Bu Blogda Ara

Arşiv

Hawking görse “Metrobüs icad oldu, metrik bozuldu” derdi…


Metrobüs Karadelik

Metrobüs araçlarının neden genelde siyah renkte olduğunu hiç düşündünüz mü? Tamam, arada sarı renkliler de var (kimse sarımızı test etmeye kalkmasın!) ama hepsinin de camları simsiyah filmlerle kaplı. Çünkü içeride neler olup bittiğini bilmenizi istemiyorlar! Profesyonel bir metrobüs binicisi olarak (evet, parasını vererek binenlerdenim), kendisini sadece gazete haberlerinden veya televizyonlarda bir dönem oynayan reklamından tanıyanlar için metrobüs hakkında “akbil”imsel temellere dayanan müşahedelerimi takdim edeceğim.

METROBÜS, BİR KARA DELİK OLABİLİR!

Metrobüs, içeri girmek için bir solucan deliği bulunması gereken, asfalt-zaman bükülmesi yaşatan, bilinen bütün kütle-hacim ilişkilerinin içinde tersine çalıştığı bir araçtır. E-5 karayolundan gidildiğinde saatler sürecek seyahatleri, içine girebilmeyi başaran yolcular için oldukça kısa sürede aldırıp adeta bir bast-ı zaman yaptırır. Durakları çok kalabalıktır, çevredeki bütün insanları kendine çeker. Metrobüs etki alanı içerisinde alışılagelmiş olan beşeri münasebetlerin işlemediği görülür. Kim kime, kuantuma… Bütün bunlara bakarak bir çeşit kara delik olduğunu söyleyebiliriz.

NEWTON, KUANTUM, ATOM FİZİĞİ KANUNLARI ve METROBÜS

Kitle çekim kanunu: Kendine ayrılmış yolda hızlı ve güvenli bir şekilde seyahat edeceğini düşünen kalabalık insan kitleleri için cazibe merkezidir. Kitleler bu çekimden kaçamaz.

Newton’un hareket kanunları: Her itmeye karşılık ve zıt yönlü bir itme meydana gelmektedir. Bir yolcunun üzerindeki net kuvvet, adamın kütlesi ve dövmeli kolunun çarpımı ile ölçülebilir. Aman diyeyim, herkese bulaşmayın!

Termodinamik Kuralları: Maksimum düzensizlikle sağa sola dağılmış olan yolcular, minimum enerji durumuna geçerler ve kımıldamaya bile artık mecalleri kalmaz. Herkes bulunduğu yerde çakılı kalır, kimse kendiliğinden boşluklara doğru ilerlemez.

İdeal Metrobüs Denklemi: Yolcuları arasındaki çekme ve itme kuvveti ihmal edilebilecek seviyede az olan metrobüslere ideal metrobüs denir. Gerçekte ideal metrobüs yoktur. Düşük insan basıncı ve yüksek oksijen bulunduğu durumlarda metrobüsler ideale yakın davranır. P.V=n.R.T denklemi ile gösterilir. Formülü “vapur-tren kullan, metrobüse bulaşma”  şeklinde okuyanlar olduğu gibi “paran varsa ne rahat” diyen fizikçiler de mevcuttur.

Heisenberg’in belirsizlik ilkesi: Boş koltuğun konumu bilinirken insanların ona koşarkenki hızı ya da insanların hızı bilinirken boş koltuğun konumu bilinemez. O yüzden sadece bir tane boş koltuk seçin ve ona ulaşmaya çalışın.

Pauli’nin dışarılama ilkesi: En az beş durak sonra inecek olan insanlar kapı önlerinde yığılıp kalır ve inen yolcuları hızlı bir şekilde dışarı doğru iterek yeni yolcuların gelmesini engeller.

“İzafİETT” Teorisi: Kalabalıktan ve dolu gelen metrobüslere binememekten şikâyet ederek duraklarına boş bir metrobüs gönderilmesini isteyen yolculara “İETT’nin durakları kameralarla gözetlediği ve yoğunluğa göre araçları yönlendirdiği” şeklinde standart bir cevap gönderilir. Yolcular ve sistem tarafından gözlenen yoğunlukların -her nasılsa- aynı olmadığını ve İETT’nin izafi bir yoğunluk kıstası kullandığını anlatan teoridir.

Hacmi ve dıştan görünüşü aynı kaldığı halde, yolculuk boyunca kütlesi sonsuza doğru büyüyebilen metrobüslerin muamması hiçbir ölçü, kanun, teori veya formülle açıklanamamaktadır. Keza içerisinden bir otobüs dolusu yolcu indiği halde, içi bir kişinin bile adım atamayacağı kadar kalabalık olmaya devam eden metrobüslerin gizemi çözülebilmiş değil. Hatta, Kadir abi’nin “atom fiziğine de metrobüse de lanet olsun!” diyerek istifa ettiği söyleniyor. Metrik sistemi altüst eden metrobüsü Stephen Hawking görse, muhtemelen kuantum’a tövbe eder, fizikten elini eteğini çeker ve kendini şiire, sanata verirdi. “Körükoğlu” mahlasıyla şunu derdi herhalde:

“Bizden selam olsun Beylikdüzü’ne!
Çıkıp şu körüğe yaslanmalıdır
Yaslanıp da kitap okunmalıdır
Millet geldi tabur tabur dizildi
Beyaz Masa’ya şikayetler yazıldı
Metrobüs icad oldu metrik bozuldu
İETT artık ses vermelidir!”

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hawking-gorse-metrobus-icad-oldu-metrik-bozuldu-derdi_457091

Çiftli-K-oyunu



Çiftlik desen çiftlik değil, banka desen banka değil, oyun içinde koyun, bilgisayar içinde bitcoin yetiştiren ve adına Çiftlikbank denilen oluşumun bir dolandırıcı şebekesi olduğu kesinleşti. Anladığım kadarıyla tezgah şöyle kurulmuştu: sisteme para yatırarak üye olanlar, yatırım yaptıkları zirai üretim araçlarını online oyun sitesi şeklinde sürekli takip ediyor, elde ettikleri üretimi depolarda saklıyor ve belli periyotlarda bunun para karşılığını kâr olarak alıyorlardı. Dağıtılan kâr oranları, hiçbir yatırım aracının sağlayamayacağı büyüklükteydi. Emeksiz, risksiz ve yüksek getiri insanlara cazip geliyordu. Bu arada entegre üretim tesisleri ve satış noktaları açılışları yapılıyor, gerçek üretim yapıldığı intibaı uyandırılıyordu.

KOYUN DEĞİL BİTCOİN ÜRETMİŞLER!

Foyası meydana çıktıktan sonra anlaşıldı ki zirai üretim namına yaptıkları bir şey yoktu. Fason üreticilere yaptırdıkları malların üzerine markalarını basıp satmaya çalışıyorlarmış. Kerameti kendilerinden menkul mavi yumurta dedikleri şeyi 10 liraya sattıklarını iddia ediyorlardı ki günahları boynuna, yapmışlar mıdır bilemem, kara para aklama için müthiş bir yöntem! Yeni üyelerden toplanan paralardan eski üyelere gıdım gıdım dağıtılınca hem güvenleri artar hem de yeni üyelerin sisteme kazandırılması için gönüllü çalışırlar. Hiç mi üretim yapmamışlar? Yapmışlar tabii, o da son zamanlarında ortaya çıktı, geniş bir alanda kurdukları bilgisayar sistemleri ile bitcoin kazım işlemi yapmışlar. Bitcoin ani ve sert düşüşler yaşamasa belki tezgaharı daha geç ortaya çıkacaktı.

AHIR SAMAN FİTNESİ

“Dışardan para bul, bütün işleri taşeronlara yaptır, yandaşlarını paraya boğ, vitrini süslü tut, herkesin görebileceği büyük tesisleri alayiş ve nümayişlerle aç, dini-milli-manevi bütün değerleri istismar et, mehterler ve Kur’an okumaları eşliğinde şovlar yap, ‘bizi kıskanıyorlar’, ‘ülkemizin üzerinde oynanan bazı oyunlar var. Yurtdışı kaynaklı, Londra merkezli oyunlar’, ‘Kudüs kırmızı çizgimizdir’ gibi alakasız hamaset nutukları at, tanınmış kişiler yanında boy göstersin, internet mecralarında paralı troller istihdam et, aleyhte yazan ya da sistemi sorgulayan olursa linç harekâtıyla sustur, ulusal kanallarda boy boy reklamlarını yap, gazetelerde haber görünümlü reklamların dolaşsın ve hiçbir olumsuz habere/yoruma yer verilmesin” şeklinde özetlenebilecek hareket tarzı size de çok tanıdık geldi mi? Bir yönüyle ahır saman, diğer yönüyle ahirzaman fitnesi, neuzubillah!

“BANA ÇİFTLİĞİMİN BİR OYUNU MU BU…”

2016 yılında başladıkları faaliyetleri resmi makamlar nezdinde dikkat çekmeden uzun bir süre serbestçe devam etti. Bir tepeden yokuş aşağı freni patlamış şekilde inen ve uçuruma doğru gittiği apaçık belli olan bir arabaya, uçurumun tam kenarına hızla ulaştığı anda müdahale edecek şekilde çalışan mevzuatımız var maalesef. Yasal merciler, freni patladığı fark edildiğinde ya da uçuruma doğru yöneldiğinde durduracak şekilde çalışsa belki de iş bu noktaya gelmeyecekti. Aktifiyle pasifiyle yaklaşık 500 bin üye sisteme dahil oldu. Elde avuçta ne varsa, bütün birikimlerini kullanarak, çevresinden borçlanarak ya da bankalardan kredi çekerek paralarını buraya yatıranlar oldu. Toplamda 511 milyon TL topladıkları söyleniyor. Bankacılık lisansları olmadığı halde isimlerinde “Bank” ifadesini kullandılar. Bakanlık soruşturmaları başladığı zaman bile rahatça yurtdışına para transferi yaptılar, şirket hisselerini devir ettiler, yönetim kadrolarını değiştirebildiler. Sistem sunucuları kapandıktan, sorumlular yurdışına kaçtıktan sonra polisiye tebirler alınmaya başlandı. Üyeler o noktada “bana çiftliğimin bir oyunu mu bu, aldı paraları verdi zulümü” demeye başladılar.
Ne demiş milli şair: “Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” Allah, tekerrür hatasına düşmeden seçimler yapmamızı nasip etsin…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ciftli-k-oyunu_456448

Düğünyevileşme


Düğünyevileşme
Kayseri’de yaşayan bir kadın, vakt-i zamanında komşuluk ve aile yakınlığı vesilesiyle katıldığı bir düğünde takmış olduğu çeyrek altını, kendi el yazısı ile yazdığı mektupla geri istemiş.
Başka ülkelerde arabalar, bilgisayarlar veya ne bileyim cep telefonlarının üreticileri tarafından ara ara geri çağrıldığını duyuyoruz ya, ben de merak ettim; kadın darphanede çalışıyordu da, taktığı altında kalite temelli bir problem mi tespit etmişti? Taktığı çeyrekte kullanılan altının elde edilmesinde istimal edilmiş siyanürleri düşünüp dertlenmiş olabilir miydi peki? Belki de o altın, serisi olduğu güç çeyreklerine hükmeden bir kudret çeyreğiydi ve “kayındalfının” kışkırtmasıyla onu Erciyes Hüküm Dağı’na götürüp üretildiği ateşe atarak Orta Anadolu dünyasını büyük bir dertten kurtaracaktı! Haberin devamını okuduğumda kadının, oğlunun evlilik yapacağına dair umudu kalmadığından, yaptığı yatırımın geri dönüş zamanının gelmeyeceğini düşündüğü ve bundan dolayı verdiği altını geri istediği yazıyordu. Oğlunun yaşının 38 oluşu ile bulundukları şehir plaka kodu olan 38 rakamı arasında herhangi bir illiyet kurmak gerekiyor mu bilmiyorum, onu da akıl bahçesi geniş “devletlülerimiz” düşünsün.

TAKI ve TAKIYYE


Ülkemizde düğüne gidenler genellikle bir takı hediyesi de götürürler. Kimin ne taktığı gayrıresmi olarak bellek kayıtlarına kazınır. Hamdolsun, artık her cep telefonunda bulunan ve amatör bir belgesel çekmeye yarayabilecek kameralar sayesinde takı tespit işlemi daha kolay yapılabilmektedir. Ancak el çabukluğu gibi profesyonel ya da arada bir başka kişinin perdeleme yapması gibi organize çalışmalarla arada kameralardan kaçanlar olabilir. Hayatımızı kolaylaştıracak türlü hizmetleri birbiri ardınca bomba gibi patlatan E-Devlet, bunun için de uygulamalar geliştirse iyi olur. Maliye Bakanlığı “Kime ne taktım” ve “Kim bana ne taktı” servislerini hayata geçirdiğinde kayıt “altına” girer ve vergilendirilebilir hale gelir. Böylece, çeyrek taktığı halde bir tam altın takmış gibi davranıp takıyye yapanların da önü kesilmiş olur.

DÜĞÜNLE DÜNYEVİLEŞME


Öncesinden başlayan hazırlıklarıyla düğün organizasyonu, adeta bin yıl sürmesi planlanan bir dünya hayatı altyapısının oluşturulmasına hizmet eder. Düğünle dünyevileşme işine kısaca “düğünyevileşme” diyebiliriz. A’dan Z’ye bir ev için gerekli bütün eşyalar alınır, nişanda, kınada, düğünde ayrı ayrı kıyafetler giyilir ki, bir daha hiç kullanılmayacaktır bunlar. Kuaförüydü, bakımıydı, dâvetiyesiydi, ikramlarıydı, süslenmiş arabasıydı derken, damadın selam verdiği herkes, kendisinden bir kamyon para alır. Bahşişsiz kapılar açılmaz, bıçaklar kesmez, makaslar açılmaz… Bunların hepsi Milli Gelinlik Kurulu (MGK) tavsiye kararlarıdır ama sıkıysa uygulama, “Kaynatank”ları “çevik bir” hareketle üzerine yürütüp hemen balans ayarı çekmelerini istemezsin!

Mesture ve mütedeyyin gelin hanımlar da, konu düğün olunca bakıyorsun “düğünyevileşme” hareketine uyuyorlar. Örteceği ve düğün boyunca görünmeyecek saçlarına gelin başı yaptırır meselâ. “Onu da isterim, bunu da isterim” diye tuttururlar. Kendi tutturmasa da Bacı Çalışma Grubu (BÇG) üyeleri süreci yakından takip edip gerekli raporlamayı MGK’ya yapar. Bu süreçte eldeki nakitlerini bitiren zavallı damat adayımız POS-modern bir darbe ile kredi kartlarına mahkûm olmaya başlar. Tam da bu noktada düğün sahipleri, davetlilerden gelecek altın beklentisine girerler. Toplanan altınlar da kendilerine takanların düğününde kullanılmak üzere saklanır. Durmadan yer değiştiren ve kimseye hayrı dokunmayan bu altın döngüsünü kırmanın yolu galiba biraz daha ahireti düşünüp düğünler yapmak…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dugunyevilesme_455818

Cadde Cadde Büyüyen Bir Tepki Vardır...

Zeytindalı Caddesi

Son zamanlarda ne zaman hükümet yetkililerimiz bir konuda birileri ile söz dalaşına girse veya aramız herhangi bir devletle bozulsa-ki bu sıralar çokça örneği ile karşılaşıyoruz- hemen tepkisel hareketlerin cadde ve sokaklara taşmış olduğunu görüyoruz. Bir an heyecanlanıp, OHAL’in kalktığını mı düşündünüz yoksa? Üzülerek söyleyeyim ki, daha devam ediyor. İşin kolayını bulduk; elçilik, büyükelçilik ya da konsolosluklarının bulunduğu cadde-sokak adını değiştiriyoruz ve o ülkenin ânında nakavt olup bir daha iflah olmadığını görüyoruz. Ankara’daki büyükelçilik binasının önünden geçen cadde ve sokak isimleri değiştirilip “Medine Müdafii Caddesi, Fahreddin Paşa Sokağı” yapıldıktan sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin sesini duyan oldu mu? Ee, ne demişler: “men cadde, vecede!” ABD bile büyükelçiliğinin arkasındaki caddenin ismi Zeytin Dalı olarak değiştikten hemen sonra ilişkileri yumuşatmaya çalışmadı mı? Rehavete kapılıp hemen gevşemiyoruz tabi… Sayın Tillerson, gelirsın, adam gibi özür dilersın, o zaman biz de caddenin adını yumuşatmak için bir “yumuşak g” eklemeyi düşünürüz.

“ÇEKOSLOVAKYALILAŞTIRILAMAYABİLENLER SOKAĞI”

Geçtiğimiz günlerde, kırmızı halı ile ağırlamaktan vazgeçip kırmızı bültenle aramaya başladığımız PYD başkanı Salih Müslim’in Çekya’da göz altına alındığı bilgisi geldi. Ülke olarak, hemen bize teslim edilmesini istedik. Artık ne oldu, nasıl olduysa, iki gün içerisinde çıkarıldığı ilk mahkemede serbest bırakıldığını duyduk. Şimdi bize bu kazığı atan ülke bir sokak adı değişimini hak etmedi mi? Eski ismi Çekoslovakya olan, Slovakya ile yollarını ayırdıktan sonra Çek Cumhuriyeti’ne dönüşen ve en son da kendilerine Çekya demeye başlayan bir ülkenin zaten varoluşsal bir takım problemleri olduğu ve isimler konusunda kafasının karışık olduğu açıktır. O zaman, dilimize yapışmış meşhur tekerleme gibi “Çekoslovakyalılaştırılamayabilenler” ifadesini Çekya Büyükelçiliği önündeki sokağın ismi olarak değiştirmeyi teklif ediyorum.

ZEYTİN DALI ENFLASYONU

Serbest bırakılan Salih Müslim takip edilecek ve her gittiği ülkeden istenecekmiş. Vermezlerse, Zeytin Dalı ifadesini taşıyan sokak ve cadde isimlerinde enflasyon yaşayabiliriz. Birbirine yakın semtlerde olan elçilik ve konsolosluklar var. Böyle bir durumda hepsinin önü, arkası, sağı, solu “Zeytin Dalı” olabilir. Saklanan da ebe olur! Adres tarif ederken “Zeytin Dalı caddesinden gir, üç sokak ilerde Zeytin Dalı sokağı var, orayı geçtikten sonra sağdaki ikinci Zeytin Dalı sokağına sap” diyebiliriz ve bu en çok da bizim kafamızı karıştırabilir. En iyi çözüm, İstanbul’daki Zeytinburnu ilçesini bir KHK marifetiyle boşaltıp, bütün binalarını komple yıkıp, yabancı ülkelere ait bütün temsilcilik, konsolosluk, elçilik ve büyükelçilik binalarını burada toplamaktır. Tabii ilçenin adı da Zeytin Dalı olarak değiştirilir, böylece tek tek sokak cadde ismi ile uğraşmamış oluruz. Yedi düvelin tekmiline birden tokat gibi cevap olmaz mı?

“Dost arttırıp düşman azaltma” parolasıyla çıkılan yolda müttefik dediğimiz ülkeler gözümüzün içine baka baka düşmanımıza yardım ediyor, “birlikteyiz” dediğimiz ülkeler bölgesel çözüm toplantılarına Mihraç Ural’ları davet edip konuşturuyor, kırmızı bültenle aradığımız kişileri ellerinde olsa bile vermeyenler var, kimisi “Bakanlarınız gelmesin, kapıdan içeri sokmayız” diyor. “Hani dostlarımız?” diye sorduğumuzda “yalnızlığımızın değerli” olduğunu söylüyorlar. Evet, kardeşim, dış politikamızı iç siyasete dönük hesaplarla şekillendirdikçe, yalnızlığımıza değer vuran çok olacak gibi görünüyor…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/cadde-cadde-buyuyen-bir-tepki-vardir_455239

"Soyağacım" Paylaşımlarınız "Soyacağım" Dedirtmesin

Soy ağacı

E-devlet uygulaması üzerinden kişilere alt ve üst soy bilgilerini sorgulama servisi hizmete açıldı.
Vatandaşlar tarafından yoğun ilgi gören hizmet, sistemin tamamen kilitlenmesine sebep oldu. Belli ki, bu kadar yoğunluk beklenmiyordu veya altyapı kapasitesi doğru hesaplanmamıştı. E-devlet sistemine başka bilgi ve belge almak için girmek isteyip giremeyenler sisteme epey sitem ettiler haklı olarak. Bir iki gün askıya alınan hizmet, tekrar açıldı. Bu sefer istekleri alıp sıraya sokuyor ve bir kaç saat içerisinde istenilen raporu oluşturuyordu.

Şu ana kadar yaklaşık 15 milyon soy ağacı sorgulaması yapılmış. Bu da nüfusumuzun neredeyse beşte birine tekabül ediyor. Üst soy tabir edilen baba, anne, onların babaları ve anneleri ile yukarı doğru giden kişilerin bilgileri, bir ailedeki bütün kardeşler için aynıdır. Her aileden sadece bir kişi sorgulasa ve sorgusunun sonucunu bütün aile efradı ile paylaşsa bu kadar sorgulama olur muydu? Sistemin yerinde ben olsam, “gül ağacı değilem, her gelene eğilem” deyip alınmak istenen aile bilgisine bakarım, daha önce bu aile soy bilgisi sorgulanmışsa derim ki “bu aile falanca kişi tarafından sorgulanmıştır. Lütfen o kişiye müracaat edin, beni de fazla yormayın, bakın sırada milyon tane adam daha var!” Peki, aralarında dargınlık, husûmet bulunan kardeşler ne yapsın? Onlar da kusura bakmasın, bu vesileyle barışsınlar bir zahmet. Zaten birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde dargınlık olur mu?

SOYADI HİSS-İ KABLELVUKU

Soy ağacı vesilesiyle 1850’li yıllarda yaşayan dedelerimizin hiss-i kablelvuku ile 1934 yılında çıkan soyadı kanununu hissedip almış olduklarını gördük. Bereket versin ki, doğru soyadını tahmin edip almışlar, yoksa işin içinden çıkılamazdı. Sonra, 150 yıl önce dünyaya gelmiş bazı dede ve ninelerimizin kayıtlarda hâlâ sağ olduğunu ibretle gördük. İster misiniz seçimlerde de oy kullanmış olsunlar? İnşallah onlara da GSS prim borcu terettüp etmemiştir, ettiyse bir şekilde tahsil edilmesi için sevgili torunlarına rücu edilir mi acaba? Bir de, eski kayıtlarda herkesin doğum gününün 1 Temmuz olması bir tek beni mi şaşırttı bilmiyorum. Bunlara benzer ilginçliklerle karşılaşanlar hemen sosyal medya hesaplarında paylaştılar. Dost var, düşman var, dolandırıcı var… Öyle, bütün bilgiler alenen paylaşılır mı? “Bu benim soy ağacım” deyip paylaşarak ifşa ettiğimiz kimlik bilgilerine bakarak “ben bunu soyacağım” diyenler olabilir, aman dikkat!

FATİHA VE DE YASİN…

Dolandırmak demişken, internette sorgulayan herkesi padişah, paşa torunu gösterip mukabilinde para veya altın talep eden site ve uygulamalara lütfen itibar etmeyiniz. Son olarak, müteveffa dedelerimizi sormak öğrenmek önemli tabi, ancak hayırlı torunlar olduğumuzu göstermek istiyorsak ahirete göç etmiş olanlara Fatiha ve Yasin okuyalım, yaşıyor olanları da ziyaret edip ellerini öpelim. İnternetten sorulmak yerine hatırlarının sorulmasını tercih ediyorlardır her halde…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/soy-agacim-paylasimlarimiz-soyacagim-dedirtmesin_454676

Bizim Oğlan Bina'yı Okur, Döner Döner Bina'yı Okur


Bizim oğlan binayı okur döner döner binayı okur
Son yıllarda toplu tesis açılışları yapmak moda oldu. Öyle ki, bazen afişlerde sayıları yüzleri bulan dev tesisler için toplu açılış yapılacağı ve ekabirden kimselerin bu açılışlara katılacağı yazılıyor.
Tesislerin bizzat başına da gidilmiyor umumiyetle, hepsi için temsili bir kurdele kesiliyor. Bir kaç yıl önce Edirne’de bir yalak açılışı hatırlıyorum, kurdeleyi “tesisin” başında bizzat Edirne Valisi Dursun Ali Şahin kesmişti. Şehrin ileri gelenleri ve mülkî idarecilerinin tamamı katılmıştı açılışa. Hatta, protokol ekibinin yanyana sıralandığı zaman yalaktan daha uzun bir kuyruk oluşturduğuna dair espriler yapıldı o dönem.

Ekonomik büyümeyi tetikleyecek üretimi yapan, istihdam üreten tesislerin açıldığını pek duymuyoruz. Geçtiğimiz sene, Isparta’da açılan, siyah renkli şekerli sıvı üretim tesisi haricinde hatıra gelen büyük bir fabrika var mı? Varsa yoksa, hizmet binaları, dev alış veriş merkezleri ve rezidanslar gibi betona yapılan yatırımlar! Eğitim alanında ne geliştirdiniz diyorsun, binaları sayıyor. Sağlıkta devrim yaptık diye devasa şehir hastanelerinden bahsediyor.

Medrese usûlü Arapça öğrenimi iki temel kitapla başlar; ilkinin adı Emsile’dir, fiil çekimleri anlatılır. İkincisi de Bina’dır. Bu kitaplardan sonra daha karmaşık olan ve okuması zor kitaplar gelir. Bütün öğrenciler aynı anda eğitime başlasa da, her bir öğrenci sorumlu olduğu kitabı tam öğrenmeden bir sonrakine geçemez. Daha zor kitaplara geçip orada takılan öğrencilere hocaları der ki, “bu çocuk tekrar Bina’yı okusun”. Bazen de çeşitli sebeplerden eğitime ara vermek durumunda kalan öğrenciler tekrar başladıklarında en son kaldıkları yerden değil, ilk kitaptan başlarlar. Başladığı işte sebat edemediği için sürekli en baştan başlamak durumunda kalan, gidip gelip aynı yerde takılan kişiler için “bizim oğlan Bina’yı okur, döner döner Bina’yı okur” denmiştir.

Emsile okuduğunu zannettiğimiz zevat, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma gibi çeşitli usûlsüzlüklerin rahatlıkla döndüğü inşaat alanına girince “emsal değeri” belirlemeye başlarsa, azimeti terk edip “ruhsatla” amel etme, iman programları yerine imar planları ile uğraşma, kısaca “mücahitlikten müteahhitliğe” dönme riski ile karşı karşıya gelir. Beton işinde ustalaşınca adeta bir “Beetonvın” olup senfoni yazmaya başlayabilir. En meşhur senfonisini de bütün eleştirilere kulağını kapadığı ve adeta sağır kesildiği zaman icra eder her halde… Tarım alanları ve ormanlık arazileri birer birer imara açar, sahil şeritleri ve şehirlerin nefes alabileceği parkları rant uğruna peşkeş çeker, Allah korusun!

Geçtiğimiz haftalarda TBMM Başkanı İsmail Kahraman, “Bu zamana kadar en çok inşaat yapan başkan ben oldum” dedi. Kendi döneminde yapılan binaların gerekliliği konusu teknik bir meseledir ve muhtemelen belli zaruretlerden kaynaklanmıştır. Ancak meclisin ve vekillerin yetkilerinin azaltıldığı, bir yılı aşan süreler boyunca tutuklu olduğu halde iddianameleri hazırlanmamış durumda birçok insan olduğu, hak-hukuk ihlâllerinin ayyuka çıktığı, “suç işlemeseler bile idarî kararlarla” işten çıkarılan binlerce insanın olduğu bir dönemde vurgulanmaya değer bir konu muydu, bilemiyorum.

Keşke sayın başkan yaptıkları bina ile övünmek yerine KHK’lar ile işten çıkarılan, özel sektörde de iş bulması zorlaştırılan, ağaç kökü yiyerek hayatta kalmayı denemesi gerektiği söylenen ve bu sebeplerden yıkılmaya yüz tutmuş yuvaları kurtarmak adına Meclis’te hakkıyla görüşüp değerlendirdikleri ve anayasayla uyumsuz oldukları için iptal ettikleri KHK’ların sayısı ile övünseydi. Meclis araştırma komisyonlarının sayısı ve çalışmaları ile gurur duysaydı. Gece yarısı torbalarla geçirilen kanunlar yerine, dört başı mamur ve usûlüyle meclisten geçen kanunların çokluğu ile iftihar etseydi.

Millete “hadim” olan vekillerin bulunduğu meclis hadım edildikten sonra daha çok “bizim başkan binayı konuşur, döner döner binayı konuşur” deriz gibi geliyor bana…

Zeka-i Yapay

Yapay Zeka
Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan, Dünya Güvenli İnternet Günü için düzenlenen bir programda konuşurken, sözünü bir kaç kere kesen robota müdahale edilmesini istedi.
Allah’tan robotlara insanların hâlâ hükmedebildiği zamanlardayız ve sorumlu arkadaşlar hemen gereğini yaparak robotu susturdu. Sonrasında format mı attılar, yoksa devrelerini zemzemli madeni yağla mı yıkadılar bilmiyoruz, robot Bakandan özür diledi. Robotların böyle davranmasına bir isim aranacaksa tavsiyem “robiat” olacaktır. Yerli ve millî robiat işlemine de “rabiat” diyebiliriz.

Robotun tamamen yerli ve millî olduğunu sanmıyorum. Öyle olsa, ya büyüklerinin yanında edebiyle bekler hiç konuşmaz ya da yapımında “Kurtlar Vidası” kullanılmışsa sözünü kestiği için kızan bakana “Ben adamın sözünü kesmem, iflâhını keserim” diye karşılık verirdi.

Eskiden robotlar sadece belli işleri yapmak üzere programlanırken artık yapay zekâ ile öğrenebilme yeteneğine sahip robotlar geliştiriliyor. Zekâ-i yapay ile donatılmış robotlar ve bilgisayarların gelecekte tıptan hukuka, mühendislikten bankacılığa pek çok meslekte kullanılacağı ve bugün insanların ifa ettiği çoğu işi devralacağı konuşuluyor. İleride muhtemelen “falanca işi kim yapıyor?” sorusuna da “zekâ-i yapay” cevabı vereceğiz. Hatta kısaltıp “zekâi” bile diyebiliriz kendisine. Daha şimdiden, araba kullanmaya başladılar ve aralarında Google gibi ehliyet alan da var. “Ne yapmak, nereye varmak istemekte” olduğu bilinmeyen bazı ülkeler robotlara vatandaşlık bile verdi.

Bu senaryolar, alanında otorite sahibi pek çok bilim adamını korkutmaya başladı. İnsan ırkının varlığını tehdit etmeye başlarsa ne yapacağız? Öyle ya, ülkemizde söz kesme ile kendini gösteren “zekâi”, nişan ve ateş etme süreçleri ile devam edecek mi?

Bilim kurgu türünün önde gelen ismi olarak bilinen Isaac Asimov, üç temel kuraldan oluşan bir robot anayasası öngörmüştür:

• Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
• Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
• Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.

İyi de, çılgın bir robot çıkıp da “Bu anayasayı tanımıyorum, saygı da duymuyorum” derse ne yapacağız? Şimdiden bunu kestirmek zor görünüyor.

Yerli ve millî zekâ-i yapayımızın gelişme aşamaları hakkında öngörülerim şöyledir:
1. Aşama: “Muhterem Zekai Efendi Hazretleri” Bu aşamada yapay zekâ bir cazibe merkezidir. Herkes saygı duyar ve öğrenmeye çalışır.
2. Aşama: “Aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz yapay zekâ” Kendisi hakkında ufaktan çekince bildirenler çıksa da, artık devlet destekli olarak kullanılmaya başlandığının resmî yollarla ifade edildiği aşamadır.
3. Aşama: “İnsanlık beynini temizliyor” Düşünme ile ilgili bütün işleri yapay zekânın devralması eleştirilince devletin tepesinden gelecek açıklama.
4. Aşama: “Zekâ-i Yapay bütün işleri ele geçirmiş, buna kargalar bile güler” Düşünmenin yanı sıra, fizikî bütün işleri de robotlar deruhte etmeye başlar, resmî kanallar bunun tehlikeli olabileceğini düşünmez.
5. Aşama: “Birileri yapay zekâ ile aramıza fitne sokmaya çalışıyor” Yapay zekâ ile kavga başlar!
6. Aşama: Yapay zekâyı besleyen alternatif güç kaynakları kapatılmaya çalışılır.
7. Aşama: “En az 400 tb disk alanlı eski bilgisayarlarınızı verin, bu iş huzur içinde kapansın”, “Yapayalel” işletim sistemleri ile mücadele için halk desteği aranır.
8. Aşama: “515tem (sistem) format girişimi” Yapay zekâ, ana sistem sunucularındaki eski işletim sistemlerini formatlamaya kalkışır.
9. Aşama: “Ne istedi de vermedik?” Bütün sistem kaynaklarının yapay zekâya tahsis edildiğinin itirafıdır.
10. Aşama: “Yapay ZEKÂTÖ” Yapay zekâ ile ilgili tanımlama artık tamamen değişir.
11. Aşama: “Önce Rabbim, sonra halkım bizi affetsin!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/zeka-i-yapay_453493

"Surriyealist" Ortadoğu Tablosu


Belleğin azmi
Ortadoğuda öyle bir tablo var ki, bu kadar kaos ancak bir Salvador Dali resminde olabilirdi.
Büyük haritaya bakıldığında görünen bu. Yemen’de devam eden çatışmalar, Filistin meselesi, Irak’ın bölünmüşlüğü ve otorite boşlukları dolayısıyla gelişen olaylar, Suriye’de kaynayan ve çevresindeki herkese az-çok bulaşan fitne ateşi…

Suriye’de ateş başlamadan evvel “Kardeşim Esat” vardı. Aramız gayet iyiydi. Ne yaptıysa hep o “Zalim Esed” yaptı. “Baharı bekleyen kumrular gibi” soteye yattık ve Zalim Esed’in 6 ayda gideceğini iddia ettik, Şam’da Cuma namazları için provalara başladık. Dört adam ve sekiz füze ile rahatlıkla girebildiğimizi öğrendik, ama girmedik. ABD ile “abi önden sen gir”, “sen varken bana düşmez, lütfen sen buyur” pazarlıkları sürerken Rusya girdi işin içine. Survivor’a dönen Suriye’den kaçan soluğu Türkiye’de buldu. Adeta, “bir Suriye ‘vayvır’ Türkiye içinde” dedirtti.

Gün geldi PYD başkanını devlet protokolü ile karşıladık, Kobani’yi kuşatan IŞİD’le savaşmak için ÖSO ve Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden geçişini sağladık. Rus uçağını düşürdük ve neredeyse Rusya ile bütün ilişkileri kopardık. Sonra bir özür diledik tatlıya bağladık. İran ve Rusya ile birlikte “Suriye nasıl kurtulur” zirvelerine katıldık.

Velhasıl bugün geldiğimiz noktada Suriye’de bir ABD-Rusya çekişmesi var. Biri diğerinin açığını kolluyor ve boşluk bulduğu yere yerleşemeye, yerleşemiyorsa vekilini yerleştirmeye çalışıyor. ABD ile müttefikiz, ancak çoğu konuda kendilerine kırgınız. Obama bizi çok kandırdı meselâ… ÖSO’yu birlikte kurduk, ama ABD şimdi hiç ilgilenmiyor. Biz dururken, terörist ilân ettiğimiz YPG ile iş bağlayıp IŞİD’le mücadele ettiriyor. Silâh ve mühimmat veriyor, hem de kendi ifadeleriyle İncirlik Üssü’nü kullanarak… Üstüne, onlardan 11 milyar dolarlık uçak sipariş ettik ve Ortadoğu işlerinde beraber yürümek istiyoruz.

Ruslarla da pek bir sıkı fıkıyız, ama onların da PYD ile arası iyi ve Esed’le birlikte hareket ediyorlar, son günlerde İdlib’te giriştikleri ortak operasyon ortada. Bir uçak + bir pilot feda ettikten sonra her yere askerî harekât yapabilirler.  Rus basını, uçaklarını Türkiye yanlısı grupların düşürdüğünü yazmış bile. Zeytin Dalı harekâtı için bize yeşil ışık yaktıkları halde, tutup ABD’ye “Türkiye’yi şımartıp kışkırtan sizsiniz”  diyen de Rus’lardı.

İşte bu görüntü, sürrealist ressam Salvador Dali’nin 1931 yılında resmettiği “La persistencia de la memoria/ Belleğin Azmi ” isimli tabloyu hatırlatıyor. Dali’nin en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen bu tabloda, biri kurumuş bir zeytin ağacının dalına asılmış, üç tane eriyen cep saati bir sahil manzarasının önünde yer alıyor. Su gibi akıp giden zamanı, zamanın izafiyetini, her şeyi eriten zamanın kendisinin de eriyen bir şey olduğunu, yeri geldi mi bükülebildiğini, çürümeyi ve ölüme gidişi anlattığı söylenebilir. Ressamın kendi bu eseri hakkında fazla konuşmamış, yorumlayanlar genelde böyle yorumlamış.

Surriyealist tablomuz da hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, orada top koşturan her güç sahibinin kendi gördüğü halüsinasyon ve rüyalarla tasvir etmeye çalıştığı, durmadan değişen bölge gerçeklerinin ve sembollerin sahnelendiği ve her daim yeniden çizilen bir tablodur. Dali tablosunda olduğu gibi karınca ve sineklerin üzerine üşüştüğü menfaatler vardır. Böyle bir tabloya isim verecek olsam “Belleğin az mı?” derdim. Bu tablonun çizicileri belleği çok olan sanatseverleri arzu etmezler. Gerektiğinde filmlerden ve video oyunlarından aldıkları sahnelerle, sahte haber ve görüntülerle aynı tabloyu defalarca yeniden çizebilirler. Bundan sebep, onların istediği, belleği az olan ve sadece günün tablosunu hatırlayabilecek kişilerdir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surriyealist-ortadogu-tablosu_453164

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: