Bu Blogda Ara

Arşiv

Meta ve Metal Yorgunluğu


Bir tanıdığımın son zamanlarda içinde bulunduğu bazı hallerden bahsetmek istiyorum bugün. “Nereden çıktı şimdi bu?” demeyin, ben anlatayım da bir bakarsınız sonunda sizin de tanıdığınız biri çıkar bu kişi. Efendim, aile efradının kendisi hakkında anlattıkları ve benim dışarıdan görebildiğim kadarıyla durumu şu şekilde:

Öncelikle, bu kardeşimizin beden kimyasında -özellikle son dönemlerinde- ciddî değişiklikler olmuş. Hormonal yapısındaki değişimler davranışlarını da garipleştirmiş durumda. Alınganlık, korku ve heyecan gibi duygularında yoğunluk artışı görülmeye başlandı. Maamafih, çok çabuk ve sebepsizce değişebiliyor duyguları. Bir bakıyorsunuz, kahkahalar atarak gülerken aniden ciddîleşebiliyor, hatta ağlayabiliyor bazen. Küçük bir böcek görünce korkup kaçtığı da vaki, mahalle kabadayılarına sokakta kafa tutması da… (Bu arada, olur olmaz herkese sataşmalara başlaması korkutucu bir hal almaya başladı!)

Çevresinde sürekli bir huzursuzluk ve çatışma ortamı oluşturuyor. Ebeveynlerinin otoritesini hiç kabul etmiyor. Hatta onları neredeyse tanımıyor bile. Babasının aldığı gömleği giymekten utanıyor olmalı ki, gömleğini çıkarıp attıktan sonra bir daha onu giymeyeceğini söylemiş. İyice evden kopmuş durumda. Arada sırada uğruyor, ama orada kalmıyor.

Arkadaşları ile olan ilişkileri de dengeli ve istikrarlı değil. Kendisinin dost ve düşman listesindeki kişiler sürekli yer değiştiriyor. Yakın zamanlara kadar can ciğer kuzu sarması olduğu, birbirlerine “ölümüne kankayız!” dedikleri bir arkadaşı vardı meselâ, o kadar yakındılar ki arkadaşına yapılan herhangi bir yanlışı kendine yapılmış kabul ederdi ve arkadaşı için canını vermeye hazır gibiydi. Nasıl olduysa, bir anda araları bozuldu ve şu anda birbirlerine düşman oldular. Aslında, arkadaş grubundan dışlanmaktan çok korkuyor ve herkesin yanına gelip masasına oturmasını ve kendisine saygı göstermesini istiyor.

Bunun yanında fizikî olarak da değişti. Aniden boy atıp irileşti. Tabiî, bünyesinin alışık olmadığı büyüklüğe bir anda erişince vücudunu kontrol etmekte zorlanmalar yaşamaya başladı. Bunun neticesinde sakarlıkları arttı, elini attığı şeyi ya deviriyor veya tutamayarak yere düşürüyor. Kırdığı bardağın, çanak çömleğin haddi hesabı yok, maalesef. (Meselâ, en son devirdiği büyük bir masanın üzerinde tam 92 parçalık kristal bir yemek seti vardı) Sesi çatallaştı, bir ara kısılır gibi oldu hatta… Giyim kuşama düşkünlüğü had safhaya ulaştı. En şaşaalı ve pahalı giysileri almaya ve giymeye başladı.

Tahmin edebildiğiniz gibi, bu kardeşimiz hayatının ergenlik dönemini yaşıyor ve geçtiğimiz Pazartesi günü 16. yaşını kutladı. Akıldan çok hissiyatın ön plana çıktığı bir dönem geçiriyor. Hisler ise akıbeti görme konusunda kördür. Kendisine verilecek bir dirhem hazır lezzeti, ileride alacağı tonlarcasına tercih edebilir. Şimdi yiyeceği bir tokattan çekindiği için kaçıp karşılığında, ileride bir kamyon sopa yemeyi taahhüt ettiği bir anlaşmaya imza atabilir. Duygusallığı şiire merak salmasına sebep oldu. Hayal kurmayı çok seviyor. Çevresindekilere de durmadan hayallerini anlatıp, vaatlerde bulunuyor. Mental aktivitelerde fazla bulunmadığı için şimdilik mental bir yorgunluğu olduğu söylenemez.

Düzenli bir gelire sahip olmadığı için sürekli borç alıyor ve biriken borçlarını vadelere yayarak ertelemeye veya başka yerden aldığı borçlarla ödemeye çalışıyor. Arada sırada eline geçen parayı da ileride şahsî gelişimine katkıda bulunmayacak, malayani eşya ve zevklere harcıyor. “İtibardan tasarruf olmaz” düsturuyla hareket edip lüks bir hayat sürme peşinde. Sahip olduğu dünya metaının çokluğu ve onunla fazla iştigal sonucunda “meta yorgunluğu” yaşıyor tabiî…

Metal müziğe merak saldı son dönemlerde bir de… Bu müzik etkisiyle olacak, durmadan kafasını öne-arkaya sallamaya başladı. Sürekli tekrar ettiği bu “sallabaş hareketi”, haliyle “metal yorgunu” yaptı kendisini.

Bu kadar yorgunluğu bir noktadan sonra bünye kaldırmaz. Kenara çekilip dinlenmesi lâzım.   Ne diyelim, şimdilik kendisiyle birlikte yaşamak durumunda olanlara Allah sabırlar versin…

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/meta-ve-metal-yorgunlugu_440836

Tehlikeli Şiir ve Şarkılar

Tehlikeli şiir ve şarkılar
Gaziantep’te tutuklu bulunan Gamze B. ismindeki kadına avukatının verdiği kâğıtta yer alan ve kocası tarafından yazılmış olduğu tahmin edilen akrostişli şiirin Organize Suçlar Birimi’ni harekete geçirdiği haberi 6 Ağustos 2017 tarihinde Hürriyet’te İsmail Saymaz imzasıyla yer aldı.
Şifreli mesaj ihtiva ediyor olabileceği düşünülen şiir şöyle: Gönlümü / Almaksa / Muradın / Zaten / Ellerinde (kelimelerin başharfleri yanyana getirildiğinde “GAMZE” kelimesi çıkıyor)

Şayet kocası tutuklu olsa ve adı Murat olsa, belki bir derece anlamlı olabilirdi. Lâkin adamın adı Lâtif ve tutuklu değil. Allah’tan “Gamzedeyim, deva bulmam” şarkısının sözlerini yazmamış. Allah muhafaza, o şarkının çalınması yurt çapında yasaklanabilir ve 1913’te vefat eden söz yazarı Tatyos Efendi hakkında da soruşturma açılabilirdi, zira şöyle sözler de var içinde “Elem beni terk etmiyor / Hiç de fasıla vermiyor / Nihayetsiz bu takibe / Doğrusu takat yetmiyor.”

Şarkılarda geçen ve bugünkü konjonktürde sakıncalı olabilecek o kadar husus var ki… Bence bunu araştırmak için bir birim kurulsa yeridir. En belirgin örneklerden birini ben vereyim; rahmetli Müslüm Gürses’in “Gülen çehreleri, sahte dostları / Aldana aldana öğrendim artık” sözlerini barındıran şarkısı… Neredeyse 20 yıl önce yazılmış, ama sözlerinin tamamını bugüne göre okuyun derim. Keza, Ebru Gündeş’in seslendirdiği “Sen Allah’ın bir lütfusun” şarkısında darbeye dâvet mi var?

BYLOCK MU, BYLOCK NE ARAR PAZARDA?

Geçtiğimiz hafta pazarcı bir teyzenin gözaltına alındığı haberi vardı. Resimlerini ilk gördüğümde aklıma “HERO” yazılı tişört satıyor olabileceği geldi. Öyle ya, üzerinde “I’am not hero” (ben kahraman değilim) yazılı bile olsa bir tişört bugün gözaltı sebebi olabilir. Vaktiyle sıkıyönetim zamanlarının birinde, evinde komünizmle ilgili kitaplar bulunan biri gözaltına alınıp yaka paça götürülürken bir yanlışlık olduğunu ve kendisinin bir devlet görevlisi olup anti komünist çalışmalar yaptığını söylemesi üzerine, gözaltına alanlar “antin-kuntin, komünist çalışmalar yaptığını sen söylüyorsun” dedikleri rivayet edilir. Haberin detaylarında telefonunda “bylock” bulunduğu yazıyordu. Bylock muydu, bylock ne arardı pazarda? Hanımların dikkatine hitap eden, makinası insanların ayaklarına gelen, halı, kilim yolluk ve o neviden türlü şeylerin kenarına yapılan overlok ile karıştırılmış olmasındı? Sonra tebeyyün etti ki, teyzenin adına kayıtlı olan bir telefonu gelini kullanıyormuş. Gözaltı kararı o hatla ilgiliymiş ve teyze bırakılmış.

MEYVE SUYU (!) TESİSİ AÇILIŞI

Geçtiğimiz Cumartesi günü, Reis-i Cumhur’un katıldığı bir törenle Isparta’da (adını şimdi burada söylemek istemediğim) gazlı bir içecek üreten fabrikanın açılışı yapıldı. Devletin resmî haber ajansı açılışı yapılan şeyin “bir meyve suyu tesisi” olduğunu bildirdi. Formülü yıllardır büyük bir ihtimamla saklanan kola, bir meyveden elde ediliyorsa, bu meyve hangi ağaçta yetişiyor acaba? “Gargat” ağacı mı yoksa? Muhtarlar toplantılarına Muhtar Kent de katılıyor muydu? Katılıyorsa bu bilgiyi orada mı verdi? Görüyorsunuz, soru soruyu çekiyor. Daha önce kolanın her bir kutusunun, Filistin’e sıkılmış bi kurşun olduğunu söyleyen ümmet şimdi ne yapacak? Artık serbestçe ve rahatlıkla kola içebileceğini düşünenlere temkinli olmalarını tavsiye ediyorum. Özellikle adı “Zero” olan kola türünü içmek isteyenler Resmî Gazete’de ilgili kararın açıklanmasını beklerlerse daha iyi olur.

Son uyarım da teknoloji tutkunlarına: Biliyorsunuz son zamanlarda giyilebilir teknoloji ürünleri çıkmaya başladı. Aman diyeyim, giyilebilir bir teknoloji ürünü alırken üzerinde “hero” ve benzeri şeyler yazmadığına dikkat edin. Önceki dönemlerde aldığınız ve üzerinde böyle sakıncalı şeyler yazan ürünler varsa “herokiri” yapmamak adına şimdilik kullanmayın.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tehlikeli-siir-ve-sarkilar_440394

Madam, I'moji


Tarihi başlattığı kabul edilen yazının ilk formunun, mağara duvarlarına “çizilen” yazılar olduğu söylenir. Etkileşim içerisinde olunan çevre dar, ihtiyaçlar da sınırlı sayıda olup (beslenme, düşmanlardan korunma, barınma ve kişisel temizlik gibi) bugüne nazaran çok daha kısıtlı bir çerçeveye oturduğu için, o zamanlarda yaşayan insanların duygu ve düşüncelerinin, bugünküne oranla muhtemelen daha sade olduğunu söyleyebiliriz. Sade düşünceleri ifade etmek için de sade figürler yeterli geliyordu herhalde.


Bir insanın hayat dönemlerine benzer gelişmeler kaydeden insanlık, zamanla çizgileri aşıp seslerin simgelerini standartlaştırdı ve alfabeleri oluşturdu, yazı yazmaya başladı. Yazdıkça kendini geliştirdi ve kendini geliştirdikçe yazdı. Kâğıt üstüne yazılmayan bilgileri su üzerine yazılmış gibi kabul etti. Neticede “hafıza-i beşer nisyanla malül” idi ve bütün önemli kayıtlar yazılı hâlde saklanmaya başladı. Söz uçar, ama yazı kalırdı.

İnsanlığa gönderilen İlahî hitaplar, kitaplar şeklinde geldi. Her peygamberin bir mucizesi vardır, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in (as) bir mucizesi de kendisine isimlerin öğretilmiş olmasıydı. Meleklere karşı üstünlüğün göstergesi olarak Allah (cc), Hz. Âdem’e (as) eşyanın isimlerini saymasını buyurdu. “İsimlerin öğretilmesi” ve “Eşyanın isimlerini saymak” olarak ifade edilen bu mu’cizenin anlamını müfessirler şöyle açıklamaktadır:
  1. Canlı-cansız bütün varlıkların isimlerinin öğretilmesi.
  2. Konuşma dilleri ve kavramların öğretilmesi.
  3. Esma-i İlahiye’nin öğretilmesi.
Bediüzzaman da bu konuda, “şahs-ı Âdem’e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîàdem’e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder” (25. Söz) cümlesiyle aslında bütün ilim ve fenlerin öğrenimini kapsadığını ifade eder. Nesnelere tek tek isim vermek, ardından nesnelerin etkileşimini isimlendirmek, nesneler ve etkileşimlerden meydana gelen aksiyonlara isim vermek, aksiyonların başka aksiyon ve nesnelerle etkileşimini gözlemleyip yeni isimler vermek… Sonuçta, verilen her bir isim bir bilgidir ve bilgilerin toplamı bilim dediğimiz şeyi meydana getirir.

Bana göre, Hz Âdem’in (as) eşyanın isimlerini sayma mu’cizesinin çağımızda müşahede ettiğimiz en belirgin örneklerinden biri, bilgisayar bilimidir. Elektronik devreler üzerinde taşınan elektrik sinyallerinin varlığını “1” ve yokluğunu “0” olarak isimlendirmek, sinyaller dizisini sayısal bir veri olarak taşımak, bu verilerden işlemci komutları tanımlamak, komutlar dizisinden yordamlar oluşturmak, insanlar için anlamsız harf ve rakamlardan oluşan sevimsiz makine kodlarının oluşturduğu yordamları insan diline yaklaştırmak için derleyiciler vasıtasıyla bunları anlamlı kelimelerden oluşan komutlar hâline getirmek ve bu saydıklarımızın milyonlarcasını yapıp belirli bir düzen içerisinde saklamak ve istendiğinde çağırmak, bilgisayarın temelini oluşturur. Programlama dersine ilk başlayanların C programlama dilinde yazıp çalıştırdıkları printf (“Hello World!”) (ekrana “merhaba dünya!” yazmaya yarayan kod parçası) komutunun arkasında kaç tane sanal tanımlama ve isimlendirme çıktı!

Kelimeleri, isimleri ve bilgileri saya saya, oldukça üst seviyeye taşıdığımız teknolojiler gelişti, ancak zamanla iletişim biçimlerimiz de değişmeye başladı. Sokaklardan televizyonlara, kafamızı çevirdiğimiz her yerde görsel uyarıcılar bombardımanına tutuluyoruz. Eskiden sözler senet kabul edilirken, artık “caps, or didn’t happen” diyen bir nesil oluştu. Yazı okumak, hele de biraz uzunsa, çok sıkıcı geliyor genç insanlara. Okumayı terk edenler, yazmanın kıyısından bile geçmiyor.  Sezen Aksu’nun “eyvah, şiirler azalmış, günümüz perişan, yanıyor içimizdeki koskoca orman” dizelerini hatırlatırcasına kelimeler tükeniyor yavaş yavaş. Duygular, düşünceler ve kısaca isimler tükeniyor, kaybolan kelimelerle birlikte. İsimler ki, âdemoğlunu diğer canlılardan üstün kılandır. İptidaî zamanların mağara resimlerini andırmıyor mu, standart çizimlerden oluşan şekillerle haberleşme biçimi? Metin arasına bir-iki tane emoji sıkıştırmak neyse de, bütün mesajlaşmalarını resim yollayarak yapan insanlar var ve bu trend gün geçtikçe artıyor. Ecnebiler, Âdem babamızın Havva annemizle ilk karşılaşma anında kendini, tersten okunuşu da aynı olan “Madam, I’m Adam” ifadesiyle takdim ettiğine inanıyor. Günümüz âdemoğulları için güncelleme yapılacak olursa “Madam, I’moji”  denecek herhâlde.
Ne demişler, “üslub-u beyan, aynıyle insan…”
Link: http://www.gencyorum.com.tr/madam-imoji/

GDO Karıştırmışlar Yeme!

2 Ağustos 2017 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan bir kararla, genetiği değiştirilmiş üç soya ile bir mısır çeşidi ve bunlardan elde edilecek ürünlerin hayvan yemlerinde kullanılmasına izin verildi.
“Gene ti’ye alınacak bir konu” demeyin, Yeni Asya Gazetesi’nin manşetten verdiği habere göre; Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği’nin (BESD-BİR) başvurusunu değerlendiren Biyogüvenlik Kurulu, Bilimsel Risk Değerlendirme Komitesi ve Sosyoekonomik Değerlendirme Komitesi’nce hazırlanan raporları değerlendirerek bu kararı almış. İzinler yemle sınırlı olsa bile, ülkemizde bu sınırlara ne kadar uyulacağı ve bunun denetiminin ne kadar ciddî yapılacağı ile ilgili şüpheler maalesef yok değil vatandaşın kafasında. 2013 yılında Mersin Gümrüğü’nde GDO ihtiva eden pirinç skandalı yaşanmıştı. Rüşvet karşılığı sahte belge düzenlenerek ithal edilmeye çalışılan 23 bin tonluk pirinçlerin akıbeti ne oldu meselâ? İç piyasaya mı sürüldü, yoksa “ziyan olmasın” denilerek fakir fukaraya mı dağıtıldı, bilmiyoruz. 17 Mart 2017 tarihli Burak Coşan imzasıyla Hürriyet’te yayınlanan bir haberde de Adana’da bir fırında, ekmek üretiminde kullanılan bir katkı maddesinde GDO bulunduğu bilgisi vardı. Haberde ayrıca, katkı maddesini üreten firmanın Adana’da bulunan fırınların yüzde seksenine aynı maddeyi sattıkları yer alıyordu.

İzinsiz bir şekilde, gıda maddelerine genetiği değiştirilmiş bitki karıştıranların alfabetik sırayı gözettiklerini ve henüz “Adana” sırasında olduklarını zannetmek yanlış olur. Her an, her yerde karşımıza GDO katkılı gıda maddesi çıkabilir. Peki, GDO zararlı mı ki, gıdalarımızı korumaya çalışıyoruz böyle? Bu konuda kafalar karışık; çok ciddî sağlık problemlerine yol açacağını söyleyenler de var, henüz ispatlanmış bir zararının olmadığını savunanlar da. Fareler üzerinde yapılan deneylerde karaciğer ve böbrek zehirlenmelerine yol açtığı söyleniyor. Aksini iddia edenler de, hormonsuz üretim yapıldığını söylüyor. Neticede kâr maksimizasyonu gözetilerek yapılan ve organizmaların tabiatının değiştirilmesine dayanan bu yöntemin mutlak zararsız olduğu söylenemez her halde.

Kaynakları ve üretim potansiyeli yüksek ülkemiz gibi yerlerde, sentetik müdahalelerle tarımsal üretime ihtiyaç olması esef vericidir. Bakanlar kurulu, aldığı kararlarla 975 bin canlı hayvan, 75 bin ton kırmızı et ve 750 bin ton buğday, 700 bin ton arpa, 700 bin ton mısır  ithalatının önünü açmak için gümrük vergisini sıfırladı. Stokçuları te’dip amaçlı ve fiyatları aşağı çekmek için alındığı söylenen bu kararların küçük üreticileri bitme noktasına getireceği aşikâr. “Kurbanlık fiyatlarını rahatlatmak için kolumuzu değil, vücudumuzu, canımızı ortaya koyacağız” gibi iddialı ve üzerinde hunharca espri yapılabilecek (bu arada böyle bir espri yapmayı uygun bulmuyorum) bir söz söyleyen çiçeği burnunda yeni Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanımız’ın konuya daha yapısal ve köklü bir çözüm bulmasını ümit ediyorum.

Fıtrî seyrini değiştirdiğimiz her şeyden gördüğümüz zararlar nedense aklımızı başımıza hâlâ getirebilmiş değil. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda bardağın “dolu” tarafını görmek isteyenler, “cennet” İstanbul’un bir eksiği olan altlarından ırmaklar akan metroları temaşa etti meselâ… Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen karasal iklimi andıran dondurucu kışlar, bunaltıcı sıcaklıkta yazlar, seller, çatı uçuran ve ağaçlar deviren fırtınalar, cam kıran ve araba kaportalarını yamultan ceviz büyüklüğünde tanelere sahip dolular, yetersiz ve iyi planlanmamış altyapı sistemleri kadar, yerini beton grisine terk eden yeşil alanlar, imara açılmış dere yatakları ve kısaca rant uğruna tahrip edilmiş tabiatın sonucudur. Bu musîbetlerin başımıza gelmesinin maddî manevî sebepleri üzerinde düşünmenin zamanı gelmedi mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/gdo-karistirmislar-yeme_439904

Alman o malı!

 
Küçüklüğümde, yeni bir ayakkabı veya giysi alma zamanı bayramlardı.
 
Vatandaşın alım gücü ve üretimin miktarı kısıtlı olunca her bayram da almak mümkün olmayabiliyordu. Bu zamanlar dışında eski ayakkabısı veya elbisesinden bıkan ve değişmesini isteyen çocuklar, yenisine duyulan ihtiyacı anlatmak için eskisinin yırtık-söküklerini gerekirse el yordamıyla artırarak gözler önüne sererdi. Bazen, bir bayram zamanında eskisi “iş görür” durumda olsa bile, bayram münasebetiyle sevindirilmek istenen çocuklara jest olsun diye yeni bir şey alındığı olurdu. Bayramdan sonra artık eskisini giymek istemeyen çocuklar yine eskisini türlü hallere sokarak bayram sonrası artık yenilerle devam etmek için haklılık avantajı elde etmeye çalışırdı. Hodgam, hodendiş ve hodbin davranışlar (bugün “egosantrik” ifadesiyle tanımlanan, bütün dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden, sadece kendini düşünen, empati yapmayan insan davranışı) sergileyen çocuklar ebeveynlerinin bu isteklerini karşılamak için nasıl masraf ve zahmetlere dûçar olacağını düşünmezdi bile…

Ne zaman bir kamu aracı yenilenecek olsa, hemen öncesinde eskisinin hantallığını veya arızalarını vurgulayan haberler öncül olarak servis edilir. Son zamanlarda da Meclis Başkanlığı makamı için kullanılan resmi aracının yenilenmesi ilgili haberler gündeme düştü. Haberlerin ilginç olan kısmı da yeni alınan aracın fiyatı: tam beş milyon TL olduğu söyleniyor. Meclis başkanı İsmail Kahraman’ın konuyla ilgili açıklaması şu şekilde:

“2012 tarihli Mercedes makam aracımız iyice ‘beni bırak’ dedi. Tamircinin adresini almış hep orada git gel, git gel. Yeni araba lazım, yenilenmesi lazım. Tabii bir işlem. Makam aracı olacak ve TBMM’nin, Türkiye’ye dış devletlerden gelen başkanlara, başbakanlara, heyetlere bir vitrini. Şöyle bir yanlışlık var: Fiyatı çok yüksek gösteriliyor. Vergi ve gümrüğü olmayan bir vasıta, Başbakanlık kanalıyla geldiği için. Meclis Başkanlığı almadı, Başbakanlık tahsis etti.
‘Bir gündem meydana getireyim’in uzantısı. Milletvekillerinin, böyle bazı şahsiyet fukarası eksiği olan insanlara itibar ederek beyanlarda bulunması yanlış. Kim sufle etmişse, suflör kimse çok ayıp etmiş. Tamamen hilaf-ı hakikat. Bir arabanın içerisinde ambülans tertibatı olmaz ki. ‘Efendim içi ambülanslıydı da çok özel bir şey de.’ Hiç alakası yok. Çok tabii ve normal bir hadisedir. Fiyatı dörde katlamışlar. Zaten gümrük ve ÖTV olmadığı için, üretim fiyatı neyse o fiyat üzerinden alınıyor.”

Yapılan açıklamaya bakar ve matematik bilen birinden yardım istersek, aracın fabrikadan çıkış maliyetinin bir milyon iki yüz elli bin lira olduğunu söyleyebiliriz. Aynı arabayı vatandaş Rıza almak istediğinde vergisiydi, gümrüğüydü derken fiyatı beş milyonu buluyor demek ki. Vatandaşa maliyeti satış fiyatının 3 katı fazlasına çıkarabilen vergi ve gümrük sistemi ile ne kadar gönensek azdır.
2012 model olan eski araba, tamircinin adresini öğrenebildiğine göre yapay zekâ ile donatılmış olmalı. Kendi kendine tamirciye gidebiliyor ve “beni bırakın” diyebiliyor üstelik! Yol öğrenebilme, otonom hareket edebilme ve yaşadıklarından öğrendiği şeyleri değerlendirip konuşabilme özelliği varsa gerçekten, Google ve Tesla gibi dünya devleri bu konulardaki çalışmalarını bitirip dükkânı kapatsın, hemen bu aracı piyasaya sürelim.7

“Komplo teorisi” deyip bir kenara atmayacaksanız bir şey daha geldi aklıma. Şimdi bu sık sık bozulduğu söylenen araba Alman malı. Malum, Almanlar bizi kıskanıyor. Bu aracı bize bilerek vermiş olamazlar mı? Keza, egzozuna –afedersiniz- tişört tıkamak suretiyle durdurulan tanklar da Alman malıydı. Sayın Meclis Başkanımız’ın aracının egzozuna da birisi tişört tıkamış olabilir mi? Öyle bir durum varsa tişörtlerin üstünde ne yazdığına ayrıca dikkat etmek gerekiyor. Meclis Başkanı Kahraman’ın adının ingilizcesi olan kelime yazılıysa, kumpasın büyüklüğünü varın siz hesaplayın! Yenisi de aynı özelliklerde olacaksa lütfen “Alman o malı!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/alman-o-mali_439462

Umumi Tuvalet Temizlemek İster misiniz?

Umumi tuvalet temizlemek
Halka açık, ücretsiz Wi-Fi (kablosuz internet) hizmeti veren Purple isimli bir İngiliz firması ilginç bir sosyal deney yapmış; kullanıcı sözleşmesi içerisine çeşitli kamu hizmetlerini kapsayan çok uçuk maddeler eklemiş ve bu maddeleri farkında olmayarak 22.000’den fazla insanın kabul ettiğini görmüş.
Sadece bir kullanıcının bu maddeleri fark edip itiraz ettiğini ve kendisine ödül verileceğini açıklamış.
Purple firması tabiî ki insanlara hayır için internet imkânı vermiyor. Kafeler, lokantalar, oteller, seyahat firmaları ve insanların çoklukla gelip vakit geçirdiği yerlerde hemen cep telefonları/tabletler/bilgisayarların kablosuz ağ tarama özelliği açılır ve gözler bedava ağ bulmaya çalışır. Bulamasa da, hemen işletme yetkililerine kablosuz internet şifresini sorar. Diyelim sizin de böyle bir işletmeniz var ve müşterilerinize ücretsiz internet imkânı sağlamak istiyorsunuz. Purple firmasına müracaat edip, ücreti mukabilinde, müşterilerinizin her cihazdan kolayca ve güvenli bir şekilde bağlanabilecekleri bir internet altyapısı kurduruyorsunuz.

Firmanın sağladığı bu hizmetten yararlanmak isteyen insanlar, bir kullanıcı sözleşmesine imza atıyor. Aslında çoğunlukla hizmet/program kullanımı için elektronik başvuru formunu doldurduğumuzda, sayfanın alt tarafında bulunan “sözleşme şartlarını kabul ediyorum” yazısının hemen yanıbaşında yer alan kutuya “tik” işareti koymaktan söz ediyoruz, imza atmak derken… Çoğunlukla linklidir ve linkine tıkladığımızda en az sekiz sayfadan oluşan, neredeyse sadece Marslı’ların anlayabileceği bir dille ve küçük puntolu harflerle yazılmış bir metinle karşılaşırız. Metnin karmaşıklık katsayısını arttırmak için bilmediğimiz kanun ve yönetmelik maddelerine sadece tarih ve numarası verilerek atıf yapıldığı da vakidir. Buna benzer sebeplerle çoğumuz, bu şekildeki sözleşme metinlerine hiç bakmadan veya baksak bile sadece yüzeysel bir göz gezdirmeyle yetinip üzerinde düşünmeden hemen kabul ederiz.

Yazının başında bahsettiğimiz gibi, firma kullanım sözleşmesi içerisine “Kamu Hizmeti Şartı” başlıklı bir bölüm eklemiş. Hangi kamu hizmetleri var derseniz, neler yok ki; kamuya açık parklardaki hayvan atıklarının toplanmasından tıkalı lağım borularını elle temizlemeye, sokak hayvanları için bakım hizmetinden tuvalet temizliğine ve yerlere yapışmış sakızları toplamaya kadar güzel hizmetler var. Üstelik 1000 saat! Bu sözleşmeyi kabul eden insanlar, 1000 saat boyunca yukarıda sayılan hizmetlerden biri veya birkaçını ihtiva eden işlerde çalıştırılabilirler. (22 milyon adam/saat iş gücü de fena değilmiş bu arada!)

Firma yetkilileri, bu deneydeki amaçlarının kullanıcı sözleşmelerini okuma farkındalığını yükseltmek ve 2018 yılında AB ülkeleri içerisinde zorunlu hale gelecek olan “Genel Veri Koruması Kanunu” hakkında dikkatleri çekmek olduğunu söylüyor. Yani gerçekten insanlara eldiven giydirip temizlik yaptırma niyetleri yok gibi görünüyor.

Ülkemizde de 6698 sayılı “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu” yürürlüğe girmesine rağmen, hangi şahsî verimizin nerede bulunduğunu bilmiyoruz. Geçtiğimiz yıllarda 50 milyon kişinin nüfus kayıtlarındaki bilgilerinin çalınmış olduğu ortaya çıkmıştı. Sık bir şekilde bilmediğimiz numaralardan gelen, adımızla bize hitap edip hemen bir ürün satmaya çalışan çağrılar alıyoruz. Tanıtım ve reklâm SMS’lerini engellemek için yasaklı listesine çoğunlukla alamıyoruz, çünkü SMS’ler bir numaradan değil  “Kombi Bakım” gibi kelimelerden oluşan bir yerden geliyor.

İnşallah, KVKK düzgün bir şekilde işletilir de artık rahatsız edici çağrı ve mesajlardan kurtuluruz, dolandırıcılara da fırsat vermeyiz. Kanun, zorunlu istisnalar dışında kişilerin isteği olmadan verilerinin işlenemeyeceğini ve paylaşılamayacağını söylüyor. O yüzden kullanıcı sözleşmelerine çok daha dikkatli bakmamız gerekiyor. “Falanca ve filanca bilgilerimin kaydedilmesini, kampanya ve tanıtımlarda kullanılmasını, üçüncü kişi ve kuruluşlarla paylaşılmasını kabul ediyorum” maddesini tıklarken iyice düşünüp karar vermemiz gerekiyor. En son yapılan anayasa değişikliği referandumunda paketteki maddeleri kaç kişi okuyup anladı ve ona göre karar verdi bilmiyorum, bu değişikliklerle meclisin icra üzerindeki denetim gücünün zayıfladığını ve 5 senelik süre sonunda halkın vereceği oyla hükümetin bütün icraî işlerini denetlemiş ve/veya onaylamış olacağını unutmamak lâzım. Şimdiden hayırlı seçimler…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/umumi-tuvalet-temizlemek-ister-misiniz_438789

Sosyal Medyada Roller ve Troller

Bir dönem, her yerde ve herkeste internet yoktu. Bugünküne oranla çok az sayıda kişinin e-mail adresi vardı. Haliyle, mail kutularına düşen mail sayısı da çok azdı. Hotmail, 6 mb depolama alanı ile ücretsiz mail adresi veriyordu ve uzunca bir süre dolmuyordu kutumuz (6 mb, bugün orta kalitede bir resim dosyasının büyüklüğüne tekabül edebiliyor). Mail adresi olanlar, bu adreslerini seve seve herkesle paylaşırdı ve bunda bir beis görülmezdi. İnternetin hızla yaygınlaşmasıyla birlikte suistimal vak’aları da çığ gibi büyüdü. Spam mailler, virüs ve zararlı yazılım barındıran mailler mail kutularını doldurmaya başladı. “Lütfen listenizdeki herkesle paylaşın” notuyla gönderilen çoğu acıklı ve uydurma hikâyelerden, sansasyonel ve uçuk bilgilerden veyahut, “Bill Gates servetini dağıtıyor” gibi maddî zaaflara hitap eden mail zincirleri ile insanların mail adresleri toplanıyor ve yeni spam listeleri veya siber kurbanlar elde etmekte kullanılıyordu.
 
Sosyal medya araçlarının geliştirilmesinden hemen önce ise mail grupları ve forum çılgınlığı yaşanmaya başladı. Paylaşım, tartışma ve sosyalleşme için mail grupları pratik bir çözümdü. Önüne gelen, kendince bir kategori seçip hemen mail grubunu oluşturuyor ve sizi de ekliyordu. Gruplar kalabalıklaştıkça tartışmalarda sesler ve tansiyonlar yükselmeye başlayabiliyordu. Trollük yapmak isteyenler için çok münbit bir ortamdı. Diyelim, biri bir mail grubunda veya forum ortamında doğuştan bir ayağı sakat olan ve kimsenin sahiplenmek istemediği bir köpeği Jude isminde küçük bir kız çocuğunun aldığını, zamanla kendisini eğiterek insanlar gibi iki ayaklı yürümeyi öğrettiğini ve köpeğe “faith” ismini verdiğini anlatan bir hikâye paylaştı. Hemen bir trol çıkıp “bir köpeğe Fatih ismini koyarak ecdadımıza küfür eden alçaklar” ile başlayıp konu haçlı seferleri ile bağlayabilirdi. Faith kelimesinin İngilizce “inanç, iman, sadakat” gibi anlamlara geldiğini ve bunu bilmemenin cahillik olduğunu söyleyenler de tartışmayı trol efendinin istediği zemine sürükleyebilirdi. Bu neviden, kişisel olarak trollük yapanlar vardı ve kişisel tatmin, şöhret kazanmak gibi amaçlarla yapıyorlardı bu işi.

Zamanla sosyal medya araçları ve mobil teknolojiler gelişti ve kullanım oranları çok arttı. Bugün, sadece Facebook kullanıcılarının sayısı iki milyarı aşmış durumdadır. Doğruluk kontrolü ve zorunluluğu henüz bulunmayan bu ortamlar her türlü yalan bilginin yayılması için bire bir. Teyit.org sitesinde yer alan bir habere göre 1957’den beri Londra’da hizmet veren bir Hint restoranı hakkında facebook’ta yayılan, insan eti kullandıklarına dair bilgi yüzünden işletme kapanma noktasına gelmiş. Haberin çıkış noktasının ise bir parodi sitesi olduğu ortaya çıkmış.

Günümüzde trollük yapmak hem kolaylaştı, hem de kurumsal bir hal aldı. İstenen konularda kamuoyu oluşturmak (popüler ifadeyle algı operasyonu yapmak), kitleleri belli hedeflere yönlendirmek gibi misyonlar üstlenen trol grupları ortaya çıktı. Hedeflediği toplumsal desteği bulan troller, gönüllü milisleri de aralarına katarak, hoşlanmadıkları kişi, grup ve düşünceler hakkında anında bir linç hareketi başlatabilirler. Hedefe aldıkları kişiyi bir anda hakaret, küfür ve tehditlerle sindirmeye çalışırlar. Bunlara denk gelinirse etkileşime girmeden doğrudan hesaplarını bloklamak en iyisidir. Trollere yol gösteren işaret fişeklerini atan, fikri altyapı oluşturmaya çalışma rolü üstlenen kişilerle de sosyal medya üzerinden tartışmak mümkün değildir. Adama kişisel fikrini beyan edersin, “sen kimsin ki bana analiz yapıyorsun?” der. “Bu böyleyse, şu neden şöyle?” diye soru sorarsın, “bana mantık oyunları yapma” der. Âyet, hadis veya ilgili alanda muteber birinin sözünü aktarırsın, “âyetlerin arkasına mı sığınıyorsun, senin fikrin yok mu?” der. Böyle insanlarla sağlıklı bir iletişim kurmak mümkün mü?

Tarafgirlik ve inat duygularının tavan yaptığı bu zamanda, umuma açık platformlarda karşıt fikirli insanlarla tartışmak, aradaki husûmeti ve ayrılığı pekiştirmekten başka bir işe yaramayabilir. En iyisi, kendi mesleğinin muhabbetini yapmak ve başka cereyanlara, trollerine ve başka rollerdeki kişilerine karışmamaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sosyal-medyada-roller-ve-troller_437502

Tez-ek

Tez-ek
Boğaziçi Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de 2007-2016 yılları arasında yazılmış olan yüksek lisans ve doktora tezlerinin % 34’ünde intihal tesbit edilmiş.
Yani her üç tezden birinde referans gösterilmeden başka kaynaklardaki bilgiler kullanılarak bilgi hırsızlığı yapılmış.

İstibdat rejimlerine özgü olan, liyakat ölçüsü yerine siyaseten yakınlık veya akrabalık bağları gözetilerek kadrolaşmanın akademik hayattaki tezahürü bu olsa gerek. Son dönemlerde neredeyse her alanda bu neviden uygulamalar görünüyor. Hatırlarsanız, yakın zamanda Denizli Pamukkale Üniversitesi rektörü, eşi de dahil olmak üzere pek çok yakınını yönettiği üniversitenin kadrolarına yerleştirmiş, “eşim olduğu için değil, yetkin olduğu için atadım” demişti. Kendisine twitter üzerinden şunu sormuştum: “Hocam, eşin yetkin olduğu için mi atadın yoksa atama yetkin olduğu için mi eşini atadın?”

Yapılan intihal araştırması 2016’ya kadarki çalışmaları kapsıyor. OHAL ile birlikte gelen KHK dalgalarıyla meslekten ihraç edilen, tutuklanan akademisyenlerin oluşturduğu boşluğu doldurmakta yapılacak “int-i OHAL” sayısını şimdiden kestirmek mümkün değil.

Bir intihal sebebi daha var, o da askerden yırtmak mı dersin. Bir ömre, “bedelli çıkacak” diye sığdırılmak istenen azamî akademik çalışma, ihtiyaçtan ve istekten kaynaklanmayınca kişileri böyle yöntemlere itiyor olabilir. Bilgisayar başında bir gün Musul’a bir gün Şam’a giren bazı bordo klâvyelilerin askerden kaçmak için (yüksek lisans programlarının) tezsizlerini kapattıklarını biliyoruz. Askerden kaçmak maksatlı yapılan akademik çalışmada özgün ve yenilikçi tezler beklemek abes olur.

Akademik tez üretemiyoruz, ama adalet yürüyüşlerine tezek döküyoruz. Hatemi İbrahim Bey’den ilhamla “Erişir menzil-i maksuduna aheste de olsa yürüyen, tezek-reftar olanın payine damen dolaşır” diyelim biz de. Aslında “paylerine damen” dolaştığı için belki de “tezek-reftar” oldular. Tezek işi kendilerini sıkıntıya sokacak olursa hemen bunu yapanları satışa getirip “Dışkıvvetlerin parmağı var mı bu tezek işinde, araştırılması lâzım” diyebilirler.

Fatih Belediyesi’nin kendi sayfasında şu cümlelerle duyurduğu şu habere ne demeli? “Girişimci Dr. Arif Okudum’un Fatih Belediyesi Yenilikçi Projeleri Geliştirme Merkezi’ne yaptığı başvuruyla hayata geçirilen Disksiz Bilgisayar Sistemleri Projesi (DİSKNET) ile tek bir server üzerinden yüzlerce bilgisayar yönetilebilecek. TÜBİTAK Marmara Teknokent Enstitüsü ile yürürlüğe giren milyon dolarlık proje kapsamında Millî Eğitim, Sağlık Bakanlığı disksiz bilgisayarlarla donatılacak.” Haberin “bir intihal daha var” dedirten kısmı, akademisyen olan proje sahibinin, bir bilgisayar oyunundaki simülasyonları “teröristlere karşı yapılan operasyonun görüntüleri” olarak lanse eden bir haber kanalında bunu “kendi icadı” olarak sunmasıdır. Halbuki bu şekilde çalışan sistemler 1980’li yıllardan beri bilinmekte ve kullanılmaktadır.

Tübitak desteğini nasıl almış olabileceğini düşünürken aklıma şöyle bir konuşma geldi:

– Sayın Tübitak, bir client bilgisayar projemiz vardı bizim, destek verebilir misiniz? Fatih Belediyesi Başkanımızın da selâmı var bu arada…
+Tamam, bakalım. Ama “namaz kılaynt” bilgisayar olarak geliştirin bunu.
-İnşallah efendim, zaten bunlar dünyanın online “updates” alan ilk bilgisayarı olacak. Hafıza olarak RAM değil, “RAM-azan” kullanılıyor, o da bizim icadımız. Ethernet kartları yerine de “mehternet” kartını geliştirdik. Sisteme bağlantı gerçekleşir gerçekleşmez, veriyor mehteri.
+Nasıl çalışıyo sistem?
– Şöyle efendim, bir adet server-i ser bir bilgisayarımız var. Aslında onu da millîleştirdik, yeni dönem başkanlık sistemimizle uyumlu olarak artık yerli ürünlerimize “bilgisaray” diyoruz. Dünya lideri ülke olarak bize de bu yakışır. Almanların bunu da kıskanacağını biliyoruz. Cemaatle kılınan bir namaz gibi düşünün; bir imam var, onun arkasında cemaat. İmam Fatiha okuduğu için cemaatin okumasına gerek kalmıyor. Cemaat sadece “amin” diyor. Kılaynt bilgisaraylarımız da mehternet kartları sayesinde bağlandıkları server-i ser bilgisarayına tabi oluyorlar.
+Maşallah kardeş, maşallah…
Ne dersiniz, “Papaz eriğini imam eriğine çevirme projesi”ne destek veren bir kurum için çok mu hayali bir konuşma oldu acaba?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tez-ek_436909

Öne Çıkan Yayın

Ego-Nomi

  Ego-nomi Değerli kardeşlerim, Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi d...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: