Bu Blogda Ara

Arşiv

Düşünce Okuma Yazma

Düşünce okuma yazma

Dünyanın önde gelen teknoloji firmaları uçuk projeler üzerinde çalışmaya devam ediyor.
Daha doğrusu, henüz uygulama alanını gözümüzle görmediğimiz için şimdilik bize uçuk gelen proje ve teknikler geliştiriliyor. Bunlardan biri de insan beynini bilgisayarlarla veri alış verişi yapabilecek şekilde bağlayabilmek. Konuyla ilgili Elon Musk ve Bryan Johnson gibi girişimcilerle Facebook’un çalışmaları olduğu biliniyor. Pek çok bilim kurgu filminde de bu temanın işlendiğini görüyoruz. En bilinen örneği “The Matrix” filmidir. En ileri dövüş san’atı tekniklerinden, bir helikopter pilotluğu bilgilerine kadar her şey saniyeler içerisinde beyne yüklenebiliyordu filmde.

Facebook, yeni teknolojilerini anlattığı F8 konferansında insanların düşüncelerini internet üzerinden direkt gönderebilmesini sağlayan bir teknoloji üzerine çalıştıklarını duyurdu. Bunu yaparken de vücudun herhangi bir hareketini izlemeden sinirsel aktivitelerdeki değişimi takip edeceklermiş. İnsanların zihinlerinden geçirdikleri kelimeyi algılayan bir teknoloji olacak. Aklımızdan geçen her düşüncenin algılanacağı anlamına gelmiyor şimdilik (ama bunu yapan bir sonraki adımda onu da yapar!?) algılanmasını istediğimiz kelimeyi yavaşça aklımızdan geçirmek gerekecek. Dakikada 100 kelime yazma hedefi var ilk aşamada, ki bu telefonda elle yazılan yazının yaklaşık beş katına tekabül ediyor. Facebook artık “ne düşünüyorsun, Adnan?” diye sormayacak ve hemen ne düşündüğünü anlayabilecekse bu biraz tehlikeli olmaz mı? Bir de “Paylaş” butonu beynimizde mi olacak, nasıl tıklamayacağız bu butona?

Facebook’un ikinci bir “sessiz konuşma” araştırması da bir o kadar heyecan verici: Tenle duyma! İnsan derisine, kulaktaki işitme özelliklerinin taklidini yapabilecek yazılım ve donanımlar üzerine çalışıyorlar yani. Parmağımızı bir metin üzerinde gezdirdiğimizde, orada yazılı olan düşüncelerin sesli bir şekilde kafamızda canlandığını görebileceğiz. Kulaklıklardan hoşlanmayan benim gibi insanlar için mükemmel bir buluş olur. Sesi dışarı veren kulaklık problemi kalmaz artık. Kütüphanelerde kimseyi rahatsız etmeden sesli kitap okuyabileceğiz meselâ. Parmakla dokunmak suretiyle kafamızda sesli uyarıların oluşması fiiline belki başka bir tabir de buluruz o zamana kadar, okuma desen okuma değil, konuşma desen hiç değil… Şimdiden üzerinde düşünülmesi gereken bir konu diyor ve önerimi “dokuymak” şeklinde ilgililere sunuyorum. Sevgili TDK, “dokunmak” ve “duymak” fillerinin birleşiminden türettim kelimeyi. Öğretmen arkadaşlara da şimdiden sabırlar diliyorum, gözlerinin içine bakarak başka şeyleri “dokuyuyor” olabilecek öğrencilerle nasıl başedecekler, Allah bilir. Bakınız cümle içinde de kullandım, çok da kulak tırmalayıcı durmuyor, değil mi? Duyma hissini dokunarak alabileceksek kulakların tırmalanmasının bir önemi de kalmayacak nasıl olsa.

Düşünceyi algılayıp yazıya dökme ve tenle duyma özelliklerini birleştirerek dilini bilmediğimiz insanlarla çok rahat ve hızlı bir şekilde anlaşabiliriz gibi görünüyor. Meselâ, benim aklımdan Türkçe geçirdiğim düşünceleri facebook hemen yazıya dökecek, karşımdaki benim dilimi bilmeyen kişi de önünde çıkan metne dokunduğunda facebook, oradaki ifadeyi onun kafasına dokuyacak. “Sen sus da gözlerin konuşsun” sözlerine sahip şarkıyı kim yazdıysa, vizyonu için tebrik edilesidir. Mütercim-tercümanlık mesleklerinin sonu mu gelecek bilmiyorum. Beyinden beyne doğrudan iletişimle beynelmilel ilişkiler daha kolay kurulabilecek.

Bilindiği gibi teknolojinin en son ulaştığı noktalar öncelikle savunma ve güvenlik, haydi daha açık söyleyelim istihbarat için kullanılır. Yani muhtemelen şu anda daha gelişmiş teknolojiler elde edilmişken, bunların bir kaç model aşağısı umum halkın kullanımına açılır. Belki de akıldan geçen düşünceleri okuyan sistemler yapılmış olabilir buna göre. Kimbilir düşüncelerimizi dinleyenler vardır etrafımızda. Düşünürken ne kadar sessiz olabiliriz ve ne kadar bundan sakınabiliriz ki? Beyin dinleyen yazılım veya donanımdan daha tehlikelisi beyne düşünce gönderen teknoloji olacaktır. Böyle bir fırsatı reklâm dünyası kullanmak isterse “spam” düşünceden kafamızı kaldıramayız onu söyleyeyim. Ya bir de bu teknolojiler kötü niyetli insanların eline geçerse ne olacak? Beyin iletişimlerini şifreli hale getirmek şeklinde bir güvenlik tedbiri düşünülebilir.
10 yıl sonraki yöneticilere yandaş olacak gazetelerin şöyle manşetleri olabilir: “Beyninde ‘beynlock’ isimli yazılım izleri bulunan beş kamu görevlisi gözaltına alındı”.
Gel de Cem Karaca’nın “Bindik bir âlâmete, gideyoz kıyamete” şarkısını hatırlama…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dusunce-okuma-yazma_430091

Atı Alan Üsküdar'ı Geçti

Filmlerden aşina olduğumuz bir sahne vardır; yolun çetin tabiat şartlarına sahip kısmına gelince, rehber yolculara dönerek şöyle bir cümle kurar: “Yolun bundan sonraki kısmına katırlarla devam edeceğiz!”
 
Bu cümle, yolcular için çok anlam ifade eder. Öncelikle o zamana kadar tramvay, belediye otobüsü ve hususî minibüs gibi katırlara nispeten çok daha konforlu sayılabilecek ulaşım çeşitleri ile seyahat imkânı sona ermiştir.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Meselâ yolun bundan sonrasında, yolda karşılaşabilecekleri diğer canlıların uymak zorunda olduğu trafik kuralları olmayacaktır. Tabiî yaban hayatının görünen kuralları uygulanacaktır. Güçlü olan, hızlı olan, direnci yüksek yolcular yola devam edebilecektir. Fizikî kondisyon gerektiren aktivitelerle bolca karşılaşabileceklerdir çünkü…

Kilometre ve yön belirten tabelâlar ya da uyarıcı levhalar bulunmayacaktır. Rehberin insafı ve irfanı, tek yol gösterici ve uyarıcı olacaktır. Nerede konaklanır, nerede en iyi barınılır, hangi örümcek ve güvercin ikilisi dosttur, hangisi ispiyoncudur gibi soruların cevaplarını sadece rehber bilmektedir. Yolcu kafilesi ünsiyet edebileceği başka insanları çevresinde bulamayacaktır. Arada sırada karşılaşacakları küçük dağ köyleri haricinde kendilerine dost olacak insanlar bulamayacaklardır ki muhtemelen katırları da terk etmek zorunda kalacakları bir noktadan sonra yalnızlık içlerine kadar işleyecektir.

Meskûn mahal olan şehirlerden çıkılmıştır. Şehirde ihtiyaç duyulan her türlü yiyecek ve giyeceği parası mukabilinde satın alabilen yolcular artık ekmeği taştan çıkarmak zorunda kalacaklardır. Gerektiğinde zararlı mı zararsız mı olduğu konusunda fikirleri olmadığı bir otu yiyecek, gerektiğinde benim çok hassas bir bünyem olduğu ve çabukça midem bulandığı için şimdi burada zikredemeyeceğim hayvanları yakalayıp pişirecek veya pişirmeden… (tövbe estağfurullah, yazarken bile iğrendim. Sizlerden de özür diliyorum, mecbur kalmasam bahsetmezdim.)
Yol büyük bir ihtimalle gittikçe sarplaşacak, yüksek tepelere doğru tırmanılacaktır. Böyle yollara alışık olmayan yolcularda, yükseklikle birlikte düşen hava basıncını dengelemek için altta kalmayan iç basınç da durumu dengeleme isteği duyacak, vücut kandaki oksijen miktarını hemen yükseltmek isteyecek ve fakat bu denli hızlı değişimlere ayak uydurmakta zorlanınca tansiyon problemleri baş gösterecektir. Kimi tansiyonlar düşecek, kimi tansiyonlar yükselecektir. Yol esnasında düşmeler ve çarpmalar çokça yaşanacağından kırık-çıkık da bolca görülecektir. En hekim kişinin rehber olacağı varsayılacaktır.

Temizlik ve ısınma için bir şeyler yakmaları gerekecek, tezek de toplayıp yakabileceklerdir icab ederse…
***
YSK, yaklaşık olarak iki ay önce referandum duyurusu yaptı.
Takvimler 16 Nisan 2017’yi gösterdiğinde de, kendisine “at oyunu” denen vatandaş üzerine düşeni yaptı. Sonuç ne mi oldu, atı alan Üsküdar’ı geçti. Anlaşılan, tramvaylıktan ata dönüşen demokrasi Üsküdar’ı geçti, hızla şehirden uzaklaşıyor… Yolun bundan sonraki kısmına katırlarla mı devam edeceğiz, şimdilik bilemiyoruz!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ati-alan-uskudar-i-gecti_429591

Paranoyaklaşımlar


Yalnız olduğunuzdan ve izlenmediğinizden eminseniz yazıyı okumaya başlayabilirsiniz. Emin olmanız izlenmediğiniz anlamına da gelmez onu söyleyeyim. Her yerde olabilirler, o yüzden lütfen sessizce ve belli etmeden okuyun.
Nedense şu sıralar “herkese bi’ halley oluyoy!” Meselâ şu anda “The Gofretter” lâkaplı bir çikolata baronu elinde tuttuğu kedisini okşayıp darbe planlıyor olabilir. “Dost” markasıyla BİMilerine yakın olurken düşmanlarına daha yakın olmaya çalışıyordur belki de… Herkes en son çıkardığı reklâmla uyandı işe, ama ben çok önceden hissetmiştim. Bir insan neden bir markasının ismini “Caramio” yapar? Tabiî ki, bilinç altına “harami o” düşüncesini yerleştirmek için! Mutluluk temalı sloganlarını hatırlıyor musunuz? “Mutluluk orada, mutluluk burada, her zaman her yerde var!” şeklindeydi. “Mutluluk” kelimesini çıkarın, yerine başka bir kelime yerleştirin, bir de öyle bakın!

Sonra, “enerji, geliyorum demez!” sloganına ne buyurulur? Bunun “metro” markası sloganı olduğunu duyduğumda aklıma “V for Vendetta” filmi gelmişti. Filmde parlamento binası boş bir metro vagonuna yerleştirilen bombalarla havaya uçuruluyordu!

Metro demişken, metrobüs de çok masum görünmüyor. Son durağı Beylikdüzü olan bir ulaşım aracından bahsediyoruz. Beylikdüzü’nde şüpheli bir şekilde düşen helikopter sizi de tedirgin etmedi mi? Yoksa “Bylockdüzü” mü deseydim?

“Paranoya bu abi…” diyenlere, bir dolar bir boşalır bir han olan “f”ani dünyada kullanılan “para no”ları hatırlatayım. Her işleri bilinç altı yatırımı bunların, yemekler dahil. Pirinç altına yerleştirilen malzemelerle hazırlanan meşhur yemekleri “maklube” buna örnektir. Arapça, “ters çevrilmiş, devrilmiş” anlamına geliyor maklube. Yurtlarda, tepsileri devirip devirip bir gün devrim yapacaklarını işlemişler çocukların kafasına. Şimdi anladınız mı “Yurtta Sulh” konseyinin adının nereden geldiğini?

Güneş ısı ve ışık kaynağıdır. Her kim güneş resmini logosunda kullanıyorsa ortamın hararetlenmesini istiyor ve “ışık evlerine” hizmet ediyordur. Bahar yenilik sembolüdür ve kesinlikle kaos isteyenler bahar metaforunu kullanır. Meselâ, “Baharı bekleyen kumrular gibi” şarkısı kime aittir? Coşkun Sabah! Tam bir proje ismi gibi değil mi? Peki, “Okyanus mu iki şehrin arası” şarkısının olduğu “Okyanus” isimli albümün de aynı kişiye ait olması sizce tesadüf mü?

Şarkılar bir yana, filmlere ne demeli? Kriz zamanında senatodan geçici olarak olağanüstü yetkiler isteyen Şansölye Palpatine’in olduğu “Yıldız Savaşları” ve bütün yüzüklere hükmeden tek yüzüğün hikâyesi “Yüzüklerin Efendisi” filmleri kesinlikle üst akıl tarafından “Türk tipi başkanlık sistemi”ne karşı durmak için kurgulanmıştır. Güya, akıllarınca “kontrolsüz güç, güç değildir” diyorlar. Denge ve denetim freni olmalıymış! Daha geçen hafta doktoruma sordum. Bana “şizo-freni” hakkında bilgi verdi. O fren bende mevcutmuş, başka frenlere gerek yokmuş.

Söyleyeceğim daha çok şey vardı, ama iki hastabakıcı bana doğru yaklaşıyor şimdi. Gömlek mi o ellerindeki? Ama kolları fazla uzun değil mi bu gömleğin! Utanmadan bir bahar şarkısı mırıldanarak geliyorlar:

“Huni, kuşlar, ağaçlar
Binbir renkli çiçekler…”

Gömleği çıkarıncaya kadar Allahaısmarladık!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/paranoyaklasimlar_428673

Fesih-Fetih

Referandum tarihi olan 16 Nisan’a kalan süre azaldıkça, siyasî cenahtaki sansasyonel haber sayısı artmaya başladı.
 
Daha doğrusu, bazı sıradan haberler sansasyonel bir tarzda sunulup gerilim arttırılmaya çalışılıyor gibi görünüyor. Her zaman işe yarar mı bilemem, ama popülist siyasetçinin artan gerilimi oy akımına nasıl dönüştürdüğünü Trump örneğinden yola çıkarak fizikteki “OHM kanunu” ile daha önce anlatmıştık.

Değişiklik önerisini getirenler, öneriyi tam olarak içselleştirmemiş olduklarından mıdır bilinmez, bir türlü muhtevasını ayrıntılı bir şekilde anlatmıyorlar. Anlattığını iddia edenler de milletin aklıyla alay eder gibi ezbere dayalı sözler sarf ediyorlar. Meclis’in ve hükümetin artık halk tarafından seçileceğinin söylenmesi, meclis denetiminin arttırılacağını iddia eden slogan gibi. Bugüne kadar meclisimizi ve hükümetimizi seçenler kimlerdi acaba? Her kimse, özellikle son zamanlarda kötü seçim yapmışlar zannedersem, iktidar partisinin reklâm panolarına bakınca bunu anlıyorum ben. Gensoru hakkı elinden alınan bir meclis 600 milletvekili ile tabiî ki daha güçlü hale gelecek. 550 sayısı aritmetik işlem yapmak için kolay bir sayı değil. Oysa 600 düz bir rakam, yarısı ne eder, üçte ikisi kaç olur, beşte üç oran için kaç milletvekili gerekir sorularını artık sokaktaki vatandaş da hesap makinesi kullanma ihtiyacı hissetmeden hemen bilecek. İkiye, üçe, dörde, beşe ve altıya kolayca bölünebilen bir sayı bir kere…

Tasarının TBMM’den geçişi yangından mal kaçırır gibi oldu. Üzerinde yeteri kadar tartışma yapılamadı, yapılan konuşmaların çoğu canlı yayınlanmadı. Seçim takviminin açıklanması ve kampanyaların başlaması ile birlikte, “Evet” cephesi, “neden evet?” sorusuna “çünkü falancalar, filancalar ve feşmekâncalar ‘Hayır’ diyor!” diyerek açılış yaptı. Bu çalışmanın yeteri kadar heyecan uyandırmadığı düşünülmüş olacak ki, “hayır” oyu vereceklerin terörist ilân edildiği safhaya geçildi. Halk nezdinde çok tepki alınca bazıları doğrudan söylemeyi bırakıp “tabiî ki her hayır diyen terörist değil, ama bütün teröristler de hayır diyecekmiş, konu komşu öyle diyor” demeye başladı.
Taksim’e cami inşaatının başlaması ve bir kaç kurumda bugüne kadar neden yapılmadığı bilinmeyen ve anlamsız olan başörtüsü yasağının kaldırıldığına yönelik adımlar seçim düzlemini din-iman çerçevesine çekemedi, çünkü kimse bu oyuna gelip manasız bir tepki vermedi. Rota Avrupa’ya çevrildi. Haç ve hilâl kavgasına dönüştürme çabaları sonucunda yeni “Avrupa fatihlerimiz” oldu. 16 Nisan sonrası daha ne fetihler bekliyor bizi, kimbilir; Suriye’de kırmızı çizgilerimizi alt üst eden ABD ve Rusya, ezana bile tahammülü olmayan İsrail… AB ülkeleri ile yaşanan diplomatik krizler ne kadar oy kazandırdı bilmiyoruz, ama bu krizlere bağlı olarak gerek ülkemiz ve gerekse Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız açısından pek çok kayıplar yaşanacağı belli oldu.

Düşman arayışlarında tekrar iç pazarlara dönüldüğü zamanlardayız. Hükümet erkânı durmadan muhalefete yükleniyor ve özellikle muhalefet liderinin ismini vererek hakaretler ediyor. Troll hesaplardan sürekli bir ikinci darbe geleceği korkusu yayılıyor. Çikolata reklâmlarında bilinç altı darbe mesajları aranmaya başladı. Bu manada “kekimi ye, beni yeme”, “hizmet ışık hızında, her şey yolunda” sloganlarına sahip reklâmlar troller tarafından yeterince tartışılmadan geçti zannedersem. Yeter ki maksat bir düşman oluşturmak olsun, her cümlede darbeye gidecek bir yol bulunur. Paranoya, olmayan bir Mazlumder Bingöl Şubesi’ni kapatmaya kadar gidebilir.
Önerilen “Partili Cumhurbaşkanlığı” sisteminde meclisi feshetme yetkisi polemik konusu oldu. Cumhurreisi, “Fesih yetkisi nerede var, gösterin” dedi. İktidar partisinin bizzat hazırladığı seçim kitapçığında “Fesih yetkisi yeni sistemde seçimlerin karşılıklı olarak yenilenmesi yoluyla gerçekleşebilecektir. TBMM 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanı da dilediği zaman bu yetkiyi tek başına kullanabilir” ifadesi geçmesine rağmen Adalet Bakanı seçim yenileme yetkisinin fesih anlamına gelmeyeceğini savundu.

Anayasa teklifinde mana olarak, AKP kitapçığında ise bizzat bulunan “fesih” inkâr ediliyorken, kelime olarak da mana olarak da bulunmayan “fetih” beklentisi içinde olunması garip doğrusu…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fesih-fetih_428065

Kıskandalya


Gün geçmiyor ki bir ülkenin daha bizi kıskandığını duymayalım.
Önce Almanya’nın bizi kıskandığını duyduk. Sonra Avrupa Birliği ülkelerinin bizi kıskandıklarını devlet büyüklerimiz ifade etti. Daha ötesini de söylediler, Batı komple bizi kıskanıyordu! Tabiî, Ortadoğu’da oyun kuruculuk rolünü üstlenip yaprak düşüş vizelerini biz dağıtmaya başlayınca, kuzeyimizdeki Rusya ve doğumuzdaki İran da bizi kıskanmaya başladı.

Kıskanılan bir ülke olmak bize gurur veriyor. Tabiî, gönül isterdi ki sadece imrensinler. Heyetler gönderip incelemeler yapsınlar. “Peki, bizim en çok neyimizi kıskanıyorlar?” derseniz, öncelikle havalimanlarımızı ve en çok da daha yapımı süren üçüncüsünü. Sonra yol (özellikle duble olanlarını) ve köprülerimizi, Londra ile Pekin’i birbirine bağlayan tünellerimizi, ekonomik gelişmişliğimizi… Sırf ekonomimizi çökertmek için doları yükselttikçe yükselttiler. Kendi kendine yeten nadir ülkelerden biri iken, bizi arpa, buğday, saman ve daha bir çok tarım ürünü ithal edecek hale getirdiler. İşsizlik oranlarımız yükselsin diye bazı fabrikalarımızı ve işyerlerimizi kapattırdılar. Yeter ki bir insanın içi fesat olsun, en olmayacak şeyi bile kıskanıyor. Meselâ, Suriye’de gerçekleştirdiğimiz Şah Fırat Operasyonu sonrasında içerisinde dönemin başbakanının da olduğu savaş odası görüntüleri basına verilmişti. Kıskanç Putin hemen akabinde nazire yapar gibi üç katlı ve devasa Rus savaş odasının görüntülerini yayınlattı.

İçerde ise maalesef skandal haberleri bitmiyor. Gazeteciler hapishanelere tıkılıyor. Somut delilleri bırakın, bazılarının hakkında iddianame bile hazırlanmamış olabiliyor. İhbar mektupları ve istihbarat raporları yeterli sayılıyor. İnsanlar suç işlememiş olsalar bile KHK’larla işlerinden çıkarılabiliyor.

16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumunda “hayır” oyu vereceğini duyuran bütün sivil toplum kuruluşları her gün farklı bir yerde engellemeyle karşılaşıyor. Keyfi bir şekilde toplantıları ve panelleri iptal ediliyor. Yeni Asya Vakfı’nın her yıl tertiplediği Risale-i Nur eksenli kongresinin bu yıl yapılacak 12.’si de aylar öncesinden organizasyon bilinmesine ve salon ücretinin ödenmesine rağmen iptal edildi. Anadolu Gençlik Derneği (eski adıyla Millî Gençlik Vakfı) ve Furkan Vakfı gibi muhafazakâr oluşumlar da aynı muameleden nasibini alıyor. MHP’li muhalif Meral Akşener, Sinan Oğan ve Yusuf Halaçoğlu gibi isimler yine bu tarz engellemelerle karşılaşıp üstüne fizikî saldırılara da maruz kalanlardan. Saadet Partisi de kendilerine salon tahsis edilmediğinden ve keyfi engellemelerden şikâyetçi.

Politik gündemle ilgisi olmayan bir skandaldan da söz etmek istiyorum. 1 Mart 2017 tarihli Gazete Duvar haberine göre; Van depremi sonrası Sakarya’ya yerleşen ve babası kanser hastası olduğu için çalışmak zorunda kalan 16 yaşındaki bir çocuk, yaşı tutmadığı için amcasının oğluna ait kimliği kullanarak bir baraj inşaatında çalışmaya başladı. İnşaat alanında yerde bulduğu tesbihe benzeyen ve hoşuna giden bir cismi, izin alarak cebine koydu ve evine götürdü. Tesbihe benzeyen bu cisim, baraj inşaatında radyografide kullanılan ve radyoaktif özellikli iridyum kaynağıydı. Çocuk eve gidinceye kadar arka cebinde bu cismi taşıdı. Ev halkına gösterdi, onlar da kısa bir süre bu maddeyle temas ettiler. Etkisini hemen gösterip vücudunda yanıklar ve yaralar oluşunca hastaneye gitti ve durum anlaşılıp bölge karantinaya alındı. Bu cismin etkisinin aynı anda 300 bin röntgen filmi çekilmekle maruz kalınacak radyoaktif etkiye eşit olduğu söyleniyor.

Tek bir skandal değil; çocuğun çalışmak zorunda kalması, çalışabilmek için usûlsüzlük yapması ve kimsenin bunu fark etmemesi, radyoaktif bir maddenin yere düşürülmesi, yerde bulunan maddenin ne olduğunu kimsenin bilmemesi ve alınmasına izin verilmesi hususlarının her biri ayrı birer skandaldır. Doğrudan temas edenler bir yana, çocuğun seyahat ettiği ulaşım araçlarındaki kişilerin bile kanser riski ile karşı karşıya olduğu bildiriliyor.

Dışarıdan bakanların kıskandığı ve içerdekilerin skandallardan yaka silktiği bir ülke olmak da bir skandaldır. Böyle bir ülkeye isim bulmak gerekirse “Kıskandalya” derim ben. Radyoaktif, gazete aktif ve bürokrasi aktif özellikli bir cisim, “millî iradeyum” diyerek kendini dillerde zikir ve ellerde tesbih olarak dolaştırmaya devam ediyor. Uzaktan bakınca parlak duran, temas edeni yakan bir cisim bu. Rabbim, kanser olmadan kurtulmayı nasip etsin.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kiskandalya_426846

Stephen, how king?

Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking, insandaki saldırganlık iç güdüsünün teknoloji ile çok yıkıcı bir hal alabileceğini söyledi, bunun önüne geçebilmek için bir çeşit “dünya hükümeti” kurulmasını teklif etti.
Teknoloji cidden korkunç bir hızla ilerliyor. Nanoteknoloji, kuantum fiziği, moleküler biyoloji gibi bütün alanlarda görülen bilimsel gelişmeler, yıllar önce hayal bile edilemeyen hızlarda hareket edebilen araçlar, uzay seyahatleri, uydu teknolojileri gibi her geçen gün daha çok sayıda faydalı ürünün ve icadın ortaya çıkmasını sağlıyor. Özellikle bilgi teknolojilerinin uygulamaları hayatımıza en kolay akseden ve günlük hayat akışını etkileyenlerden. Televizyon, bilgisayar ve telefon internet bağlantıları ile güçlendikçe alışkanlıkları da kendi varlıklarına göre şekillendirmeye başladı.

Buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk, kapı, çatal-kaşık, tencere, ayakkabı, kalem ve aklınıza gelen her türlü nesnenin akıllı, öğrenebilen, kendilerine verdiğiniz komutları işletebilen ve diğer eşyalarla gerektiğinde iletişime geçebilen bir yapıda olduğunu düşünün. Sabah işyerinde bulunmanız gereken zamanı bilen saatiniz, meteoroloji ve trafik yoğunluğuna bakarak ve sizin de alışkanlıklarınızı da göz önünde bulundurarak en uygun zamanı hesaplayıp sizi uyandırıyor. Çatal kaşık gibi araçlar almanız gereken gıdaları muhtevasına göre sınıflandırıyor, tansiyon, kan şekeri gibi dahili vücut parametrelerine göre tabağınızda ne bulunması gerektiği konusunda sizi uyarıyor. Isıtma, soğutma ve aydınlatma sistemleri sizin programınızı biliyor ve evde bulunma saatlerinize göre optimal seviyeye kendisini ayarlıyor. Bugünkü sosyal medya benzeri platformlara yaptığınız durum bildirimlerini hayatınızla ilgili bütün nesneler de alıyor ve otomatik olarak bu bildirimlere göre konumlanıyorlar.

Şimdi de bu nesnelere duygu da yüklenebildiğini ve zekâ seviyelerinin kendilerini ukalalık boyutuna çıkardığını farzedelim. Hayat çekilmez olmaya başlayacak gibi. Hele bir de, topladıkları bilgileri kötü niyetli insanlara aktarırlarsa ne hissedersiniz? Daha kötüsü, kötü niyetli kişiler bu nesneleri tamamıyla uzaktan yönetirse? Atomlara bile veri yüklemesi yapılabildiği bir zamanda ki 6.4 cm karelik bir alanda 500 TB veri yüklemesi yapıldı, yakında veri yüklenen atomların uzaktan kontrolü yapılabilirse yediğimiz içtiğimiz herşeye dikkat etmek gerekecek belki de. Nükleer ve biyolojik tehditler ise başlı başına araştırma konusu.

En son sızan Wikileaks belgelerinde CIA’nın akıllı telefon ve televizyonları kullanarak ortam dinlemesi yaptığına dair bilgiler yer alıyordu. Yani yukarıda bahsettiğimiz senaryolar henüz hayata geçmemişken bunlar olabiliyorsa… Stephen Hawking’in endişesi yersiz değildir. Teknolojiyi kullanırken onu ihtiyaçlarınıza göre yönlendirmiyor ve kendi kurallarınızı belirlemiyorsanız, kısa süre içerisinde teknoloji sizi teslim alır ve kendi kurallarını dayatmaya başlar. En son teknolojiyi takip etmekten iş yapamaz hale gelmek işten bile değildir. Teknoloji sürekli gelişmek ister, gelişmek yatırım isteyen bir iştir, yatırım da üretilmiş bütün son teknoloji ürünlerinin satılmasıyla doğrudan ilişkilidir.

Kontrol altına alınmazsa büyük bir tehdit olduğu açık. Peki, çözüm Hawking’in dediği gibi bir dünya hükümeti mi? Açıkçasını söylemek gerekirse bu bana “daha güçlü bir dünya için bütün güçleri tek elde toplayalım” demek gibi geldi. Kral kim olacaktır? Buna kim karar verecektir? Hawking’e sormak istiyorum: “How king?” diyelim böyle bir hükümet kuruldu ve bütün dünyada hükmü geçiyor. Bu hükümet varlığını devam ettirmek, kendine olan ihtiyacın hissedilmesini sağlamak, muhalefeti sindirmek veya herhangi bir başka saikle teknoloji silâhını kendi kullanmak isterse ne yapılabilecektir? Böyle bir hükümet art niyetli olmasa bile teknolojiye yenik düşebilir ve bahsedilen tehditlerin tamamı yine gerçekleşebilir.

Teknolojinin hükmettiği bir yönetim biçiminin adı her halde “modemokrasi” olacaktır. ASP, PHP gibi yazılım dilleri “sayısal parti” olur. En gözde bürokratlık bir işletim sisteminde “görev yöneticisi” olarak çalışmak olur. Ülkeler ve şehirler artık parsel parsel değil piksel piksel satılır. Kısaca, insan ve insanî değerler öncelenmedikten sonra değişen sadece isimler olacaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/stephen-how-king_426168

Ülkemizin Demokra-sisi

Geçen hafta başından itibaren Marmara bölgesinde ve hususan İstanbul’da görülen sis, alelâde günlerdeki kolaylık derecesi tartışmalı olan hayatı daha da zorlaştırdı.
Uçak ve vapur seferleri aksadı, iptal edilen vapur seferleri yüzünden Marmaray seferleri zaman zaman aşırı kalabalık yüzünden durdu. Sis dolayısıyla TEM otoyolunun trafiği katmerlenip kilitlendi. Sis ve TEM demişken, “Sistem” konusundaki “tek adam” tartışmalarını hatırladım. Üçüncü köprü dahil pek çok yolun kendisine bağlandığı TEM, tek otoyol olsa halimiz ne olurdu?

Binali Yıldırım’ın uçağı sis yüzünden Bartın’a inemeyince miting iptal edildi. Yoğun sis, sismik araştırma yapma görünümlü üst akıl gemilerinin kolayca gizlenip her türlü fitneyi tesis etmek için elverişli bir vasat teşkil ediyordu, bilmiyorum, bunu yaptılar mı? Malûm gazetelerden böyle hareketler hiç kaçmaz, olsa duyardık her halde. En azından, telefon numaralarımızı nasıl bulduklarını bilmediğimiz birileri, 6698 sayılı kişisel verilerin korunması kanununu çiğneme pahasına büyük bir şehrimizin belediye başkanının ülke gündemi ile ilgili ilginç açıklamalarda bulunacağına dair bir kısa telefon mesajını bize gönderirdi.

Komple komplo teorileri üzerine yoğunlaşan havuz gazeteleri sis olayını çok mu hafif geçti, bana mı öyle geliyor? Burhan Kuzu’nun ifadeleriyle “üçüncü havalimanımızı kıskanan” Almanya’nın hava trafiğimizi kesmeye matuf bir hareketi bu sis olayıyla bağlantılı olamaz mı yani? Keza, hemen akabinde Almanya’nın demokratik duruşuyla hiç de bağdaşmayacak şekilde iki bakanımızın toplantısını, kendilerine salon vermeyererek sabote etmesi bunu desteklemiyor mu? Gerçi 250 milyar doların üstünde ihracat fazlası olan, uçak üreten onlarca firmaya sahip bir ülke, büyük bir havalimanı inşa edecek olan başka bir ülkeyi nasıl kıskanır, anlaşılır gibi değil. Aynı durumda biz olsak, kendilerine satacağımız uçakları düşünüp ellerimizi oğuştururduk meselâ.

Yeri gelmişken, fikir ve ifade hürriyeti demokrasilerin olmazsa olmaz özelliklerindendir. Hele de demokrasi havarisi kesilip millî irade vurgusu yapanlar seçim zamanlarında muhalefet temsilcilerine toplantı salonu ve miting alanı tahsis etmeyip, insanları düğün salonları ve otellerin toplantı odalarına mahkûm ediyor ve bununla kalmayıp elektriklerini kesiyorsa, havada “demokra-sisi” vardır demektir.

“Sistem değişiyor” denilerek önümüze konulan anayasa değişikliği paketiyle “Ülkemiz demokra-sisi nereye doğru gidiyor?” sorusu kafaları karıştırmaya başladı. “SİSTEM” kelimesinin ilk üç harfini gelin o harflere yakın görünüme sahip rakamlarla değiştirelim. “A” harfi yerine 4, “B” harfi yerine 8 yazmak gibi “S” harfi yerine 5 ve “İ” harfi yerine 1 yazalım demek istiyorum. Ne oldu? “515TEM”. Şimdi kafamızı karıştırmak için başa konan beş rakamını silelim: “15TEM”! 15 Temmuz ile birlikte demokrasi üzerine çöken sis bulutlarını dağıtmak için kurulmuş olan meclis araştırma komisyonu bu misyonunu acaba ne kadar ifa etti? Çalışmalarını tamamladığını ifade ettiklerinin üzerinden 70 günden fazla zaman geçti, ancak henüz raporlarını sunmuş değil.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, katıldığı bir televizyon programında, OHAL döneminde KHK ile görevden atılan onbinlerce devlet memurunun durumuna ilişkin olarak yaptığı açıklamada bu kişilerin ihraç edilmesinde hepsinin suçlu olmadığı, bu kişilerin suç işledikleri için değil, idarî kararla görevden uzaklaştırıldığını söyledi. İşten atılan kişiler herhangi bir başka kamu kurumunda işe alınmadıkları gibi, özel işyerlerinde de “KHK ile işten uzaklaştırılmamış olmak” şartının arandığına ilişkin haberler çıktı.

Yani isteniyor ki, “suçlu olmasa da” idarî tasarrufla işten atılan bu insanlar buharlaşsın! O zaman soruyoruz, “buharlaşma” bu şekilde devam ederse, ülkemiz “demokra-sisi” içindeki sisi nasıl dağılacak?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ulkemizin-demokra-sisi_425573

Tek El Projesi: “Yed-i Emin”

tek el projesi yed-i emin ile ilgili görsel sonucu

Her yeni günle birlikte, değişen dünya şartlarına göre strateji ve taktik geliştirmek, hadiselere uygun vaziyet almak ilm-i siyasetin muktezasındandır.
İyi bir siyasetçi, diğer kişiler ve kurumlarla kuracağı ilişkilerde dikkatli olur. Günlük hayatta birbirine selâm vermeyecek ideolojilerin temsilcileri parlamento çatısı altında ülke meselelerini görüşür, aynı komisyonlarda beraber çalışır, gerektiğinde koalisyon hükümetlerinde ortak olabilirler.

Günlük siyasetin hamasi rüzgârları içerisinde şimdi bu satırlarda ifade edemeyeceğim sıfatları siyaseten rakibi olanlara yapıştırmak, kavgada söylenmeyecek veya en son söylenecek sözleri sarf edip hakaret etmek, akabinde ittifaklar kurup sarmaş dolaş olmak siyaset kurumunu da siyasetçiyi de yıpratır, kendilerine duyulan güveni zedeler. Kısaca, siyasetçide az omurga olmalıdır.

Bu girizgâha şundan dolayı ihtiyaç duyuldu: Yılların devrimci sol çizgisi müdavimi Doğu Perinçek bir süreden beri “Erdoğan bizim çizgimize geldi” diyor, Bahçeli “Perinçek ve Erdoğan arasında tercih yapmak gerekirse tercihim Erdoğan olur” dedi. Binali Yıldırım kendi grup toplantısında eliyle bozkurt işareti yaptı.

Bizim insanımız bu kadar çok çeşitli ve çelişkili eğilimleri bünyesinde taşımaya alışık değil. Öncelikle insanımızı buna hazır hale getirmeliyiz diye düşünüyorum.
Bunun için Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanı Faruk Özlü’ye çağrıda bulunmak istiyorum: Vatandaşlarmıza tek elde, aynı anda hem rabia hem de bozkurt işareti yaptıracak parmaklara sahip olma fırsatı tanıyacak genetik mühendisliği çalışmaları için TÜBİTAK’ı harekete geçirsinler. Tabiî ki, aynı elde bir de devrimci sol grupların işareti olan “V” de yapılabilmelidir.

Şöyle kaba bir hesap yapalım: Bozkurt işareti için beş parmak lâzım. Bu beş parmağın ikisi rabia işaretinde de kullanılabilir. Rabia için iki adet ilâve parmak gerekecek, “V” için de bu iki ilâve parmak kullanılabilir. Yani toplamda yedi parmaklı bir el bunun için yeterlidir. Artık bu geliştirmeyi kök hücre teknolojisi kullanan kökten DNA’cılar mı yapar bilemem.

Yedi parmaklı yeni ellerin ismi “yed-i emin” olabilir bence. “Yed-i emin” ile güç, tek elde toplanmış olacak. Yeni parmak sayısı sayesinde Osmanlı tokadının gücü katmerlenecek. NASA dünyamıza benzer hayat şartları taşıdığı düşünülen yedi gezegen bulmakla ile övündü ya bugünlerde, işte TÜBİTAK da buna bizim yedi parmaklı “yed-i emin” ile okkalı bir karşılık vermiş olacak.
“Türkiye, ‘yed-i emin’ ile emin ellerde” sloganı ile bir değişim hareketi başlatılabilir. Bu değişime direnenler Başbakan Binali Bey’in dediği gibi yok edilebilir. Bu imkânlar bir KHK uzağımızda üstelik OHAL şartlarında. Bu proje benim şahsen kendi projem olsa da, zatımı ön plana çıkarmak için kullanacak kadar şahsiyetsiz değilim. Projeyi daha güçlü bir Türkiye için millete hediye ediyorum.

El demişken, “Türk tipi başkanlık” da denilen ve referandumda oylayacağımız sistemi savunanlar, gücün tek elde toplanacağını ve bunun Türkiye’yi uçuracağını söylüyorlar. Daha sistemle ilgili anayasal düzenleme hayata geçmemişken, fiilî olarak tek el uygulamaları başladı. Varlık Yönetim Fonu ile sermaye tek bir elde toplanıyor artık. Geçtiğimiz hafta çoğu kişinin dikkatini çekmeyen bir haber vardı. Bu haberde siber güvenlik ile ilgili bütün çalışmaların tek çatı altında yürütüleceği bir yapı oluşturmak için çalışmalara başlandığı yazıyordu. Böylece siber güç de şimdiden “tech” elde toplanmış olacak.

“Türk tipi başkanlık” örneği sayılabilir mi bilmiyorum, ama kardeş ülkemiz Azerbaycan’da devlet başkanı İlham Alivey, hanımını 1. başkan yardımcısı olarak atadı. Kendisinin yokluğunda ülkeyi yönetmeye yetkili kişi “yar ve yardımcısı” olacak. Ne diyelim, “aşka hudut çizilmiyormuş”. Kimi eve iş taşır, bunlar evlerini işe taşımış oldu. Bize başkanlık sistemi gelir mi belli olmaz. Gelirse kim başkan olur, Allah bilir. Farz-ı misal Doğu Perinçek Türkiye’nin ilk Türk tipi başkanı olarak seçilse, “İlham kardeşim mesajını aldım, ben de senden ilham aliyem, devleti kendime ev ediyem” dese ne yapabiliriz? Örnekteki kişiye takılmayın, doğu ağzıyla konuşturduğum için Doğu Perinçek geldi aklıma.

Neticeten diyebiliriz ki, seçimlerimizi yaparken hiç kimseye devleti kendine bir “ev et” demeyelim, verdiğimiz yetkileri bir daha geri alamayacağımızı bilelim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tek-el-projesi-yed-i-emin_424938

Muhayyer Kürdî ve Başkanlık Makamı

16 Nisan tarihinde yapılacağı duyurulan anayasa değişikliği teklifinin oylanacağı referandum için kampanyalar başladı.
Değişikliği meclis gündemine getiren ve karşı çıkanların resmi kampanyaları başlamazdan önce sanatçılar, sporcular, bürokratlar ve kısaca kamuoyu kendi kampanyasını çoktan başlattı.
Herkesin kendine göre bir fikri olabilir tabii, kimse karışamaz. Ancak fikrini beyan etme konusunda, sahip oldukları görevleri dolayısıyla dikkat etmesi gerekenler var. Başbakan yardımcısı seviyesinde başlayan muhtemel bir “hayır” zaferinin terörü tırmandıracağı ifadesi, kendisi bunu tehdit maksatlı söylemediğini anlatsa da, partisinin tabanında ve partisine yakın olduğunu izhar etme ihtiyacı hissedenlerin elinde halkı korkutma aracına dönüştü. Manisa AKP il başkan yardımcısı, sandıktan hayır oyu çıkarsa iç savaşa hazırlanılması gerektiğini salık verdi. Antalya Cumhuriyet Başsavcıvekili verilecek hayır oylarının PKK’ya destek anlamına geleceğini, sonrasında “benim bundan haberim yoktu” demenin faydası olmayacağını anlattığı tweetler attı. Gelen tepkiler üzerine biri istifa etti, diğeri de paylaşımlarını sildi. “Hayır” diyenleri meydanlarda elinde silahlarla bekleyeceklerini ifade edenler oldu.

Sosyal medya paylaşımlarında ayet, hadis eşliğinde yapılan propagandalar gırla gidiyor. Kullanılmayan milli-manevi değer kalmadı gibi. Kutuplaşma ve gerilim had safhaya çıktı. Spor müsabakaları siyasi sloganların atıldığı zeminler oldu. Yahu, deprem oldu Çanakkale’de, bunda bile dış güçlerin parmağı arandı, hayır cephesinin bunlarla işbirliği yaptığı söylendi.
İşte böyle bir ortamda, İstanbul Beykoz taraflarında bir köpek yavrusu 70 metre derinliğinde bir kuyuya düştü. Belediye zabıtalarından itfaiyeye, AFAD’tan sivil kurtarma kuruluşlarına, okullardan Türkiye Taş Kömürü işletmelerine kadar, resmi ve gayr-ı resmi her kesimden vatandaş kurtarma çalışmalarında seferber oldu. 10 gün kadar süren hummalı çalışma sonucunda minik köpek kuyudan sağ çıkarıldı. Yediden yetmişe hepimiz bir yakınımız kurtulmuş gibi çok sevindik. Siyasi hiçbir mülahaza barındırmayan bir müşterekte buluşmak ne kadar da özlenen bir şeymiş meğerse. Aynı şekilde, yeni doğmuş kuzuyu sırtında taşıyan kız çocuğu, üşüyen sokak köpeğinin üzerine montunu örten belediye görevlisi iyilik mefhumunun kaybolmadığının timsali oldu.

Bir olayın siyasi hiçbir mülahaza bulundurmaması, o yöne doğru çekilemeyeceğinin garantisi değil elbet. O yüzden çok da erken sevinmemek lazım. Misal, müzmin muhalif basın, kuyunun fazla “derin” oluşunu sorgulayabilir, “#direnkuyu” etiketleriyle desteklenen minik köpeğin direnişin sembolü haline geldiğinden bahsedebilir. Yandaş basında bu memlekette kazılan bütün kuyuların “üst akıl” projesi olduğu, içine düşen köpekle Anadolu halkına “çomar” göndermesi yapıldığı, arazi sahibinin evinde bir dolarlık banknotlardan bir tomar bulunduğu haberleri çıkabilir…Ya da “kurtarılan köpeğin ilk mesajı ‘havet’ oldu” manşetlerini görebiliriz. Kimbilir, köpek saraya çağrılabilir, kendisine ve içine düştüğü kuyuya “demokrasi” ismi verilebilir. Kuyunun bulunduğu arazinin imar planında gerekli düzenlemeler yapılıp “HAVM” dikilebilir. Anıtlaşan kuyuyu görmek isteyenlere kolaylık sağlamak için altyapı projeleri geliştirilebilir. Hazine teminatı altında Yap İşlet Devret modeli ile günlük en az on bin kişinin ineceğinin garanti edildiği bir asansör yaptırılıp iniş fiyatı dolar üzerinden belirlenebilir. “Ne, dolar mı?” demeyin, kolay kolay dolmaz o kuyu, derin çünkü.
***
Görüldüğü gibi en apolitik bir meselede bile başkanlığa gidecek veya başkanlığı sabote edecek bir yol bulunabiliyor. Yeter ki o gözle bakılsın…
Her gün yeni bir ankete bakılıyor, “günde herkes 3 kişiyi ikna etse…” hesapları yapılıyor. Kararını kesinleştirmemiş çokça seçmen var çünkü. Başkanlık makamının gelip gelmeyeceğini AKP içindeki bu “muhayyer” ve “kürdîli” oylar belirleyecek gibi görünüyor, her ne kadar iktidar tarafı “hicazkâr” için çalışsa da.

Muhayyer Kürdî makamı, Türk Sanat Müziği’nde Lale Devri’nden kalma çok sevilen bir makamdır. Birleşik bir makam olup tiz duraktan başlar, peste doğru iner. Muhayyer kürdî makamındaki Sultan V. Murat Han’a ait “uyan ey gözlerim gafletten uyan” ilahisi çok meşhurdur. 16 Nisan sonrası bu ilahiyi dinlemeye en çok kimin ihtiyacı olacağını Allah bilir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhayyer-kurdi-ve-baskanlik-makami_424306

Yerli Bir Uçak: AK-330

Geçtiğimiz hafta, AK-330 tipi bir uçağa bindirilen tam 330 akademisyen, KHK-686 sefer sayılı uçuşla üniversitelerden uzaklaştırıldı.
 
AK-330 yerli bir uçak modelidir. Hayır, aklınıza 2011 yılı seçimlerinde bilbordları süsleyen ve göklerde olduğu söylenen uçak gelmesin, o değil. Araçlık hayatına bir tramvay olarak başlayan, uçuk bir fikirle iki tane kanat takılarak uçacağı sanılmış demokrasinin bir modelidir. Yerlidir. O kadar yerlidir ki, yerden kalktığı hâlâ görülmemiştir. “FairBAAS” firmasının ürünüdür. Yerliliğin yanında millî midir? Bilemedim şimdi, kanat takarak ilk uçan insanlardan birinin Hezarfen Ahmet Çelebi oluşu iki kanat takılmış ve uçabilen herşeye millîlik katar mı? Ayrıca “millî” sözü öyle yersizce ve hunharca kullanıldı ki son zamanlarda… Adam Çin’de yapılmış parçaları tek tek toplayıp ithal ediyor, burada birleştirip bitmiş ürün haline getiriyor ve bunun adı millîleştirme oluyor. Siyasilerimiz ne zaman bir üründen bahsedip yanına millî sıfatını iliştirse, aklıma “gözlerine mil çekilmiş ama gibi evler” mısrası geliyor. “Sanıyorum, her sokak başını kesmiş” siyasî devler var, “yerli ve millî filanca şey” diye milleti kandırıp, hayalî projeler anlatarak insanların gözlerini mil ile dolduruyor ve kör ediyorlar… Esas “millî”, onları dinleyip körleşmiş insanlar oluyor.

Ülkemizde yaşanan darbe girişimi, muhtıra, ihtilâl ve benzeri yollarla zorla idareci veya idarenin değiştirildiği dönemler olmuştur. Her bir değişiklikte muktedirler devlet kadrolarını kendi fikirlerine uygun adamlarla doldurmak istemiş ve ona göre önce tasfiye işlemleri yapmıştır. Ancak hiçbir dönemde şimdiki gibi tek seferde 330 akademisyen sayısına ulaşılamamıştır. Tasfiye edilenlerin çoğunluğu sol fikirlere mensup gibi görünse de, dindar kişiliği ile tanınan akademisyenlerin de varlığı, muhalif duruş sergileyen herkesin hedef alındığı intibaını uyandırıyor; Barış Bildirisi’ne imza atan ve imzasını çekmeyen herkes var. Barış Bildirisine attığı imza sebebiyle linç kampanyalarına kurban giden akademisyenlere yardımcı olmak için destek bildirisi yayınlayan ve altına imza atanlar var, HAS Parti’nin kurucularından muhafazakâr kimliği ile bilinen biri de var. Akademi çevresi Barış Bildirisi yayınladığı zamanlarda, akan dem istemek, hem de oluk oluk akacağını söyleyip bu kanla duş alacağını ifade etmekte ise bir beis görülmemişti.

AK-330 uçağına alınmamış kişiler tarafından “Varış İçin Akademisyenler bildirisi” olsa keşke… Bu uçuşun, bu gidişin nereye varacağı konusunda endişelerini dile getirseler bildiride. Her kesimden itiraz yükselince hükümet yetkilileri “YÖK ve üniversiteler bize liste verdi” dedi. YÖK de mağdur olduğunu düşünen kişilerin KHK mağduriyet komisyonuna başvurmaları gerektiğini ve suçsuzlarsa muhakkak bunun anlaşılacağı gibisinden bir açıklama yaptı.

Yanlış anlaşılmasın, sayıları yüzbini geçen memuriyetten ihraç vak’alarına dair bahsedilen pek çok mağduriyet hikâyesi var. Hakkın büyüğü küçüğü olmaz, hak haktır. Lâkin toplum nezdinde bilinirliği çok olan kişilerin yaşadığı mağduriyetlerin ispatlanması ve görülmesi daha kolaydır. Hele ki, eğitim alanında uluslar arası sınavlarda aldığımız puanlar ve onbeş yıldır en zayıf halkamızın eğitim ve kültür olduğuna dair itiraflar, bu alanda atılacak yanlış adımların neticesinin vahim olacağının göstergesidir.

Dünya, sürücüsüz ve çevre dostu arabalar, nesnelerin interneti, sanayi 4.0, insan beyni ile bilgisayarlar vasıtasıyla iletişim ve Mars’a yolculuk gibi konuları tartışırken biz elimizdeki bütün insan kaynaklarını siyasî mülâhazalarla eritiyor ve yönetim mekanizmalarımızın bütün yetkilerini tek bir kişiye bağlamayı tartışıyorsak, almamız gereken çok yol var demektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-bir-ucak-ak-330_423674

Fiilde Çatı

Muhalefet liderlerinden Devlet Bahçeli’nin “fiilî duruma hukukî boyut kazandırmak” gerekliliğini dile getirip iktidar partisinden konu ile ilgili taslak çalışması varsa meclise getirmesini istemesi üzerine, mevcut anayasamızın 18 adet maddesini değiştirmeyi öngören, hazırlayıcılarının “partili cumhurbaşkanlığı” dediği ve hayata geçerse adı öyle olmasa bile ülkeye yeni bir “fiilî başkanlık” getirecek olan değişiklik paketi TBMM’den geçti.
 
Paket şu anda Cumhurbaşkanlığı makamına gönderildi ve büyük bir sürpriz olmazsa, halk tarafından oylanacağı bir seçimi bekliyor. Olur da “partili cumhurbaşkanlığı” sistemi kabul edilip hayata geçerse ve fiilî olarak “başkanlık” uygulaması başlarsa, sayın Bahçeli nasıl bir tavır takınacak bilmiyoruz. En son 2014 yılında ülkemizde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir “çatı adayı” çıkardığını ve onu desteklediğini biliyoruz. “Fiilî durum” ve “çatı adayı” aklıma dilimizde bulunan fiilde çatı konusunu getirdi. Cümlede, fiilin nesne alabilip alamaması ya da öznenin, fiilde bildirilen işle ilgili olarak gösterdiği özellikler fiil çatısı altında incelenmektedir.

Nesnelerine göre fiiller geçişli ve geçişsiz olmak üzere ikiye ayrılır. Öznenin yaptığı işi, başka varlıklar üzerine geçirebilen, nesne alan fiiller geçişlidir. Nesne alan deyince aklınıza sakın özne gelmesin, konumuz fiil. Yükleme sorulacak “ne?”, “neyi?” ve “kimi?” sorularının cevabı bize nesneyi verir. Meselâ; “Polise emri ben verdim”, “Yüzde elliyi evde zor tutuyorum”, “Ne istediler de vermedik?”, “Rabbim ve milletim beni affetsin” cümlelerinde fiiller geçişlidir ve altı çizili kelimeler nesnedir. Tabiî, fiil geçişli diye cümlede nesnenin geçmesi gerekmiyor. “Sıfırladık amcacığım” cümlesinde gizli bir nesne var, söylenmediği için neyin sıfırlandığını bilmiyoruz, ama fiilin geçişliliğine halel gelmiyor.

Nesne almayan fiiller geçişsizdir. “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Ben tatmin oldum” cümlelerindeki fiiller geçişsizdir. Geçişsiz fiilleri geçişli hale getirmek ve geçişli fiillerin geçişlilik derecesini arttırmak için fiillere “-r”, “-t” veya “-dir” eklerinden birini getirerek oldurgan ve ettirgen fiiller elde edilebilir. Meselâ “Ben çocuklarıma helâl lokma yedirmedim” ve “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” cümlelerindeki fiiller gibi.
Özne ile etkileşimine göre fiiller; etken, edilgen, dönüşlü ve işteş olmak üzere dört kısımda inceleniyor. Faili belli olan fiiller etkendir. “Tulumbada su bitti” cümlesinde özne sudur. Faili meçhule kurban giden fiiller de edilgendir “Kandırıldık” cümlesindeki gibi. Kim kandırıldı? Biz. Peki kim kandırdı? İşte o belli değil. En azından bu cümlede belli değil. Edilgen cümlelerde takiyye yapıp özne gibi görünen nesnelere de sözde özne denir, bunlara da ayrıca dikkat etmek gerekir tabi.
Fiili yapanın da, fiilden etkilenenin de özne olduğu fiillere dönüşlü fiiller denir. “Yeni adımlara hazırlanıyoruz” cümlesindeki gibi. Birden fazla özne tarafından karşılıklı yapıldığı anlamı olan fiillere de işteş fiiller denir. “Çok engelle karşılaştık” cümlesi buna bir örnektir.

Vaktiyle çatı adayı çıkarmış ve bugünkü fiili durumdan rahatsız olup hukukileşmesi gerektiğini savunan biri fiilde çatıya dikkat ederek hareket etmelidir. Kısaca fiilin “geçişlilik” derecesini öğrenmeli, başka durumlara geçiş için kullanılmayacağından emin olmalıdır. Nesne alıp almadığına dikkat etmelidir. Kendisinin etken mi yoksa edilgen mi kalacağını görebilmeli, atacağı bütün adımların kendilerine dönüşlü bir etkisi olacağını bilmelidir. Çatı önemlidir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fiilde-cati_423097

Büyük Resim

Olayları tek boyutuyla değil bütün boyutlarıyla değerlendirmeye, küçük ayrıntılarda boğulmadan olayların bütününe bakmaya “büyük resmi görmek” diyorlar.
Büyük resmi görenler veya gördüğünü zannedenler, kamuoyunu da kendilerine malum olmuş bilgilerle donatmak isterler. Basit gibi görünen olayların arkasında çok karmaşık hesapların döndüğünü iddia edebilir, karanlıkta kalmış ve karmaşık görünen olayların da çok basit açıklamaları olduğunu söyleyebilirler. Beylik lafları ve komplo teorileri hiç bitmez.

Türkiye’nin son yıllarına baktığımızda büyük resmi çizme işi o kadar ilerledi ki adeta bir rönesans dönemi yaşanıyor. Siyasilerden gazetecilere, yazarlardan taksi şoförlerine ve en nihayetinde kahvehanelerde bulunan ehl-i vukuf heyetine kadar pek geniş bir yelpazede büyük resim çizicisi var.

Çizilmiş bir kaç büyük resim örneği:

“One minute” ile İsrail’in en büyük düşmanı olduğumuzu, İsrail’in artık bizden korktuğunu söylediler. Büyükelçimizin alçak bir iskemleye oturtularak muma çevrilmeye çalışılması sonrası İsrail ile diplomatik ilişkiler minimuma indirildi. Halbuki o hengamede iki ülke arasındaki ticaret hacminin katlanarak arttığı anlaşıldı. 2015 yılı sonlarına gelinince İsrail’in bizim “dostumuz” olduğu ve iki ülkenin birbirine ihtiyacı olduğu hatırlandı. Mavi Marmara sonrası Türkiye’nin vetosu yüzünden İsrail NATO’nun Akdeniz’de yaptığı tatbikatlara katılamıyordu. Türkiye önce tatbikatlara katılması için vetoyu kaldırdı, ardından NATO karargâhında üye olmadığı halde daimi ofis açmasına onay verildi. Bir “bağış” karşılığı Mavi Marmara konusunun mahkemelerde tamamen bitmesi için anlaşmaya varıldı.

Emevi Camii’nde namaz kılma isteği ve Esed’e ömür biçme ile resmi kanallardan ifade edilen Suriye politikamız için çizilen büyük resim, Ortadoğu’da “oyun kuruculuk” pozisyonuna yükseldiğimiz ve bu coğrafyada bizden habersiz artık bir yaprağın bile kımıldamayacağı şeklindeydi. Yakın zamanlarda Numan Kurtulmuş’un itirafıyla Suriye politikamızın baştan beri hatalı olduğu ifade edildi. Gelinen noktada sayıları yüzbinleri bulan ölü, milyonları geçen mülteci, isimleri herkese göre değişebilen enva-i çeşit terör örgütleri ve adı başlangıçta “özerk” veya “güvenli” de olsa Suriye’yi bölme noktasına gidebilecek bölgeler oluştu.

Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağı düşürülmesiyle iki ülke arasında başlayan gerginlik kısa bir sürede turizm ve ticareti de etkileyip siyasi, askeri ve ekonomik bir krize dönüşünce Rusya’nın ezelden düşmanımız olduğunu, kendisiyle her türlü savaşa girmeye hazır olduğumuzu, ısınmak için tezek yakabileceğimizi söyleyenler oldu. Bir özür mektubu ile başlayan süreçte Rusya ile barışınca, “Şangay Beşlisi’ne biz de girelim, olmadı Asyalı kankalarla ‘Kankasya birliği’ kuralım” deme noktasına gelindi. Halep olayları yüzünden Rus büyükelçilik binasına protestoya giden bazı büyük resimciler, Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi üzerine ertesi gün taziyeye gittiler. Bir barışıp, bir kavga ettiğimiz Rusya’nın yarın dost mu yoksa düşman mı olacağı belli değildir.

Bir diğer büyük resim de Avrupa ve NATO temelindeki Batı ile olan ilişkiler hakkındaydı. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği uyum yasaları çıkarılıyor, AB tam üyelik müzakereleri yapılıyor ve tarihler belirleniyordu. Ülke üzerindeki bütün vesayetleri bitirmek için gerekliydi bütün bunlar. Gelinen noktada AB’ye çok da ihtiyaç duymadığımız, Avrupa’nın bizi (özellikle Almanya) kıskandığı, NATO’nun bir terör örgütü olduğu ve “üst akıl” denilen Amerika menşeli bir yapının ülkemizde kötü giden her işin altında imzası olduğu ifade edilmeye başlandı.

Altın oran kıstası getirilmeli

Madem büyük resim konusunda neredeyse bir rönesans yaşanıyor, estetik kaygıları da bertaraf etmek için bu resimlere bir kıstas getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Misal, “altın oran” kullanımı zorunlu hale getirilebilir. Ecnebilerin kullandığı altın oran, yaklaşık olarak 1,61 civarında bir sayı. Bunu böyle kullanmak zorunda değiliz. Neden yerli ve milli bir altın oran belirlemeyelim ki? Alternatiflere baktığımızda “en az 3” diyerek bir ucunu açık bırakabiliriz. Hem de böylece Avrupalı’nın oranını da neredeyse ikiye katlamış oluruz. Hatta milli altın oranımız, “rabia” ile uyumlu olup “4” olarak da belirlenebilir. Benim favorim ise, kendisi büyüdükçe resmi de büyüten dolar kuruna endekslemek. Büyük resmini kuru boya ile çizmiş tuzu kuru çiziciler için de daha uygun olur dolar kuru, hem sabit değil hem de istediğin zaman resmi silip yeniden çiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-resim_422419

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: