Bu Blogda Ara

Arşiv

Sürücüsüz Arabalar

Sürücüsüz Arabalar
Bilim-kurgu filmlerinde görmeye alıştığımız, otomatik pilotlar vasıtasıyla verilen koordinatlara kendileri gidebilen araçlar yavaş yavaş hayatımızın içine giriyor.
Uzay temalı filmlerde gördüğümüz, insan konuşma diliyle iletişim kurabilen, kendisine verilen komutları anlayabilen, gerekli-gereksiz şaka bile yapabilen araçlar henüz yapılmadı veya duymadık diyelim. Uzayda koordinat belirlemek nasıl oluyor hep merak etmişimdir. Sabit duran bir cisim yok bir kere… Karadelikler, solucan delikleri derken, uzay-zaman bükülmeleri ve karmaşıklaşan boyut kavramı da cabası. Neyse ki, fimlerin çoğunda bu hesapları yapmaya gerek bile duymuyorlar.
Uzay konumu üzerinden konu paralel kâinatlara gelmeden biz yeryüzüne dönelim: Dünyanın en büyük firmalarından bir kaç tanesi bu konuda yarışıyor. Hatta Google, bir prototip araç geliştirip caddelerde dolaştırıyor. Kayıtlara, sürücüsüz aracın hatalı olduğu bilgisi ile girmiş olan bir kaza bile yaptı. Aracı geliştiren kişilere göre, bu kazada kendi araçlarının herhangi bir suçu yok. Sola sinyal vermiş ve önde olan bir araç, kendisine yol verilmesini pekâlâ bekler!

Karşılaştığı tecrübeleri kaydedip öğrenebilen bir sun’î zekâ ile geliştirilmiş sisteme sahip olduğundan, yaptığı kazalardan da çok şey öğreneceği kesin. Karşısındaki normal araç sürücülerinin hatalı olabileceği ve kurallara bazen uymayabileceği gibi. Tek bir akıl ve onun kazanımları değil, çevredeki her sürücü ve araçtan fikirler alıp kollektif bir sürücü veritabanı oluşturmaya çalışıyorlar.
Benzer şekilde Mercedes firması da BMW ve Audi firmaları ile birlikte sürücüsüz kamyon ve otobüs geliştirmeye çalışıyor. Tesla ise elektrikli araçlardaki performansını sürücüsüz araçlarla da perçinleme gayretinde. Arka planında çok ciddî araştırma-geliştirme faaliyetleri barındıran çalışmalar bunlar ve temelinde kazalar gibi insan odaklı ölümcül hataları en aza indirmek ve çevre ile dost ürünler ortaya çıkarmak yatıyor.

Sürücüsüz veya otomatik sürücülü araçlarla ilgili olarak tartışılan pek çok konu var. Kural ihlâli durumunda ve sürücüsüz araç çevreye veya herhangi bir canlıya zararı dokunacak bir fiile sebep olursa sorumlu tutulacak kişi kim olacaktır? Google sürücüsüz arabası, Amerikan Ulusal Trafik Güvenlik Kurulu (National Highway Traffic Safety Administration – NHTSA) başvurdu ve yaklaşık 5 ay sonunda ehliyet alma mücadelesini kazandı. Böylece “sürücü” kavramı, teknoloji desteğiyle farklı bir boyuta taşınmış oldu. Ülkemizde böyle bir araçla kazaya karışılsa, levye eşliğinde ilk sorulacak sorunun “ehliyetini hangi internet kafeden aldığı” olacağını zannediyorum.
Bu araç Türkiye’de olsa veya test edilse çok zorlukla karşılaşacağı kesin. Öncelikle yanlış tabelâ ve levhalar bu aracı kaza yapmaya sürükler. Hiçbir uyarı levhası olmadan aniden biten bir yol ile karşılaşınca ne yapar meselâ? Karşıdan gelen araçların “radar var!” anlamında yapacakları selektörü de anlayıncaya kadar yapay zekâsı devreleri yakar. Sürekli korna sesleri ile uyarmaya çalışanlar yüzünden otomatik pilot, bir süre sonra ses reseptörlerini kapatır. Düğün konvoyundaki araçlar komple sürücüsüz olursa ne olur biliyor musunuz, önüne durmadan fırlayan çocuklardan dolayı asla ilerleyemez.

Bu teknoloji henüz arzu edilen seviyeye gelmiş değil. Araçların sadece bulundukları çevreyi gözlemlemesi yeterli değil. Trafikteki diğer araçlarla da iletişime geçip karşılıklı olarak hareketlerini birbirlerine göre düzenlemeleri şart. Halihazırda güvenli sürüş için kavşaklarda gereğinden fazla yavaşladığı söyleniyor. Nitekim bir trafik cezasını, çok yavaş hızlarda seyredip trafiği tehlikeye sokma gerekçesi ile aldı. Trafik işaret ve işaretçilerini tanımada eksikliği olduğu, yollarda hasbelkader bulunabilecek herhangi bir çöp veya taş gibi engelleri algılamakta sıkıntı olduğu belirtiliyor.

Diyeceğim, öyle veya böyle, yakın gelecekte artık hayatımızda bu araçlar olacak. Elin oğlu, elektrikle çalışan, dünyanın her yöresindeki insan ve araçlarla meşveret edip onların davranışlarından bir şeyler öğrenerek, adeta total aklın sürdüğü araçlar geliştirmeye çalışırken, bizler, “gaz”la hareket ettirmeye çalıştığımız bir aracın elektronik ve mekanik bütün kontrollerini kuvvetler ayrılığı prensibini hiçe sayarak, tek bir kişinin eline vermeye çalışıyoruz. Almamız gereken çok yol var gibi görünüyor.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surucusuz-arabalar_408317

Cadde Avı ve Cadı Avı

 
Ülkemizde habercilik ve gazetecilik yapmak epey zor.
Genelde gazete ve haberlerde söylenen değil, söylenmeyen şeyler üzerinden eleştiri geliyor. “Falanca haberinde üzüm yemeyi anlatıyorsun, ama senin maksadın bağcıyı dövmek!” gibi niyet okumalar çokça yapılıyor.

Böyle niyet okumalarının prim yaptığı bir yerde, bir yayın kuruluşunu, gazeteciyi veya yazarı istediğiniz gibi hedef tahtasına oturtabilirsiniz. “İnç” miktarı yüksek cihazların tamamını kullanarak çok etkili bir “linç” kampanyası yürütebilirsiniz. En kötü durumda “yanılmışız, kusura bakma” deyip geçme fırsatınız vardır. Linç kampanyasını yürüten ve aradan belli bir süre geçtikten sonra suçsuzluğu anlaşıldığında linç kampanyası yürütücülerine tepki gösteren de aynı kişiler olabiliyor.
Son yıllarda özellikle, rağbet gören haber türlerinden biri de “parodi” haberlerdir. Zekâ dolu ve esprili anlatımları sebebiyle sevilir hale geldiler. İlk çıktıklarında, gerçeğe çok yakın haber dili kullanımı sebebiyle kendilerini ifade etmekte zorlandılar ve gerçek haberlerden rol çalmaya başladılar. İnsanlar gerçek zannedip ciddî tepkiler gösterebiliyordu. Zamanla, politik hiciv denince akla gelen bir haber türü olmayı başardılar.

Geldiğimiz noktada, ciddî haberler, parodi haberlerden rol çalmaya başladı. Öyle haberler duyar olduk ki “yok artık, olsa olsa parodi haberdir” tepkisi verebiliyoruz. Bunda, etrafımızdaki gelişmeler kadar, bazı habercilerimizin de katkısı var. Bir bilgisayar oyununa ait şifrelerin yazılı olduğu bir kâğıdı, “15 Temmuz darbe girişiminin kodları” diye duyurup bunu ana haberde yayınlarsanız, “dikkat parodi haber değildir!” başlığıyla diğer haber kanallarına malzeme olursunuz. Bu haberi yapan kanal neyse ki sonradan seyircilerinden bu haber için özür diledi.

İsminde veya ticarî ünvanında yer alan bazı kelimeler dolayısıyla Gülen cemaatine mensup zannedilip araştırma gereği bile duyulmadan kapatılan okul, dersane veya başka kurumların haberleri gelmeye başladı. Antalya’da, 15 Temmuz sonrası yapılan soruşturmalar kapsamında kapatılan Özel Işıklar Lisesi’nin ismini bulunduğu Işıklar caddesinden aldığı anlaşılınca okul tekrar açıldı. İzmir’de bulunan Özel İzmir Fatih Koleji de geçen hafta cemaat okulu zannedilerek kapatılmış.

Resmigaste.com isimli bir parodi haber sayfasında konuyla ilgili yapılan haberi okuduğumda, haberin parodi tarafının neresi olduğunu anlamakta zorlandım. O haberi alıp ana akım medya kanallarından birinde okutursanız, kimse yadırgamayacak neredeyse, o derece gerçekçi duruyor. Gittikçe parodileşen bir hayat yaşıyoruz. Eskiden traji-komik olaylarla karşılaşıp hayretler içerisinde kalırken, artık paro-traji-komik olaylara şaşırmıyoruz bile. Keşke bütün bunlar sadece mizah eserlerinde kalsaydı.

Yakın zamanlarda Pokemon Go isimli bir oyun kendinden çok söz ettirdi. Bu oyun, kabaca, mobil cihazın kamerası kullanılarak ve GPS konum bilgileriyle desteklenen bir haritada arttırılmış gerçeklik katmanı eklenerek cadde ve sokaklarda gizlenen pokemonlar ve diğer başka ekipmanlar bulunuyor ve avlanılıyor. Bunun için sokaklarda elde telefon veya tabletle dolaşıp tarama yapmak gerekiyor. Kısaca bu oyunda “cadde avı” yapılıyor.

İçinde ülke olarak bulunduğumuz OHAL döneminde her gün yüzlerce, hatta binlerce kişinin açığa alındığını, gözaltına alındığını, tutuklandığını, özel şirketlerin mallarına el konulduğunu veya kayyum atandığını duyuyoruz. Bunların tamamının kendilerine atfedilen suçları irtikâp ettiğini zannetmiyorum. Malûm cemaatle hiç ilgisi olmayıp, başka cemaatlere mensup insanlar veya hiçbir cemaatle ilgisi olmayan, ama mevcut iktidara muhalefet ettiği bilinen gazeteci, yazar, akademisyen, kısaca her kesimden insanın da bu muamelelere maruz kaldığına şahitlik etmekteyiz. İnşallah, adalet en kısa zamanda tecelli eder ve hiçbir suça bulaşmayıp hakkında iftira atılarak veya işgüzar memurların göze girmek için, aklına gelen herkesi ateşe attığı insanlar bu töhmetten kurtulup haklarını alırlar. Ne diyelim, arttırılmış bir gerçeklik katmanıyla çıkılan bu “cadı avı”nın bir an önce sona ermesini ve sadece gerçeklik katmanı ile suçlu avına çıkılmasını temenni ediyoruz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cadde-avi-ve-cadi-avi_407621

Sayısal İslam

Belli zamanlarda bazı şeyler moda olur ve bakarsınız ki herkes o şeylerden bahseder ve yine herkes hemen o konunun uzmanı oluverir.
Öyle ki, bazen çok yeni bir mefhum da gündeme düşüp popüler hale gelebiliyor, “Hayır, konu zaten yeni, uzmanları nerede ve ne zaman yetişti?” diye sormadan edemiyor insan. Sosyal medya kavramı ilk duyulduğu anda, “bismillah” deyip konuya eğilemeden, sosyal medya uzmanlarının ortalıkta cirit attığını öğrendik meselâ.

Seminerler, paneller, forumlar ve daha bir çok faaliyetler düzenlenir “uzmanlar” tarafından… Akıllıları da hemen konunun danışmanlık ve eğitim hizmetini vermeye başlar.
Özellikle iki konu vardır ki, ülkemizde pek çok dinî cemaat ve grupta çok rağbet gördü:

1. Toplam Kalite Yönetimi
2. Kişisel Gelişim

Kâr amaçlı kurulan ve tamamen dünyevî hedefleri olan şirketlerde başarı seviyesini yükselttiklerine inanılan bu iki mefhum, pekâlâ dinî cemaatlerimizi kurumsallaştırmaya yardımcı olabilirdi. Din hizmetleri bu sayede daha profesyonel yönetilebilirdi. “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?” diyerek terakki etmek istemiş olabilirler. Yani niyet halistir muhakkak.

Kalite yönetimi yapabilmek için ölçme yapmak şarttır. Üretim yapan bir firma için, üretilecek ürüne olan talep, firmanın o ürünün pazarı içerisindeki payı, üretimin hatasız gerçekleşmesi, ürün ve hizmetlerin zamanında ilgili yere eksiksiz ulaşması ve müşteri memnuniyeti gibi konular için durmadan ölçümler yapılır, hedefler tanımlanarak belli metriklere bağlanır, raporlar üretilir, karşılaştırmalar yapılır, sonuçlar notlandırılır ve olgunluk seviyeleri belirlenir. Kısaca her süreçte bir ölçüm ve “sayısallama” vardır. Sayısallama yapmanın mümkün olmadığı zamanlar, bir sayı sallamakla problem halledilir. Sallanan sayı ne kadar küsuratlı ise inandırıcılığı o nispette artar.

Dinî hizmetlerin iki türlü sonucu vardır: Ahirete müteallik sevapları ve Allah’ın rızası. Amellerin, niyetlere göre değerlendirildiğini biliyoruz. Aynı eylemi yaptığını gördüğümüz iki ayrı kişiden biri Cenneti kazandıracak sevap alırken diğeri Cehennemdeki yerini perçinlemiş olabilir, bu tamamen o kişilerin niyetlerine ve ihlâslarına bağlıdır.Bu şuna benzer: Kanser hastası bir insanın, bir hükümet bakanından yardım isterken bakanın o hastayı hiç dinlemeden cebine 200 TL sıkıştırıp göndermesi hakaret sayılırken, o hastaya elindeki bütün malvarlığının yarısı olan 20 TL’yi veren yoksul çocuk, kalbinin büyüklüğünü göstermiş olur.

Peki, dinî hizmet süreçlerini profesyonel ve dünyevî kalite anlayışıyla yönetmek için nasıl hedefler konuluyor ve bu hedeflere ulaşılıp ulaşılamadığı nasıl ölçülüyor? Hizmete kazandırılan insan sayısı, açılan dersane ve yurt sayısı, “o gün Allah için kaç gazete abonesi bulunduğu”, kaç dergi ve kitap satıldığı gibi ölçüler, ulaşılan Allah rızası seviyesinin göstergesi olabilir mi? İçtimaî hayatın özel ve kamusal her alanında kendi müntesiplerinin sayıca fazla olmasına çalışmak, başlıbaşına kötü bir şey olmayabilir. Sayıca çoğalmak bir sonuçtur ve kesinlikle dinî hizmetin makbuliyetinin işareti veya rıza-yı İlâhinin mutlak bir göstergesi değildir. O şekilde kabul etmek, bu sonuçlara ulaşmak için meşrû olmayan yöntem ve usûllere tevessül etmeyi makul ve mübah görmeye sebep olabilir.

Aylık periyotlarla basılan “Genç Yorum” dergisinin Mart 2016 sayısında “Sayısallaştırmak Siyasallaştırmaktır” başlıklı bir yazım yayınlanmıştı. Bu yazıda soyut ve özellikle ahirete müteallik hizmetlerde, hizmet sonuçlarını metriklere bağlama ve sayılarla ifade etme, yani kısaca sayısallaştırmanın, o hizmeti siyasallaştıracağı düşüncesi üzerinde durmuştum. Her dinî cemaat veya grup, meşrû olmak kaydıyla, kendi meşrebince irşad ve tebliğ vazifesini yapıp sonucu Allah’a havale etmelidir. “Her işimizi doğru yaptığımız ve çok çalıştığımız halde neden sayıca çok azız? Yoksa biz yanılıyor muyuz?” veya “Gazetemizin okur sayısı neden düşük?” şeklinde sorular sormak, ilâhî vazifeye karışmaktır. Bize düşen sadece çalışmaktır. Sonuçları veren Allah’tır. Nice peygamber gelmiştir ki kendilerine inanan insan sayısı çok az olmuştur. Dünya’da, sadece bir baharda yaratılan sineklerin sayısı, Hz. Adem’den (as) bugüne kadar yaratılan insan sayısından fazla diye, dünya yönetimine ilişkin işlerde karar mekanizmasını sineklere bırakma düşüncemiz yoksa, sayısal üstünlüğün çok da önemli bir şey olmadığını söyleyebiliriz.

Eskinin nefsini ve enesini sıfıra yakın addederek “enel Hakk” diyenlerine mukabil, verdiği gazlarla “ene”leri şişiren ve “enelpi” diyen şahsî gelişim hikâyelerinin ne kadar İslâmî karşılığı olduğu da ayrı bir tartışma konusudur.
Kısaca “Sayısal İslâm” ile “Siyasal İslâm” ikiz kardeşlerdir. Neredeyse aynı harflerden oluşuyor olmaları da ayrı bir ironiktir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sayisal-islam_406933

Çevrim Teorisi


İngilizce “Online” kelimesi dilimize “çevrimiçi” diye çevrilmiştir. “On” ismin bulunma hâli olan –de, –da takısı manasında kullanıldığı gibi, özellikle elektrik elektronik sistemleri için “açık” anlamında da kullanılmaktadır. “Line” ise çizgi, hat anlamlarına gelmektedir.

İşin içinde hat ve numaralar olunca, online kelimesini Türkçe’ye cevirmek için neredeyse Graham Bell’e kadar gidip numaraların gerçekten elle çevrildiği zamanlardan ilham almak gerekiyor muydu ve bu kimin fikriydi bilmiyorum.

Bilgisayar ve onunla ilişkili internet tabanlı teknolojiler ve mobil sistemlerde (anlık mesajlaşma sistemlerinden web sayfalarına, sosyal medya platformlarından uzak sunucu bağlantısı gerektiren sistemlere) online-çevrimiçi tabiri aktif olarak sunuculara bağlı olma ve sistemde hazır bulunmayı ifade eder.

Cebimizde, elimizde, kolumuzdaki saatte, dizimizin üstünde, masalarımızın üstünde ve oturma odalarımızın duvarlarında çevrimiçi olabileceğimiz ve bizim gibi çevrimiçi olanları görebileceğimiz sistemler mevcut. Bütün bu sistemlerde aynı anda çevrime giren insanları düşünün: akıllı telefonda Twitter, tablette Instagram, dizüstü bilgisayarda Facebook ve teleziyonda Youtube açık ve akıyor…
Hiç birine haksızlık etmeden eşit zaman ayırabilmek ve diğer mecralarda neler kaçırıyor olabileceğinin düşüncesi ile sürekli kafayı bir sonraki mecra ve cihaza döndürmek… İşte çevrim teorisi budur. Bakmayın elli çeşit cihaz saydığıma, aslında çevrim teorisi için tek bir cihaz da yeterlidir; akıllı telefonlar. Bu cihazla girilemeyecek ve takip edilemeyecek mecra yoktur. Ellerimizden yolda yürürken bile düşürmüyoruz bu cihazları. Hele ki artırılmış gerçeklik ile zenginleştirilmiş oyunlar artık sokakta bile oynanıyor. Eminim dinleri afyona benzetenler bugünleri görseydi “ayfon dindir” diyecekti.

Çevrim teorisinin girdabına yakalanan insanlar reaksiyonlarla beslenir…
Güçlü reaksiyon alanlar gelişir, zayıf hesaplar silinir. Çok beğeni, haddinden fazla yorum ve yeteri kadar paylaşım fenomenlik yolunda çevrimci arkadaşı yükseltir. Fena fil-fenomen bu meslekte önemli bir düsturdur. Yani fenomenlikte kalıcı olmak için her değer ve duygu feda edilebilirdir. Para ile satın alınan like’lara değil, doğal like’siyonlara itibar edilir. Like sayısının düşmesi, tansiyon veya şeker düşmesine benzer bir etki yapıp fenomen adayımıza baygınlık geçirtebilir. “Hatırladınız mı beni, yüzlerce K sayıda takipçilerim vardı…” diyen bir eski fenomen görürseniz biliniz ki, çevrim, çocuklarını yemeye başlamıştır. Evet, çevrim teorisi çok zalimdir ve her zaman en güçlüden ve yeniliklere en çok ayak uydurabilenden yanadır.

Eskiden fotoğraf makinesi ve çekilen fotoğrafların tab edilmesi imkânları çok az olmasına rağmen, çektiğimiz fotoğrafları hemen tab ettirir ve onları süslü kapakları olan albümlerde saklardık. Her bir resim çok değerliydi. Hatıra defterlerimiz vardı, içinde dostlarımızın kalbinden temiz olmasa da beyaz sayfaları olan. Kendi el yazıları ile yazdıkları yazılar, çok güzel ve kıymetliydi hakeza… Dostlarımızın kendilerinden birer parçaydı adeta hatıraları. Artık yazı ve resim, gelişen, evrilen ve çevrilerek bizi de çevriminin içine alan teknolojilerle o kadar çok ve hızlı üretilir olunca çok hızlı da tüketilir oldu. Kıymetleri de kalmadı eskisi gibi. Aynı pozu iki, üç veya canımız ne kadar isterse hemencecik çekiyoruz ve en güzelini seçip diğerlerini hemen siliyoruz. Hatta silmiyoruz bile çoğu zaman ve dijital bir çöplük oluşturuyoruz. En güzel resmi istediğimiz mecrada yayınlamak yeterli geliyor bize. Ve bir daha belki hiç bakmıyoruz bu resimlere. Çok ilginç resimler değilse takipçilerimizin bile ilgisini çekmiyor. Bir anlık var oluş ve ömür boyu bir daha bakılmamak üzere nisyan denizine dökülmek… Çok üzülüyorum yeni nesil resimlere. Hele Snapchat nam tabir edilen bir platform var ki, sana gönderilen resme baktın, baktın… Bakmadın, on dakika içerisinde resim kendi kendini yok ediyor!

Çok eski zamanlardan bugüne intikal etmiş yüzlerce sanat eseri müzik parçaları var, mesela Itri’nin eserleri günümüzde bile hatırlanıp icra edilebiliyor. Oysa geçen sene üretilmiş şarkıcı ve şarkılar bugün hatırlanamayabiliyor, tam bir mebzuliyet durumu söz konusu.

Kısacası dostlar, tam bir sanat ve üretim düşmanı olan çevrim teorisi, estetik anlayışımızın temeline bir bomba yerleştiriyor. Hazer edelim, “like” butonuna basmaktan korkalım biraz. Bir yorumda ve bir paylaşımda batmayalım… Dünya hayatında çevrimiçi olduğumuz her dakika, bizi izleyen bir çift meleğin varlığı, bir çift mavi tık’tan fazla heyecanlandırsın bizi…
Link: http://www.gencyorum.com.tr/cevrim-teorisi

Siyasal İslam

Haber bültenlerinde zaman zaman rastladığımız bir cümle vardır: “Falanca faaliyette spor, san’at, siyaset ve iş adamları çevresi bir araya geldi” şeklinde… Duyunca bu çevrelerin çok nadir görüştüğünü, herkesin kendi işine odaklandığını zannederiz. Bu çevrelere akademi ve basın dünyasını da dahil edebiliriz.
Gerçek hayatta bu çevreler iç içe geçmiş durumdadır ve başarı merdivenlerini hızlıca tırmanmak isteyenler en çok siyaset adamları ile sürekli dirsek teması kurmak durumunda kalmaktadır.
Demokratik, şeffaf ve liyakatın esas alındığı bir ülkede, işini iyi yapan onun karşılığını alır. “Marifet iltifata tabidir” diyen atalarımız, ödüllerin başarıyı tetiklediğini görerek söylemişlerdir. Ancak sadece iltifat görüp hiç çalışmadan başarı elde edildiği görülmemiştir.

Bir ülkede sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen iş adamları, iyi sayılabilecek kamu projelerinin ihalelerini alıyorsa, aldıkları ihalelerde kendilerine belirli bir kazanç miktarı devlet garantisi ile sunulup, gün sonunda belirlenen kazanç elde edilemediğinde oluşan farklar, büyük bölümü vatandaşların ödedikleri vergilerden oluşan bütçeden ödeniyorsa, kusurlu oldukları iş kazaları sebebiyle açılan dâvâlardan ceza almadan kurtulabiliyorlarsa, vergi cezaları sıfırlanabiliyorsa, dış gezilerde ve resmî dâvetlerde devlet erkânının yanında boy gösterebiliyorsa…

Sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen sporcu ve sanatçılar yüksek maaşlar ve taltiflerle devlet kademelerinde bulunuyor ve devlet televizyonlarındaki yapımlarda görünerek gündemde kalabiliyorsa…

Yine iktidara yakınlığı ile bilinen gazete ve televizyonlar kamu ilânları ve reklâmları pastasını yiyebiliyor, resmî organizasyonların tamammında tabiî akreditasyona sahip olabiliyorsa…

Bir üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda kriterleri sıralarken  “….(iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazarlık yapan) filanca kişi üzerine çalışmış olmak” diyebiliyorsa, belirtilen şartlardan ilgili kişi üzerine çalışma şartını taşıyan Türkiye’de sadece 9 kişi olup bunlardan 8’inin diğer şartları taşımadığını herkes biliyorsa… kimse liyakat esaslı iş yapıldığından ve şeffaflıktan söz edemez!

Bunları yapan bir hükümet, halk nezdindeki desteğini nasıl devam ettirebiliyor ve yapılan herşeyi halk nasıl sahipleniyor derseniz, bunun cevabı çok basit değildir ve ciddî sosyolojik tahliller gerektirir. Güçten ve güçlüden yana tavır koyma, mağduriyet yaşadığına inandığı bir kesimin intikam alıyor oluşuna hak verme, şahsî bir menfaat temin ediyorsa onu devam ettirme ve buna benzer daha pek çok sebep sayılabilir. Ancak bana göre en önemli husus şudur: Dini referanslar kullanarak siyaset yapılınca, taraftarları o partinin bir hareketinin dinî bir vecibe mi yoksa siyasî teamüller gereği mi olduğunun ayırdına varması zorlaşır. Hatta neredeyse her hareket için bir dinî referans vermeye kalkanlar olabilir. Bakanlık veya başbakanlık gibi bir göreve birinin seçilmesi/atanması kadar son derece arzî, siyasî ve seküler bir aksiyonu “peygamber onu görevlendirdi, rüyada görüldü” şeklinde yorumlayabilir meselâ. Bunu diyenler, sekiz-on ay sonrasında gözle görünen bir hata olmamasına rağmen seçilmesi/atanması ile aynı yöntem takip edilerek aynı başbakanın görevden alınmasını nasıl açıkladı bilmiyorum. “Peygamber onu seçti” diyen adama “-Haşa-Peygamber mi yanıldı, yoksa bu adam, peygamberi de mi yanılttı?” diye sorulduğunda, ne cevap verebilir acaba?

28 Şubat’ın hemen ertesi zamanlarda, Ankara’da öğrenci iken hasbelkader katıldığım bir sohbette, Allah selâmet versin, Millî Selamet Partisi’nde 70’li yıllarda milletvekilliği yapmış birisi vardı. Kendisine yöneltilen “Siyasal İslâm diye bir kavram var. Böyle bir kavramı siz kabul ediyor musunuz, ediyorsanız Refah Partisi’ni Siyasal İslâm’ın neresinde konumlandırabilirsiniz?” sorusuna cevaben “İslâm siyaset, siyaset de İslâm demektir. Siyasetle ilgisi olmayanın İslâm’la da ilgisi yoktur” dedi. Kendisine Bediüzzaman Said Nursî’nin konuyla ilgili olan “Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler” sözlerini hatırlatıp siyasetle ilgilenmediğini söyleyen herkesi tekfir etmesinin sağlıklı bir düşünce olup olmadığını sorduğumda, Bediüzzaman’a saygı duyduğunu, fakat bu görüşlere katılmadığını ifade etmişti.

Görünen o ki, aynı anlayış bugün de devam ediyor. Arap Baharı’nın kıvılcımlarının çıktığı Tunus’ta, oranın Millî Görüş’ü diyebileceğimiz NAHDA hareketi, dini, siyasî mücadelelerin dışında tutmak için kimliğini yeniden tanımladı. İslâmî partiden “Müslüman demokrat parti”ye geçiş yaptılar. Ne diyelim, “Din umumun mukaddes malıdır, inhisar altına alınamaz” ilkesinin haklılığı anlaşılmaya başlandı, darısı bizimkilerin başına…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siyasal-islam_406218

O Hal Türkiye

15 Temmuz’da ülkemiz büyük bir badirenin eşiğinden döndü. Yüzlerce sayıda ölü, binden fazla yaralı ve maddî-manevî kayıplar verilerek şu an için tehlike bertaraf edilmiş görünüyor. Allah, daha beterinden hepimizi korusun, bir daha ülkemize buna benzer süreçler yaşatmasın.
Bu çalkantı çok büyük bir bulanıklık oluşturdu ve kısa süre içerisinde de sular durulacağa benzemiyor. Gelişmeleri anlık olarak izleyen insanlar, bazı insanların bir gün kahraman ilân edildiğini görüyor, ertesi gün aynı insanlar için hain denerek acımasız bir linç kampanyasının yürütüldüğünü de. Hatta saatler içerisinde bile roller değişebiliyor. Yetkili-yetkisiz, etkili-etkisiz kişilerden, birbiri ile çelişkili ifadeler, suçlamalar ve savunmalar ardı ardına geliyor ve haliyle vatandaşın kafası karışıyor. Akla, “Çaylak” (The Recruit) filminde Walter Burke (Al Pacino) adlı FBI yöneticisinin öğrencilerine sürekli tekrarladığı “hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir” ve “her şey sınavdır” sözleri geliyor.

Gerginlik ve karmaşa ortamlarını en çok besleyen haber kaynaklarından biri de sosyal medyadır. Üzerinde oynama yapılmış resimler, eski tarihli görüntüler, ilgisiz bir olayda veya yurdışında çekilmiş fotoğraflar, altlarına çok kışkırtıcı mesajlar eklenerek paylaşıma sürülebilmekte. Bu durum herhangi bir zamanda da görülebilir, ama herhangi bir zamanda karmaşa zamanlarındaki kadar rahat dolaşıma sahip olamaz, sahteliği daha çabuk görülebilir. Kaos ortamlarında galeyana gelmiş insanlar, görmek istedikleri mesajları ihtiva eden paylaşımları sorgusuz sualsiz yayınlarlar ve böylece bilgi kirliliği oluşur. “Allahumme ecirna min şerr-il fitneti” diyenler “ecirna min share’il fitneti” de demeli ve önüne gelen herşeyi araştırmadan paylaşmamalıdır.

Bu darbe girişimi ve sonrasında akıl köprüleri tek taraflı olarak tutulmuş durumda. Kötü niyetli ve dolandırıcı insanlar için en uygun şartlar oluşmuş görünüyor. Korku, güvensizlik, hırs ve intikam duyguları yüksek yoğunlukta. Böyle olunca muhakeme yeteneği zayıflıyor. Mücadelenin taraflarının haklılık seviyelerini yükseltmek ve taraftarlarının saflarını sıklaştırmak için hasımlarını olduklarından daha tehlikeli ve korkunç resmetmeleri, insanların korkusunu paranoya seviyesine çıkarmak için yeterlidir. Rakip alt edildikten sonra zaferin boyutunu da büyütecek bir şeydir bu. Türk siyasetinde sıklıkla ifade edilen “gerginlikten medet ummak” ve “bulanık suda balık avlamak” tabirleri en çok şimdi anlamını buluyor gibi. Kendini polis olarak tanıtıp insanlara terör örgütüne yardım ettikleri konusunda haklarında şikâyet olduğunu söyleyip belirli bir fidye karşılığında bu şikâyeti silebileceklerini söyleyenler varmış. Evlere baskın yapan sahte polisler türemiş. Evde arama yapıp ne kadar kıymetli ve taşınır şey varsa tesbit edip muhtemelen uygun bir zamanda hırsızlığa kalkışacaklardır.

Resmî makamlar şikâyet ve ihbarlar için teyakkuza geçmiş durumda ve her daim her kanaldan bunu hatırlatmaktalar. Sosyal medya hesapları, sakıncalı profiller, sakıncalı web sayfaları ve pek çok şey şikâyet edilebiliyor. Komşunuz kafanızı mı bozuyor, açıp ihbarda bulunabilirsiniz. İşyerinde patronunuz canınızı mı sıktı? Hemen teröre destek veriyor deyin, anında mühürlesinler dükkânı. Örnekler çoğaltılabilir. İhbar iddiasını delillendirmeniz gerekmez üstelik. Öyle ya, nasıl olsa suçsuz biriyse, kendisinin suçsuzluğunu ispatlayacaktır… Ama ya değilse? Değilse, ihbarı değerlendirmeyen kişi kendisinin hain ilân edileceğini bildiği için her ihbarı kesin bir suç gibi kabul eder. İşte o hal, gerçekten olağanüstü bir haldir ve “o hal” bütün Türkiye’de şu anda geçerlidir. Korku, insana yapmayacağı şeyi yaptırır. Üstadın bu konudaki tarifi şöyledir: “Meselâ, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen birşeyi gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova, tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evhamla çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ, bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer.”

Suçluları tesbit edip gerekli cezayı vermek çok önemlidir, hukuğun eksiksiz tecellisi suçlular hariç herkesin temennisidir. İnşallah ileride kaçıncı olacağını bilemeyeceğimiz yeni bir “kandırılış” hikâyesine temel hazırlanmıyordur.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/o-hal-turkiye_404757

4. Devre

4. Devre
İbrahim Özdabak Karikatürü


Organizasyonu, yayın hakları, ekonomik getirileri ve daha nice özelliği ile futbol, her zaman futboldan daha fazla anlam ifade etmiştir.

Ülkemizde pek çok girift konu, futbol üzerinden örnek verilerek topluma anlatılmaya çalışılır; hatta “topu taca atmak”, “direkten dönmek”, “ofsayta düşmek”, “uzatmaları oynamak”, “tribünlere oynamak”, “ısınmaya başlamak” artık kalıplaşmış ve deyim haline gelmiş örneklerden bazıları…
Ben de bugün sıradışı bir futbol müsabakasından bahsetmek istiyorum. Bu müsabakada yer alan takımlardan birinde ilginç bir kaleci var. Kendisi, takım kurulduğu sırada, lisansı iptal edilmiş olmasına rağmen takımın kaptanı olarak görev almış. Kaptanlığı da, teknik direktörlük boyutunda yürüten biri. Takımın bütün taktik ve stratejik yönelimine o karar veriyor. Direktörlük konusunu kabul etmediği gibi, “direktörlük mü yapıyorsun?” diye bir soru geldiğinde, “direktör olsam bu soruyu sorabilir miydin?” diye soruyla karşılık veriyor.

Esasında, geçtiğimiz yıllarda kulüp başkanlığı yarışına girmiş ve kulüp başkanı da seçilmiş. Kurallar gereği kulüp başkanı olunca oyunculukla ilgisini kesmesi beklenirken, “Kulüp başkanıyım. Bu seçimi tribünlere yaptırdım. Beni taraftar seçti, onun için ben sadece kulübün değil, bütün kulub-u taraftarın başkanıyım. Taraftar beni istiyor, ben de oynuyorum!” deyip oynamaya devam etmekte…

Yönettiği takımın antrenörü, masörü, yeni gelen futbolcuları takımın renklerine bağlayanı ve onların MR’larını çekeni, takımdan ayrı düz koşu idman yapması gereken futbolcularını seçeni, sakatlanan futbolculara “fısfıs” sıkıp onları oyuna döndüreni, maçtaki skor avantajına göre top toplayıcı çocukların topları ne kadar hızla oyuna sokmaları gerektiğine karar vereni, kendini yere atan oyuncularının ceza almayacak şekilde oyunu soğutma adına yerde kalmaları gereken en makul süreyi belirleyeni, taraftarı coşturacak amigosu, lige başlanınca kullanılan şampiyonluk parolasını banka personeli dahil hiç kimse ile paylaşmayanı, takım arkadaşlarına rakip sahada çoğalmaları gerektiğini söyleyeni ve rakip defansı az adamla yakalayanı olan bu kalecimiz, kulüp başkanı seçilince kaptanlık pazı bandını istemeden de olsa bir oyun arkadaşına verip onu kaptan yaptı tabiî…

Yaptı yapmasına, ama mahalle maçlarından alışageldiğimiz ve kimin icadı olduğu bilinmeyen bir kuralı öne sürerek, bugün 4. devresini oynadıkları maçta, “Ben kaleci-oyuncuyum!” dedi. Sahanın istediği yerinde kaleci olup topu eliyle tuttuğu da oldu, gol atmak için rakip kale önünde beklediği de…

4. devre, son uzatma devresi olduğundan ve kısa sürdüğünden, yenecek sürpriz bir gol, kupayı kaybetmeye sebep olabilir. Hele de rüzgâr ters esmeye başlayınca elindeki skoru muhafaza etmeye çalışmak, kritik bir öneme sahiptir. Kalecimiz, bu devrede, alışılmış uzun degajlarıyla topu oyuna sokmakta zorlanmaktadır. Maç sırasında stattaki elektrikler kesilmiş ve bütün ışıklar bir anda sönmüş, bu sırada kalecimiz önceki devrelerde kırmızı kartla oyundan atılmış oyuncuları tekrar sahaya sürerek oyunun kontrolünü neredeyse onlara bırakmıştır. Tam da ev sahibi takım, beklenmedik bir anda kontra atakla gol yemişken, nereden ve kimin tarafından atıldığı belli olmayan yabancı ve yanıcı maddeler sahaya düşmüş, dumanları yüzünden sahada göz gözü görmez hale gelmiştir. Bu karmaşa sırasında yayıncı kuruluşun kameraları karartılmış, fakat oyuna da devam edilmiştir. Herkesin durduğu sırada kalecimizin yaptığı uzun degaj başka kimseye değmeden karşı filelerle buluşunca, maçın durmuş olmasını bir kenara bırakın, “kaleden kaleye gol olmaz” kaidesini de göz ardı eden hakem orta sahayı göstermiş ve itiraz edenlere kartlarını göstermiştir. Bağımsız ve tarafsız olması gereken hakemler maç sırasında değiştirilmiş ve yerlerine yandaş hakemler yerleştirilmiştir.

Kaptanlığı, her maçta olduğu gibi fiilî olarak kendisi yapmaktadır. Kendisi tarafından atanmış sözde kaptan, takımdaki genç yetenek olan Sabri isimli oyuncunun topu şişirerek çok yükseklerden avuta göndermesini dalga konusu yapan rakip taraftara “Kimse Sabri’mizi test etmeye kalkmasın” diyerek vakur bir duruş sağlamaya çalıştıysa da, kalecimiz bu duruma çok sinirlenmiş, üstelik oyuncu değiştirme hakkı kalmadığı halde, “derinlikli” paslarıyla oyun kurmaya çalışan kaptanını oyundan almıştır.

4. devre mevcut skorla tamamlanacak olursa, penaltı atışlarına geçilecektir. Kalecimiz kendi takımında kimseye güvenmediği için, diğer futbolcuların kendisini satacaklarını düşünmekte ve bu devre içerisinde maçı sonuçlandırmak istemektedir.
Bakalım, bu zorlu maç nasıl bitecek?

Teröre Karşı Bir Cevap Olarak Köprü

Teröre karşı cevap olarak köprü

İstanbul-İzmir yolunu, söyleyen kişisine, nerede ve ne zaman söylendiğine göre değişen bir seyahat süresi miktarınca kısaltan OsmanGazi Köprüsü’nün açılışı, yurdumuzun en büyük ve prestijli havaalanında gerçekleştirilen ve 45 kişinin vefatıyla sonuçlanan menfur terör saldırısının iki gün sonrasında yapıldı.

Yıllar öncesinden planlanan bu köprünün en çok ihtiyaç duyulduğu bayram öncesi bir zamanda bitirilmesi ve hizmete girmesi çok önemliydi. Açılışın bir zorunluluktan kaynaklandığı belirtilip alayiş ve nümayişten uzak, sade bir tören düzenlenebilirdi. Ancak coşku ve sevinç açısından herhangi bir zamanda yapılan açılışlardan bir farkını pek göremedik, hatta bayram ilan edildiğini de gördük.

Bu köprünün açılışı ile eş zamanlı olarak Ankara’da bir grup AKP milletvekili, töreni canlı olarak televizyondan izlemekle yetinmeyip hemen orada bulundukları yerde, kendi tabirleri ile “gıyabî” olarak kurdele kesti. “Madem bu kadar seviyorlardı, neden açılışa gitmediler ki?” diye sormayın, o sırada aslında kurdele ile birlikte danıştay ve yargıtay üye sayılarını azaltıp bu kurumları yeniden yapılandıracak yasa tasarısı ile hukukun önünü kesmeye de çalışıyorlardı. Gıyabi kurdele kesmek ve mesajı okununca ayakta dinlemek ancak “Putin” önünde Rusya’da rastlanabilecek olaylardan…

Açılışta, dünya motorsiklet şampiyonu olmuş sporcumuz Kenan Sofuoğlu da saatte 400 km hızla bir gösteri geçişi gerçekleştirdi. Allah’tan, 400 km/s hız ile ve huzur içerisinde tören bitirildi. Zannedersem 330 km/saat hız yapılsa, o da olumlu karşılanırdı. Tamam, 267’nin üstü her türlü kabul edilecekti. Siyasilerimiz köprüden her bahsettiklerinde, İstanbul-İzmir mesafesinin artık kat edilebileceği süreyi farklı söylediler. Dört dediler, üç buçuk dediler ve açılış günü 3 dendi en son. Ben de arttırıyorum; Sofuoğlu’nun hızı ile gidilirse İzmir’e iki saat içerisinde yetişmek mümkündür!

Başbakan Binali Yıldırım, köprünün teröre verilecek en iyi cevap olduğunu söyledi ve sosyal medyada epey bir makara konusu oldu. Hemen öncesinde gerçekleşen saldırı etkisi ile söylenmiş popülist bir söz gibi dursa da, doğruluk payı oldukça yüksek bence.

Toplumsal hayatı en çok etkileyen ve anarşiye sebebiyet veren hususlardan biri de adaletsiz gelir ve sermaye dağılımıdır. Toplam sermayenin yüzde seksen beşini, halkın yüzde on beşi elinde bulunduruyorsa adaletsiz bir dağılım vardır, demektir. Kapitalist sistemlerde para sahipleri çok kolay yoldan para kazanıp servetlerini katlayabiliyorken, emekçi kesimi ne kadar çalışması oranında bir gelir artışı sağlayamamaktadır. Çünkü para parayı çeker. Bu sebeple toplumu oluşturan ekonomik gruplardan en altta olanları, en yüksekte olanlarına karşı bir hırs ve kin ile bakabilmektedir.

Burada “zekât” köprüsü toplumsal bir terörü önlemek konusunda en iyi çözümdür. Zengin zekât verdiği zaman bir minnet duyamaz, çünkü kendi namına ve kendi parasından vermiyor. “Fakirin hakkı” olduğu belirtilen bir kısım malı gerçek sahiplerine ulaştırıyor. Zekâtı alan da aslen Allah’ın kendisine gönderdiği bir nimet olduğunu bilir ve sebep olan kişiye karşı en azından düşmanane bir tavır geliştirmez. Hem zekât vereceğini bilen kişi, zarar etmemek ve ekonomik olarak küçülmemek için daha çok çalışıp, daha fazla yatırım yapar. Bu da istihdamı artırır ve toptan ülke ekonomisine olumlu katkıda bulunur.

Yıllardan beri devam edegelen terör belâsına karşı alınmadık askeri önlem kalmamış ancak terör olayları yine de sona erdirilememiştir. Çünkü askeri yöntemler, doğası gereği kaba kuvvete dayanır ve bu kaba kuvvet de istismar edilmeye açıktır. Yanlış bir kuvvet uygulaması sonucunda bir terörist etkisiz hale getiriliyorsa, ona karşılık on, belki yüz kişide nefret tohumları yerleşip o oranda dağa/sokağa çıkışlar hızlanabiliyor. Suçluyu suçsuzdan ayırt etmeden yapılan her operasyon terörün devam etmesini arzulayan odaklara prim verir. Bir suçlu var diye bir köyü harap ederseniz, o köyü olduğu gibi terörize edersiniz ve kolay kolay da bu tahribatı telafi edemezsiniz.

Hak, hukuk, adalet, insan hakları, çoğulculuk, din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü gibi temel evrensel değerleri tesis edip gönül köprüleri kurmak gerekiyor kalıcı çözümler için… Kutuplaşmayı ve şiddeti sonuç veren nefret söylemleri bir kenara bırakılmalı. “Düşmanları azaltıp dostları artırmak” için yapabileceğiniz en güzel köprüler, gönül köprüleri olmalı. “Durmak yok, yola devam” diyenler, durmadılar ve düşmanlarını bitirdiler. Yola “davam” diyenleri yiyerek devam ediyorlar. Yıkılan köprüler tamir edilmezse büyük bir terör tehlikesi var, Allah korusun. Evet, teröre karşı en güzel cevap köprüdür!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/terore-karsi-bir-cevap-olarak-kopru_402612
Tarih: 5 Temmuz 2016

Öne Çıkan Yayın

Ego-Nomi

  Ego-nomi Değerli kardeşlerim, Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi d...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: