Bu Blogda Ara

Arşiv

Ay Dolar Aşar Gider

Dünyamızın uydusu Ay, kendisine çizilmiş olan yörünge icabınca dünyaya bazen yaklaşır ve bazen de dünyadan uzaklaşır.
 
14 Kasım 2016 günü Ay, astronomi de denilen sema ilmi hesaplarına göre kendisi için küçük ve fakat dünyadaki biz insanlar için büyük sayılabilecek bir adım atarak dünyaya olabileceği en yakın konuma gelmiş ve bu da dolunaya rastlamıştı. Bunun neticesinde kendisini her zamankine oranla % 14 oranında daha büyük ve % 30 oranında daha parlak gördük. “Süper Ay” diye isimlendiriliyordu bu durum. Sema ilmi insanlarına göre Ay’la olan ilişkimizde sürekli böyle “gel-gitler” yaşanıyordu. Bir sonraki “Süper Ay” 2034 yılında görülecekmiş meselâ.

“Ne, neyden büyüktür?” meselesi değişken bir hal alabildiği için, etrafımızda gördüğümüz bazı büyüklüklerin anlık karşılaştırmasına bakalım:

Ay, % 14 büyümüş görünse de hâlâ dünyadan küçüktür.
Dünya, -biliyorsunuz- beşten büyüktür.
Dolar, şimdilik beş TL’den küçüktür. (Adıyaman yöresine ait bir türküye kendini kaptırırsa, ay dolar aşar gider, hafizanallah…)

Süper Ay ile dolar arasında aynı döneme rastlayan büyüme oranları arasındaki benzerliğin ne ifade ettiği konusunda fikrim yok, ancak ilginç olduğu kesin. Dolar kurundaki artış % 19 ise, ekonomi ateşimizin parlaklığındaki azalış katmerli oluyor. Ekonomik gidişat öyle bir hal aldı ki, insanlar artık bazı gazetelerde yer alan “günlük burç yorumları” yerine, günlük olarak borçlarının durumları ile ilgili sayfaları takip etmeye başladı. “Günlük borç” deyince yükselen dolar, Euro veya altın olan vatandaş panikliyor haliyle… Sizler için, burçlara göre borç yorumlarını kendimce derlemek istedim:

Balık borcu: “Ne borcu abi?” deyip bir süre alacaklıları oyalayabilirsiniz. Merak etmeyin, kimse uyanmaz duruma.

Yay borcu: Borcunuzu, taksitlerle zamana yayabilirsiniz. Ancak unutmayın ki müebbete bağlamak mümkün değildir. Taksitleri abartmayın, sonra başınız ağrır.

Akrep borcu: “Cep” uygulamalarına kendinizi çok kaptırıyorsunuz. Acilen cepleri terk edin, yoksa telefon faturası borçlarınız kabaracak.

Kova borcu: Doluya koysanız almıyor, boşa koysanız dolmuyor… Sizin işiniz de zor valla…

Terazi borcu: Terazi var tartı var, her borcun bir vakti var… Vadesi gelen borçlarınıza dikkat edin.

Aslan borcu: Yattığınız yerden borcunuzu ödeyemezsiniz, belli değil mi?

Başak borcu: Borç büyüdükçe boynunuz eğilecek. O kadar borcu yaparken düşünseydiniz keşke!

Boğa borcu: Borcunuz dokuz boğum gözüküyor, boğa boğa ödeyeceksiniz. Hadi gözünüz aydın, kurtulacaksınız borçtan…

İkizler borcu: Fiyat düşürmek için “İki tane alsak ne olur?” diye diye yok yere borçlarınızı arttırdınız. Hadi şimdi düşünün bakalım, kim ödeyecek bu borcu?

Koç borcu: Koç tersten okununca ne olur? Çok… Hah, işte sizin de borcunuz öyle…
Yengeç borcu: “Alacağım var” diyen geçmiş sıraya, sizi bekliyor. Allah kolaylık versin…

Oğlak borcu: “Ağılda oğlak doğsa, ovada otu biter” derler de, bitmiş otunuz da bir yere kadar… O da bir gün biter. Hazıra dağ dayanmaz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ay-dolar-asar-gider_416740

Bayram Kazaları

Son yıllarda üst üste yapılan seçimlerin de yabana atılamaz etkisiyle, Bakanlar Kurulu kararıyla dokuz güne çıkarılmayan bayram tatili neredeyse olmadı.
 
Tabiî ki bu uzatılmış bayram süresi kamu çalışanları ve öğrenciler için geçerli, o da okul dönemine rastlıyorsa. Resmî tatil ilân edilse bütün ücretli çalışanları kapsayacak, ama kamu çalışanları idarî izinli sayılacak şekilde karar alındığı için, özel sektör çalışanları sadece Arefe günleri yarım gün ve Bayram günleri kadar resmî tatil yapabiliyorlar. Önümüzdeki sene Ramazan Bayramı Haziran sonu, Kurban Bayramı da Eylül başına denk gelecek, bu da öğrenci kardeşlerimizin okulu ve eğitimi aksatmayacakları için sevinecekleri (!) bir şey olacak zannedersem.

Ülkemiz nüfusunun beşte biri İstanbul’da ikamet ediyor, İç Anadolu şehirleri büyük oranda Ankara’ya göçmüş olunca, bayramlar dolayısıyla dokuz günlere varan tatil dönemlerini değerlendiren vatandaşlar bu süre zarfında memleketlerine gidiyor. Duble yollarla ana yurdu dört baştan ören hükümetimiz sayesinde bu gidişler ve dönüşleri daha rahat olur, ölümlü kazalar azalır zannetmiştik. Tabiî bir afet olan deprem kadar tabiî olmasa da, afet olan trafik kazalarını azaltmak için deprem vergileri ve bir rivayete göre çalışanlardan her ay kesilen işsizlik ödeneğinin oluşturduğu fondan yararlanılarak duble yol ihaleleri yapılmıştı.

Alınan her türlü güvenlik tedbiri, yeni çıkan arabaların hava yastığı ve ona benzer diğer güvenlik tertibatları gibi faktörler tabiî ki bir nebze ölüm oranını azaltsa da, maalesef bayram trafiği zamanlarında aşırı hız, dikkatsizlik ve uykusuzluk gibi sebeplerden dolayı kaza sayısında istenen düşüş yakalanmış değil. İzmit Körfez Osmangazi Köprüsü açılışında dünya motor sporu şampiyonluğu olan bir sporcumuza hız rekoru denemesi yaptırmak bu anlamda ne kadar doğru bir örnek olmuştur acaba? Ayrıca, bu köprünün bir parçası olacağı otoban projesinin İstanbul İzmir karayolu mesafesini üç buçuk saate indireceğini siyasetçilerimiz her fırsatta söylüyor. Bu, ancak bir aracın ortalama hızını 120 km/saat değerinin altına düşürmeden başarabileceği bir şey. Bunun tüneli var, virajı var, trafiği var… Vatandaşa böyle hedefler vererek cesaretlendirmek ne kadar uygun ki?

Kocaeli Valiliği İl Emniyet Müdürlüğü tarafından bayram öncesi yayınlanan ve daha sonra “sehven” olduğu belirtilerek yürürlükten kaldırıldığı söylenen bir bildiride şu ifadeler geçmişti: “Emniyet Genel Müdürlüğümüzden alınan emir doğrultusunda Kurban Bayramı tatilini kapsayan 10-18 Eylül tarihleri arasında vatandaşlarımıza denetim amaçlı EDS, TEDES, Mobese, radar ve benzeri şekilde herhangi bir ceza yazılmayacak, kural ihlâli tesbit edilen yol kullanıcılarına ihlâl ettiği kural ve cezası hatırlatıldıktan sonra ‘Siz bu cezayı 15 Temmuz gecesi ödediniz. Hayırlı yolculuklar’ denilecektir.”
Yazılı olarak bildirilen bir emirde “sehiv” nasıl olur, insan hayret etmiyor değil. Sosyal medya gündemine düşen, insanların hayatını tehlikeye atma riski taşımasına rağmen aşırı hız yapmayı teşvik ettiği belli olan, konunun 15 Temmuz ile ilgisi üzerine polemikler yapılan bu emrin sehven verildiğini ve kaldırıldığını acaba kaç kişi öğrenebilmiştir? Bayram tatilinin ilk 7 günlük kaza bilânçosuna göz attığımızda; 103 trafik kazasında toplam 60 kişi vefat etti ve 371 kişi de yaralandı.

Bu seneki Kurban Bayramı’nın ilk gününün 12 Eylül olması, 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası her yerde ve her kurumda başlayan Kemalist yağcılık örneklerini hatırlattı. İtfaiye duvarına “Küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurur” pankartının asılması gibi. Bu sözün gerçekten söylenip söylenmediği, söylendiyse bile hangi bağlamda ve anlamda söylendiği araştırılmadan ihtilâl komitesine şirin görünmek ve vaziyeti kurtarmak adına asıldığı bellidir. Hız sınırlarını aşanlara “15 Temmuz gecesi ödediniz. Hayırlı yolculuklar” demek, itfaiye örneğindeki muktedirlere yaranma çabası ile aynı yapıda ve daha mantıksız bir uygulamadır. Bu 12 Eylül’lerde ne varsa, hep aynı etkiyi yapıyor demek ki…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bayram-kazalari_410267

Galaktik Hesaplar

 
NASA tarafından yapılan bir açıklama ile burçların tarihlerinin değiştiğine dair bir haber, Sabah gazetesi başta olmak üzere bir kaç gazetede yayınlandı.
İşin aslı, NASA’nın böyle bir açıklama yaptığı yoktu. Diğer sıfatlarıyla değil de hükümete yakın duruşlarıyla anmak istediğim bir basın grubunun bu konuya özel ilgi göstermesi ve aynı gruptaki bir haber kanalının konuyla ilgili vatandaşlarla ve akademik ünvanı “profesör” olan biriyle röportaj yapması ilginç geldi. Vatandaşın ise böyle bir konu pek ilgisini çekmişe benzemiyor. Benim gibi vatandaşlar, yükselen burçtan ziyade yükselen “borç”larını takip etmekle meşgul. Benim yükselenim “dolar” meselâ, son zamanlarda…

“Bu işin arkasında kim var?” diye düşünmeye başladım. Zira biri veya birileri, bu medya grubunu zor durumda bırakmak için asparagas haber yaptırmış olabilirdi. Hemen aklıma malûm cemaatin “Samanyolu Galaksisi İmamı” geldi. Böyle bir imam var mıdır bilinmez, ama imamların etki alanı ölçüsünde aldıkları ünvanlar ve cemaatin bir televizyonuna isim de veren galaksimiz düşünülürse, bu ünvanda bir imam varsa NASA’da çalışıyor olmalı! NASA’da etkili olan bu galaktik imamın, sırf bizim yandaş basını küçük düşürmek için böyle açıklamalar yaptırmış olması pekâlâ mümkündü. Daha kötüsü de olabilirdi, hafazanallah, bu imamın burç değiştirmek suretiyle ülkemize zarar vermek istemesi de muhtemeldi. 9 Eylül günü, Yeni Akit gazetesi yazarlarından Abdurrahman Dilipak, kendi hesabından attığı bir tweet’te şunu yazdı (yazım ve ifade yanlışları tamamen yazara aittir, ifadesi aynen yayınlandığı şekliyle yazılmıştır): “Bugun 9.9.9.. Fetöculer toplu ayinde.. 9. Ayin 9 u.. 2+0+1+6=9.. bu ay için 2. Evre 18 eylul. 3. Evre 27 eylul..” Bence bu ifade, galaktik hesap yapanların planlarının deşifresidir! NASA başı oyunlar tezgâhlayanların kulakları çınlamıştır eminim.
Aynı günlerde ilginç bir şey daha oldu. Yıllardan beri alışageldiğimiz yaz saati ve kış saati ayrımının artık ortadan kaldırıldığını öğrendik. Evet, 8 Eylül 2016 tarihli, 29825 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 07.09.2016 tarihli 2016/9154 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi’ne göre Türkiye’de yaz saati kalıcı hale getirilmiştir. Buna göre coğrafi olarak daha doğuda olan 45° doğu meridyeni kullanılıyor olacak. “Hazır Rusya ile ilişkileri düzeltiyoruz, saat dilimi olarak da yaklaşalım” diye mi düşünüldü bilemiyorum. Eksen kaymaları tartışmaları saatlere kadar yansıdıysa durum gerçekten garip olur.

Yaz ve kış saati değişimleri uygulayan ülkeler eş zamanlı hareket edip aynı anda uyguladıklarından bilgi sistemleri de ona göre programlanır. Böylece birbirinden farklı işletim sistemleri ve programlar, eşgüdüm içerisinde davranırlar. Geçen sene 1 Kasım yinelemeli seçimleri yüzünden herkesin ve her sistemin 25 Ekim’de yaşadığı değişimi, biz ülke olarak 8 Kasım’da devreye almakla iki defa sendrom yaşadık: İlki 25 Ekim’de saatleri değiştirmeyerek, ikincisi de 8 Kasım’da değiştirerek.
Ortalama bir sistem odası bulunan bir işletme düşünülürse, sistemleri oluşturan bileşenler olarak ağ cihazları, güvenlik cihazları, sunucular ve kullanıcı sistemlerinden bahsedilebilir. Bunların her birinin ayrı üreticisi ve üzerinde farklı türlerde işletim sistemi veya gömülü sistem bulunabilir. Bir orkestra şefi gibi çalışıp bütün sistemlerin aynı anda aynı saati göstermesi sağlanmalıdır. Kaldı ki aynı türde işletim sistemine sahip sistemler bile değişik dil seçeneklerinde veya 32-64 bit gibi farklı varyasyonlarda olabiliyorlar ve haricen uygulanacak yama programı birinde çalışırken diğerinde çalışamayabiliyor. Bir enstitü varlığını gerektirecek kadar olmasa da saatleri ayarlama işi ciddî bir iştir. Özellikle finans ve bankacılık gibi sektörlerde zaman uyumsuzluğu dolayısıyla geri dönülemez hatalar meydana gelebilir. Rezervasyon sistemleri hata verebilir.

Yeni saat düzeni ile birlikte, İstanbul için gündüzlerin en kısa olduğu Aralık döneminde güneşin doğma saatleri 08:02 ile 08:22 arasında olacaktır. İmsak vakti başlangıcı ise 06:30’ları geçecektir. Yani kabaca 2033 yılında da aynı saat düzeninde devam ediyor olursak, Ramazan dönemi Aralık ayı içerisinde olacağından, İstanbul’un büyük kısmı sahur sofrasından kalkıp işe gitmeye koyulacaktır.
2016 yılında gerçekleşecek bir diğer önemli galaktik olay da dünya dönüş hızındaki değişimden kaynaklı olarak 2016 senesinin beklenenden 1 saniye uzun olacağıdır. Bu değişim sadece 60 saniye sayabilen bilgisayar sistemleri açısından kriz çıkarabilen bir durum. Bütün saatler ve zaman taksimatları değişebilir veya yeniden tanımlanabilir, ancak değişmesi mümkün olmayan bir saat vardır ve bu saat ecel saatidir.

Bütün okuyucularımızın mübarek Kurban Bayramı’nı tebrik eder, değişmesi ihtimali bulunmayan ecel saatine hazırlıklı olmalarını temenni ederim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/galaktik-hesaplar_409646

Sürücüsüz Arabalar

Sürücüsüz Arabalar
Bilim-kurgu filmlerinde görmeye alıştığımız, otomatik pilotlar vasıtasıyla verilen koordinatlara kendileri gidebilen araçlar yavaş yavaş hayatımızın içine giriyor.
Uzay temalı filmlerde gördüğümüz, insan konuşma diliyle iletişim kurabilen, kendisine verilen komutları anlayabilen, gerekli-gereksiz şaka bile yapabilen araçlar henüz yapılmadı veya duymadık diyelim. Uzayda koordinat belirlemek nasıl oluyor hep merak etmişimdir. Sabit duran bir cisim yok bir kere… Karadelikler, solucan delikleri derken, uzay-zaman bükülmeleri ve karmaşıklaşan boyut kavramı da cabası. Neyse ki, fimlerin çoğunda bu hesapları yapmaya gerek bile duymuyorlar.
Uzay konumu üzerinden konu paralel kâinatlara gelmeden biz yeryüzüne dönelim: Dünyanın en büyük firmalarından bir kaç tanesi bu konuda yarışıyor. Hatta Google, bir prototip araç geliştirip caddelerde dolaştırıyor. Kayıtlara, sürücüsüz aracın hatalı olduğu bilgisi ile girmiş olan bir kaza bile yaptı. Aracı geliştiren kişilere göre, bu kazada kendi araçlarının herhangi bir suçu yok. Sola sinyal vermiş ve önde olan bir araç, kendisine yol verilmesini pekâlâ bekler!

Karşılaştığı tecrübeleri kaydedip öğrenebilen bir sun’î zekâ ile geliştirilmiş sisteme sahip olduğundan, yaptığı kazalardan da çok şey öğreneceği kesin. Karşısındaki normal araç sürücülerinin hatalı olabileceği ve kurallara bazen uymayabileceği gibi. Tek bir akıl ve onun kazanımları değil, çevredeki her sürücü ve araçtan fikirler alıp kollektif bir sürücü veritabanı oluşturmaya çalışıyorlar.
Benzer şekilde Mercedes firması da BMW ve Audi firmaları ile birlikte sürücüsüz kamyon ve otobüs geliştirmeye çalışıyor. Tesla ise elektrikli araçlardaki performansını sürücüsüz araçlarla da perçinleme gayretinde. Arka planında çok ciddî araştırma-geliştirme faaliyetleri barındıran çalışmalar bunlar ve temelinde kazalar gibi insan odaklı ölümcül hataları en aza indirmek ve çevre ile dost ürünler ortaya çıkarmak yatıyor.

Sürücüsüz veya otomatik sürücülü araçlarla ilgili olarak tartışılan pek çok konu var. Kural ihlâli durumunda ve sürücüsüz araç çevreye veya herhangi bir canlıya zararı dokunacak bir fiile sebep olursa sorumlu tutulacak kişi kim olacaktır? Google sürücüsüz arabası, Amerikan Ulusal Trafik Güvenlik Kurulu (National Highway Traffic Safety Administration – NHTSA) başvurdu ve yaklaşık 5 ay sonunda ehliyet alma mücadelesini kazandı. Böylece “sürücü” kavramı, teknoloji desteğiyle farklı bir boyuta taşınmış oldu. Ülkemizde böyle bir araçla kazaya karışılsa, levye eşliğinde ilk sorulacak sorunun “ehliyetini hangi internet kafeden aldığı” olacağını zannediyorum.
Bu araç Türkiye’de olsa veya test edilse çok zorlukla karşılaşacağı kesin. Öncelikle yanlış tabelâ ve levhalar bu aracı kaza yapmaya sürükler. Hiçbir uyarı levhası olmadan aniden biten bir yol ile karşılaşınca ne yapar meselâ? Karşıdan gelen araçların “radar var!” anlamında yapacakları selektörü de anlayıncaya kadar yapay zekâsı devreleri yakar. Sürekli korna sesleri ile uyarmaya çalışanlar yüzünden otomatik pilot, bir süre sonra ses reseptörlerini kapatır. Düğün konvoyundaki araçlar komple sürücüsüz olursa ne olur biliyor musunuz, önüne durmadan fırlayan çocuklardan dolayı asla ilerleyemez.

Bu teknoloji henüz arzu edilen seviyeye gelmiş değil. Araçların sadece bulundukları çevreyi gözlemlemesi yeterli değil. Trafikteki diğer araçlarla da iletişime geçip karşılıklı olarak hareketlerini birbirlerine göre düzenlemeleri şart. Halihazırda güvenli sürüş için kavşaklarda gereğinden fazla yavaşladığı söyleniyor. Nitekim bir trafik cezasını, çok yavaş hızlarda seyredip trafiği tehlikeye sokma gerekçesi ile aldı. Trafik işaret ve işaretçilerini tanımada eksikliği olduğu, yollarda hasbelkader bulunabilecek herhangi bir çöp veya taş gibi engelleri algılamakta sıkıntı olduğu belirtiliyor.

Diyeceğim, öyle veya böyle, yakın gelecekte artık hayatımızda bu araçlar olacak. Elin oğlu, elektrikle çalışan, dünyanın her yöresindeki insan ve araçlarla meşveret edip onların davranışlarından bir şeyler öğrenerek, adeta total aklın sürdüğü araçlar geliştirmeye çalışırken, bizler, “gaz”la hareket ettirmeye çalıştığımız bir aracın elektronik ve mekanik bütün kontrollerini kuvvetler ayrılığı prensibini hiçe sayarak, tek bir kişinin eline vermeye çalışıyoruz. Almamız gereken çok yol var gibi görünüyor.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surucusuz-arabalar_408317

Cadde Avı ve Cadı Avı

 
Ülkemizde habercilik ve gazetecilik yapmak epey zor.
Genelde gazete ve haberlerde söylenen değil, söylenmeyen şeyler üzerinden eleştiri geliyor. “Falanca haberinde üzüm yemeyi anlatıyorsun, ama senin maksadın bağcıyı dövmek!” gibi niyet okumalar çokça yapılıyor.

Böyle niyet okumalarının prim yaptığı bir yerde, bir yayın kuruluşunu, gazeteciyi veya yazarı istediğiniz gibi hedef tahtasına oturtabilirsiniz. “İnç” miktarı yüksek cihazların tamamını kullanarak çok etkili bir “linç” kampanyası yürütebilirsiniz. En kötü durumda “yanılmışız, kusura bakma” deyip geçme fırsatınız vardır. Linç kampanyasını yürüten ve aradan belli bir süre geçtikten sonra suçsuzluğu anlaşıldığında linç kampanyası yürütücülerine tepki gösteren de aynı kişiler olabiliyor.
Son yıllarda özellikle, rağbet gören haber türlerinden biri de “parodi” haberlerdir. Zekâ dolu ve esprili anlatımları sebebiyle sevilir hale geldiler. İlk çıktıklarında, gerçeğe çok yakın haber dili kullanımı sebebiyle kendilerini ifade etmekte zorlandılar ve gerçek haberlerden rol çalmaya başladılar. İnsanlar gerçek zannedip ciddî tepkiler gösterebiliyordu. Zamanla, politik hiciv denince akla gelen bir haber türü olmayı başardılar.

Geldiğimiz noktada, ciddî haberler, parodi haberlerden rol çalmaya başladı. Öyle haberler duyar olduk ki “yok artık, olsa olsa parodi haberdir” tepkisi verebiliyoruz. Bunda, etrafımızdaki gelişmeler kadar, bazı habercilerimizin de katkısı var. Bir bilgisayar oyununa ait şifrelerin yazılı olduğu bir kâğıdı, “15 Temmuz darbe girişiminin kodları” diye duyurup bunu ana haberde yayınlarsanız, “dikkat parodi haber değildir!” başlığıyla diğer haber kanallarına malzeme olursunuz. Bu haberi yapan kanal neyse ki sonradan seyircilerinden bu haber için özür diledi.

İsminde veya ticarî ünvanında yer alan bazı kelimeler dolayısıyla Gülen cemaatine mensup zannedilip araştırma gereği bile duyulmadan kapatılan okul, dersane veya başka kurumların haberleri gelmeye başladı. Antalya’da, 15 Temmuz sonrası yapılan soruşturmalar kapsamında kapatılan Özel Işıklar Lisesi’nin ismini bulunduğu Işıklar caddesinden aldığı anlaşılınca okul tekrar açıldı. İzmir’de bulunan Özel İzmir Fatih Koleji de geçen hafta cemaat okulu zannedilerek kapatılmış.

Resmigaste.com isimli bir parodi haber sayfasında konuyla ilgili yapılan haberi okuduğumda, haberin parodi tarafının neresi olduğunu anlamakta zorlandım. O haberi alıp ana akım medya kanallarından birinde okutursanız, kimse yadırgamayacak neredeyse, o derece gerçekçi duruyor. Gittikçe parodileşen bir hayat yaşıyoruz. Eskiden traji-komik olaylarla karşılaşıp hayretler içerisinde kalırken, artık paro-traji-komik olaylara şaşırmıyoruz bile. Keşke bütün bunlar sadece mizah eserlerinde kalsaydı.

Yakın zamanlarda Pokemon Go isimli bir oyun kendinden çok söz ettirdi. Bu oyun, kabaca, mobil cihazın kamerası kullanılarak ve GPS konum bilgileriyle desteklenen bir haritada arttırılmış gerçeklik katmanı eklenerek cadde ve sokaklarda gizlenen pokemonlar ve diğer başka ekipmanlar bulunuyor ve avlanılıyor. Bunun için sokaklarda elde telefon veya tabletle dolaşıp tarama yapmak gerekiyor. Kısaca bu oyunda “cadde avı” yapılıyor.

İçinde ülke olarak bulunduğumuz OHAL döneminde her gün yüzlerce, hatta binlerce kişinin açığa alındığını, gözaltına alındığını, tutuklandığını, özel şirketlerin mallarına el konulduğunu veya kayyum atandığını duyuyoruz. Bunların tamamının kendilerine atfedilen suçları irtikâp ettiğini zannetmiyorum. Malûm cemaatle hiç ilgisi olmayıp, başka cemaatlere mensup insanlar veya hiçbir cemaatle ilgisi olmayan, ama mevcut iktidara muhalefet ettiği bilinen gazeteci, yazar, akademisyen, kısaca her kesimden insanın da bu muamelelere maruz kaldığına şahitlik etmekteyiz. İnşallah, adalet en kısa zamanda tecelli eder ve hiçbir suça bulaşmayıp hakkında iftira atılarak veya işgüzar memurların göze girmek için, aklına gelen herkesi ateşe attığı insanlar bu töhmetten kurtulup haklarını alırlar. Ne diyelim, arttırılmış bir gerçeklik katmanıyla çıkılan bu “cadı avı”nın bir an önce sona ermesini ve sadece gerçeklik katmanı ile suçlu avına çıkılmasını temenni ediyoruz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cadde-avi-ve-cadi-avi_407621

Sayısal İslam

Belli zamanlarda bazı şeyler moda olur ve bakarsınız ki herkes o şeylerden bahseder ve yine herkes hemen o konunun uzmanı oluverir.
Öyle ki, bazen çok yeni bir mefhum da gündeme düşüp popüler hale gelebiliyor, “Hayır, konu zaten yeni, uzmanları nerede ve ne zaman yetişti?” diye sormadan edemiyor insan. Sosyal medya kavramı ilk duyulduğu anda, “bismillah” deyip konuya eğilemeden, sosyal medya uzmanlarının ortalıkta cirit attığını öğrendik meselâ.

Seminerler, paneller, forumlar ve daha bir çok faaliyetler düzenlenir “uzmanlar” tarafından… Akıllıları da hemen konunun danışmanlık ve eğitim hizmetini vermeye başlar.
Özellikle iki konu vardır ki, ülkemizde pek çok dinî cemaat ve grupta çok rağbet gördü:

1. Toplam Kalite Yönetimi
2. Kişisel Gelişim

Kâr amaçlı kurulan ve tamamen dünyevî hedefleri olan şirketlerde başarı seviyesini yükselttiklerine inanılan bu iki mefhum, pekâlâ dinî cemaatlerimizi kurumsallaştırmaya yardımcı olabilirdi. Din hizmetleri bu sayede daha profesyonel yönetilebilirdi. “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?” diyerek terakki etmek istemiş olabilirler. Yani niyet halistir muhakkak.

Kalite yönetimi yapabilmek için ölçme yapmak şarttır. Üretim yapan bir firma için, üretilecek ürüne olan talep, firmanın o ürünün pazarı içerisindeki payı, üretimin hatasız gerçekleşmesi, ürün ve hizmetlerin zamanında ilgili yere eksiksiz ulaşması ve müşteri memnuniyeti gibi konular için durmadan ölçümler yapılır, hedefler tanımlanarak belli metriklere bağlanır, raporlar üretilir, karşılaştırmalar yapılır, sonuçlar notlandırılır ve olgunluk seviyeleri belirlenir. Kısaca her süreçte bir ölçüm ve “sayısallama” vardır. Sayısallama yapmanın mümkün olmadığı zamanlar, bir sayı sallamakla problem halledilir. Sallanan sayı ne kadar küsuratlı ise inandırıcılığı o nispette artar.

Dinî hizmetlerin iki türlü sonucu vardır: Ahirete müteallik sevapları ve Allah’ın rızası. Amellerin, niyetlere göre değerlendirildiğini biliyoruz. Aynı eylemi yaptığını gördüğümüz iki ayrı kişiden biri Cenneti kazandıracak sevap alırken diğeri Cehennemdeki yerini perçinlemiş olabilir, bu tamamen o kişilerin niyetlerine ve ihlâslarına bağlıdır.Bu şuna benzer: Kanser hastası bir insanın, bir hükümet bakanından yardım isterken bakanın o hastayı hiç dinlemeden cebine 200 TL sıkıştırıp göndermesi hakaret sayılırken, o hastaya elindeki bütün malvarlığının yarısı olan 20 TL’yi veren yoksul çocuk, kalbinin büyüklüğünü göstermiş olur.

Peki, dinî hizmet süreçlerini profesyonel ve dünyevî kalite anlayışıyla yönetmek için nasıl hedefler konuluyor ve bu hedeflere ulaşılıp ulaşılamadığı nasıl ölçülüyor? Hizmete kazandırılan insan sayısı, açılan dersane ve yurt sayısı, “o gün Allah için kaç gazete abonesi bulunduğu”, kaç dergi ve kitap satıldığı gibi ölçüler, ulaşılan Allah rızası seviyesinin göstergesi olabilir mi? İçtimaî hayatın özel ve kamusal her alanında kendi müntesiplerinin sayıca fazla olmasına çalışmak, başlıbaşına kötü bir şey olmayabilir. Sayıca çoğalmak bir sonuçtur ve kesinlikle dinî hizmetin makbuliyetinin işareti veya rıza-yı İlâhinin mutlak bir göstergesi değildir. O şekilde kabul etmek, bu sonuçlara ulaşmak için meşrû olmayan yöntem ve usûllere tevessül etmeyi makul ve mübah görmeye sebep olabilir.

Aylık periyotlarla basılan “Genç Yorum” dergisinin Mart 2016 sayısında “Sayısallaştırmak Siyasallaştırmaktır” başlıklı bir yazım yayınlanmıştı. Bu yazıda soyut ve özellikle ahirete müteallik hizmetlerde, hizmet sonuçlarını metriklere bağlama ve sayılarla ifade etme, yani kısaca sayısallaştırmanın, o hizmeti siyasallaştıracağı düşüncesi üzerinde durmuştum. Her dinî cemaat veya grup, meşrû olmak kaydıyla, kendi meşrebince irşad ve tebliğ vazifesini yapıp sonucu Allah’a havale etmelidir. “Her işimizi doğru yaptığımız ve çok çalıştığımız halde neden sayıca çok azız? Yoksa biz yanılıyor muyuz?” veya “Gazetemizin okur sayısı neden düşük?” şeklinde sorular sormak, ilâhî vazifeye karışmaktır. Bize düşen sadece çalışmaktır. Sonuçları veren Allah’tır. Nice peygamber gelmiştir ki kendilerine inanan insan sayısı çok az olmuştur. Dünya’da, sadece bir baharda yaratılan sineklerin sayısı, Hz. Adem’den (as) bugüne kadar yaratılan insan sayısından fazla diye, dünya yönetimine ilişkin işlerde karar mekanizmasını sineklere bırakma düşüncemiz yoksa, sayısal üstünlüğün çok da önemli bir şey olmadığını söyleyebiliriz.

Eskinin nefsini ve enesini sıfıra yakın addederek “enel Hakk” diyenlerine mukabil, verdiği gazlarla “ene”leri şişiren ve “enelpi” diyen şahsî gelişim hikâyelerinin ne kadar İslâmî karşılığı olduğu da ayrı bir tartışma konusudur.
Kısaca “Sayısal İslâm” ile “Siyasal İslâm” ikiz kardeşlerdir. Neredeyse aynı harflerden oluşuyor olmaları da ayrı bir ironiktir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sayisal-islam_406933

Çevrim Teorisi


İngilizce “Online” kelimesi dilimize “çevrimiçi” diye çevrilmiştir. “On” ismin bulunma hâli olan –de, –da takısı manasında kullanıldığı gibi, özellikle elektrik elektronik sistemleri için “açık” anlamında da kullanılmaktadır. “Line” ise çizgi, hat anlamlarına gelmektedir.

İşin içinde hat ve numaralar olunca, online kelimesini Türkçe’ye cevirmek için neredeyse Graham Bell’e kadar gidip numaraların gerçekten elle çevrildiği zamanlardan ilham almak gerekiyor muydu ve bu kimin fikriydi bilmiyorum.

Bilgisayar ve onunla ilişkili internet tabanlı teknolojiler ve mobil sistemlerde (anlık mesajlaşma sistemlerinden web sayfalarına, sosyal medya platformlarından uzak sunucu bağlantısı gerektiren sistemlere) online-çevrimiçi tabiri aktif olarak sunuculara bağlı olma ve sistemde hazır bulunmayı ifade eder.

Cebimizde, elimizde, kolumuzdaki saatte, dizimizin üstünde, masalarımızın üstünde ve oturma odalarımızın duvarlarında çevrimiçi olabileceğimiz ve bizim gibi çevrimiçi olanları görebileceğimiz sistemler mevcut. Bütün bu sistemlerde aynı anda çevrime giren insanları düşünün: akıllı telefonda Twitter, tablette Instagram, dizüstü bilgisayarda Facebook ve teleziyonda Youtube açık ve akıyor…
Hiç birine haksızlık etmeden eşit zaman ayırabilmek ve diğer mecralarda neler kaçırıyor olabileceğinin düşüncesi ile sürekli kafayı bir sonraki mecra ve cihaza döndürmek… İşte çevrim teorisi budur. Bakmayın elli çeşit cihaz saydığıma, aslında çevrim teorisi için tek bir cihaz da yeterlidir; akıllı telefonlar. Bu cihazla girilemeyecek ve takip edilemeyecek mecra yoktur. Ellerimizden yolda yürürken bile düşürmüyoruz bu cihazları. Hele ki artırılmış gerçeklik ile zenginleştirilmiş oyunlar artık sokakta bile oynanıyor. Eminim dinleri afyona benzetenler bugünleri görseydi “ayfon dindir” diyecekti.

Çevrim teorisinin girdabına yakalanan insanlar reaksiyonlarla beslenir…
Güçlü reaksiyon alanlar gelişir, zayıf hesaplar silinir. Çok beğeni, haddinden fazla yorum ve yeteri kadar paylaşım fenomenlik yolunda çevrimci arkadaşı yükseltir. Fena fil-fenomen bu meslekte önemli bir düsturdur. Yani fenomenlikte kalıcı olmak için her değer ve duygu feda edilebilirdir. Para ile satın alınan like’lara değil, doğal like’siyonlara itibar edilir. Like sayısının düşmesi, tansiyon veya şeker düşmesine benzer bir etki yapıp fenomen adayımıza baygınlık geçirtebilir. “Hatırladınız mı beni, yüzlerce K sayıda takipçilerim vardı…” diyen bir eski fenomen görürseniz biliniz ki, çevrim, çocuklarını yemeye başlamıştır. Evet, çevrim teorisi çok zalimdir ve her zaman en güçlüden ve yeniliklere en çok ayak uydurabilenden yanadır.

Eskiden fotoğraf makinesi ve çekilen fotoğrafların tab edilmesi imkânları çok az olmasına rağmen, çektiğimiz fotoğrafları hemen tab ettirir ve onları süslü kapakları olan albümlerde saklardık. Her bir resim çok değerliydi. Hatıra defterlerimiz vardı, içinde dostlarımızın kalbinden temiz olmasa da beyaz sayfaları olan. Kendi el yazıları ile yazdıkları yazılar, çok güzel ve kıymetliydi hakeza… Dostlarımızın kendilerinden birer parçaydı adeta hatıraları. Artık yazı ve resim, gelişen, evrilen ve çevrilerek bizi de çevriminin içine alan teknolojilerle o kadar çok ve hızlı üretilir olunca çok hızlı da tüketilir oldu. Kıymetleri de kalmadı eskisi gibi. Aynı pozu iki, üç veya canımız ne kadar isterse hemencecik çekiyoruz ve en güzelini seçip diğerlerini hemen siliyoruz. Hatta silmiyoruz bile çoğu zaman ve dijital bir çöplük oluşturuyoruz. En güzel resmi istediğimiz mecrada yayınlamak yeterli geliyor bize. Ve bir daha belki hiç bakmıyoruz bu resimlere. Çok ilginç resimler değilse takipçilerimizin bile ilgisini çekmiyor. Bir anlık var oluş ve ömür boyu bir daha bakılmamak üzere nisyan denizine dökülmek… Çok üzülüyorum yeni nesil resimlere. Hele Snapchat nam tabir edilen bir platform var ki, sana gönderilen resme baktın, baktın… Bakmadın, on dakika içerisinde resim kendi kendini yok ediyor!

Çok eski zamanlardan bugüne intikal etmiş yüzlerce sanat eseri müzik parçaları var, mesela Itri’nin eserleri günümüzde bile hatırlanıp icra edilebiliyor. Oysa geçen sene üretilmiş şarkıcı ve şarkılar bugün hatırlanamayabiliyor, tam bir mebzuliyet durumu söz konusu.

Kısacası dostlar, tam bir sanat ve üretim düşmanı olan çevrim teorisi, estetik anlayışımızın temeline bir bomba yerleştiriyor. Hazer edelim, “like” butonuna basmaktan korkalım biraz. Bir yorumda ve bir paylaşımda batmayalım… Dünya hayatında çevrimiçi olduğumuz her dakika, bizi izleyen bir çift meleğin varlığı, bir çift mavi tık’tan fazla heyecanlandırsın bizi…
Link: http://www.gencyorum.com.tr/cevrim-teorisi

Siyasal İslam

Haber bültenlerinde zaman zaman rastladığımız bir cümle vardır: “Falanca faaliyette spor, san’at, siyaset ve iş adamları çevresi bir araya geldi” şeklinde… Duyunca bu çevrelerin çok nadir görüştüğünü, herkesin kendi işine odaklandığını zannederiz. Bu çevrelere akademi ve basın dünyasını da dahil edebiliriz.
Gerçek hayatta bu çevreler iç içe geçmiş durumdadır ve başarı merdivenlerini hızlıca tırmanmak isteyenler en çok siyaset adamları ile sürekli dirsek teması kurmak durumunda kalmaktadır.
Demokratik, şeffaf ve liyakatın esas alındığı bir ülkede, işini iyi yapan onun karşılığını alır. “Marifet iltifata tabidir” diyen atalarımız, ödüllerin başarıyı tetiklediğini görerek söylemişlerdir. Ancak sadece iltifat görüp hiç çalışmadan başarı elde edildiği görülmemiştir.

Bir ülkede sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen iş adamları, iyi sayılabilecek kamu projelerinin ihalelerini alıyorsa, aldıkları ihalelerde kendilerine belirli bir kazanç miktarı devlet garantisi ile sunulup, gün sonunda belirlenen kazanç elde edilemediğinde oluşan farklar, büyük bölümü vatandaşların ödedikleri vergilerden oluşan bütçeden ödeniyorsa, kusurlu oldukları iş kazaları sebebiyle açılan dâvâlardan ceza almadan kurtulabiliyorlarsa, vergi cezaları sıfırlanabiliyorsa, dış gezilerde ve resmî dâvetlerde devlet erkânının yanında boy gösterebiliyorsa…

Sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen sporcu ve sanatçılar yüksek maaşlar ve taltiflerle devlet kademelerinde bulunuyor ve devlet televizyonlarındaki yapımlarda görünerek gündemde kalabiliyorsa…

Yine iktidara yakınlığı ile bilinen gazete ve televizyonlar kamu ilânları ve reklâmları pastasını yiyebiliyor, resmî organizasyonların tamammında tabiî akreditasyona sahip olabiliyorsa…

Bir üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda kriterleri sıralarken  “….(iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazarlık yapan) filanca kişi üzerine çalışmış olmak” diyebiliyorsa, belirtilen şartlardan ilgili kişi üzerine çalışma şartını taşıyan Türkiye’de sadece 9 kişi olup bunlardan 8’inin diğer şartları taşımadığını herkes biliyorsa… kimse liyakat esaslı iş yapıldığından ve şeffaflıktan söz edemez!

Bunları yapan bir hükümet, halk nezdindeki desteğini nasıl devam ettirebiliyor ve yapılan herşeyi halk nasıl sahipleniyor derseniz, bunun cevabı çok basit değildir ve ciddî sosyolojik tahliller gerektirir. Güçten ve güçlüden yana tavır koyma, mağduriyet yaşadığına inandığı bir kesimin intikam alıyor oluşuna hak verme, şahsî bir menfaat temin ediyorsa onu devam ettirme ve buna benzer daha pek çok sebep sayılabilir. Ancak bana göre en önemli husus şudur: Dini referanslar kullanarak siyaset yapılınca, taraftarları o partinin bir hareketinin dinî bir vecibe mi yoksa siyasî teamüller gereği mi olduğunun ayırdına varması zorlaşır. Hatta neredeyse her hareket için bir dinî referans vermeye kalkanlar olabilir. Bakanlık veya başbakanlık gibi bir göreve birinin seçilmesi/atanması kadar son derece arzî, siyasî ve seküler bir aksiyonu “peygamber onu görevlendirdi, rüyada görüldü” şeklinde yorumlayabilir meselâ. Bunu diyenler, sekiz-on ay sonrasında gözle görünen bir hata olmamasına rağmen seçilmesi/atanması ile aynı yöntem takip edilerek aynı başbakanın görevden alınmasını nasıl açıkladı bilmiyorum. “Peygamber onu seçti” diyen adama “-Haşa-Peygamber mi yanıldı, yoksa bu adam, peygamberi de mi yanılttı?” diye sorulduğunda, ne cevap verebilir acaba?

28 Şubat’ın hemen ertesi zamanlarda, Ankara’da öğrenci iken hasbelkader katıldığım bir sohbette, Allah selâmet versin, Millî Selamet Partisi’nde 70’li yıllarda milletvekilliği yapmış birisi vardı. Kendisine yöneltilen “Siyasal İslâm diye bir kavram var. Böyle bir kavramı siz kabul ediyor musunuz, ediyorsanız Refah Partisi’ni Siyasal İslâm’ın neresinde konumlandırabilirsiniz?” sorusuna cevaben “İslâm siyaset, siyaset de İslâm demektir. Siyasetle ilgisi olmayanın İslâm’la da ilgisi yoktur” dedi. Kendisine Bediüzzaman Said Nursî’nin konuyla ilgili olan “Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler” sözlerini hatırlatıp siyasetle ilgilenmediğini söyleyen herkesi tekfir etmesinin sağlıklı bir düşünce olup olmadığını sorduğumda, Bediüzzaman’a saygı duyduğunu, fakat bu görüşlere katılmadığını ifade etmişti.

Görünen o ki, aynı anlayış bugün de devam ediyor. Arap Baharı’nın kıvılcımlarının çıktığı Tunus’ta, oranın Millî Görüş’ü diyebileceğimiz NAHDA hareketi, dini, siyasî mücadelelerin dışında tutmak için kimliğini yeniden tanımladı. İslâmî partiden “Müslüman demokrat parti”ye geçiş yaptılar. Ne diyelim, “Din umumun mukaddes malıdır, inhisar altına alınamaz” ilkesinin haklılığı anlaşılmaya başlandı, darısı bizimkilerin başına…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siyasal-islam_406218

Öne Çıkan Yayın

Ego-Nomi

  Ego-nomi Değerli kardeşlerim, Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi d...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: