştırılmalı.
İçses2: Tamam efendim, not aldım, narkotiğe de söyleyelim, onlar da araştırsın…
İçses1: Hem sonra, soyadını neden kullanmıyor? Kesin, “Türk” kelimesi geçtiği içindir. Soyadını kullanmaktan kaçınması bile terör örgütü sempatizanı olduğunu gösterir)
Programın Adı: “Beyaz Show”
(İçses1: Türkçe o kadar kelime varken neden yabancı bir kelime seçmiş program ismine?
İçses2: Efendim yurtdışında bu işi yapanlar da programlarına bu ismi veriyor, bu kelime de özel kanallarla birlikte yerleşti dilimize. Şarkılarda da geçiyor… Herkesin bildiği ve kullandığı bir kelime haline geldi.
İçses1: O zaman neden “şov” yazmıyorlar? “W” harfi alfabemizde var mı? Kürtçe başka bir anlamı olup olmadığını da araştıralım.
İçses2: Alfabemizde değil, ama 2013 yılında hükümetimizin “Çözüm Süreci” için getirdiği bir düzenleme ile q, w, x gibi harflerin kullanımı artık yasal…
İçses1: Neyse ne… “Şov programı yapıyorum” görüntüsü altında karanlık işler çeviren bir adamın filmi vardı, neydi onun adı?
İçses2: “Confessions of a dangerous mind/Tehlikeli Aklın İtirafları”
İçses1: Hah işte o… Gördük “şovmen”i o filmde! Şov programını alet ederek CIA tetikçiliği yapıyordu. Kim bilir bunun altından neler çıkacak?)
***
Jenerik Müziği Sözleri: … yirmi sene oldu, ne diyorsun usta? …
(İçses1: Usta falan diyor… Bak bakalım Reis-i Cumhur-u Muz’a lâf mı çakıyor yoksa?
İçses2: Olumsuz efendim, herhangi bir ima yok gibi…)

Veni vidi vici
Ah canımın içi

(İçses1: Ne olduğunu anlamadan, gördün mü linçi? Ah canımın içi….)
***

Telefonla bağlanan seyircinin sözleri:
“Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? Burada yaşananlar ekranlarda çok farklı aktarılıyor. Sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun ve artık bize el verin. Yazık; insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın! Ölen çocuklara sevinen insanlar var. Onlara hiçbir şey diyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka…”
(İçses2: Efendim, “çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” diyor, bu ifadeleri, hükümeti oluşturan partimiz seçim sloganı olarak kullanmıştı. Sonra başımız derde girmesin…
İçses1: Seçim bitti, şartlar değişti. Hem o analarla çocukların orada ne işi var? Çekin çocukları aradan, alın gidin.
İçses2: Efendim, nereye gitsinler? Eskiden köyler boşaltılıp şehirlere taşıtılıyordu insanlar.
Koca şehri mi boşaltacağız şimdi?
İçses1: Bilmiyorum İçses2 efendi, onu da ulu’l emirlerimiz düşünsün! Ben kendi vazifemi yaparım.
Seyirciler ne yapmış bu sözlerden sonra?
İçses2: Alkışlamışlar efendim.
İçses1: Alkışı duydum, ihaneti gördüm. Hepsini soruşturmaya dâhil edin. Gerekirse ifadelerini alın.
İçses2: Efendim, stüdyodaki seyircilerin listesini bile bulmamız zaman alacak. Çoğu başka şehirlerden geliyor…
İçses1: Dede’lerden biri yazmasa uğraşmayacağım da, yazmış işte bir kere… Hatta bu yayını evde ekran başında izleyip tepki vermeyen bütün izleyicileri de soruşturun.
İçses2: Efendim bence onun için acele etmeyelim. Küçük bir gazeteci nasılsa o seyircilerin listesini Cem eder, yayınlar. Biz de hazır listeyi kullanırız…
İçses1: Harikasın İçses2! Haydi bakalım, başlasın soruşturma!)
***

Böyle mütalâa edilirse adamın Beyaz değil gri, hem de “pis gri” olduğu ortaya çıkmıyor mu? Allah’tan Cumhuriyet-i Muz’da yaşamıyoruz ve bunların hiçbiri gerçekleşmedi…

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cumhuriyet-i-muz-savcisi_380281
Tarih: 18 Ocak 2016

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: