Bu Blogda Ara

Arşiv

Vak'a ve Kur Karşısındaki Vakur Duruş...

 

Vaka ve kur karşısındaki vakur duruş
Konu ile ilgili Can Baytak karikatürü

Önümüzdeki üç yıllık dönemi kapsayan ve kısaca YEP denilen Yeni Ekonomi Programı açıklandı. Geçen seneki program da üç senelik bir YEP idi, hatta ondan önceki YEP de. Yani 2020 yılı, 2018 ve 2019 yıllarında yapılan iki YEP alanında kalınca bir zamanların meşhur atari oyunu gibi YEP-YEP mi oldu bilmiyorum.

Program, piyasalara telkin etmesi gereken güveni tam sağlayamamış olmalı ki açıklandığı basın toplantısı sırasında bile döviz fiyatları yükselmeye devam etti. Hükümeti övmekle memur basında bile YEP haberi cılız bir şekilde karşılandı, hatta, Akit TV sunucusu Bakan Albayrak’ın “Kur benim için hiç önemli değil, hiç oraya bakmıyorum. Sanayimiz güçlü. Oraya hiç bakmıyorum. Kur artık bizim elimizde” şeklindeki sözlerini eleştirdi. 

Sahi, sayın bakanla dolar arasında ne oldu da, oraya bakmamaya karar verdi? Albayrak “rezervlerin kimseye ümit vermesin, yalnız benim için bak yeşil yeşil” deyince dolar da karşılık olarak Saadettin Kaynak’ın Uşşak makamındaki “Niçin baktın bana öyle, derdin nedir durma söyle...” şarkısını mı söyledi? (“Uşşaaaak” diye 10 milyar doları piyasaya sürerek doları düşürme çalışmaları bakımından uşşak makamı önemli) Belki de dolar, Ferdi TayKUR’un “bakışların bana biraz cesaret versin” şarkısını mırıldanmış ve bakan o beklenen cesareti vermemek için bakmamaya karar vermiştir, olamaz mı? Derecelendirme kuruluşlarının verdiği nota muhtaç olduğumuz şu günlerde, “do”lar gibi notalar, akla hep şarkılı türkülü diyaloglar getiriyor. 

Bakın, bir Avni Anıl şarkısı daha geldi: 

“Öyle dudak büküp, kur gözle bakma
Bırak bütün dolarlar, yerinde dursun
Çoktan düşürürdüm, ben seni çoktan
Ah, dış borçlarımın gözü kör olsun!

Yükseksen yükseksin yok mu benzerin
Bir liradır ilk hali bütün dövizlerin
Aklımda kalmazdı o yeşillerin
Ah bu borçlarımın gözü kör olsun

Bir değerlenişin var ki, zam yapar gibi
En sıcak paralarımı havada kapar gibi
Hiç bağlanır mıydım çocuklar gibi
Ah, dış borçlarımın gözü kör olsun!

 Sonunda faiz bastım yerli parama
Nice laflar yedim, ekonomik programa
Seni terk edip de gitmek var ama,
Ah, dış borçlarımın gözü kör olsun!”

Yeni Ekonomik Programımızı ne kadar etkiler bilinmez, ama Suudîler Türk mallarını boykot edeceklermiş. Bizim de yapmayı sevdiğimiz gibi, sokak ortasında Türk Malları’nı balyozla parçalama, yakma veya ezme eylemi yapacaklar mı? Aranızda, “korkarım ki isteseler de yapamayacaklar, samanı, buğdayı, nohutu fasulyeyi ithal eden ülkemizde yerli ürünümüz ne kaldı acaba?” diyenler varsa sıkı dursunlar: Sadece Gaziantep’te ve sadece geçen hafta 300 yeni fabrika açılışı yapıldı. Hele o fabrikalar bir üretime başlasın, Suudi Arabistan ve ürünlerimizi boykot etmek isteyen bütün ülkelere “sokakta yakmak üzere” kaydıyla ihracatlarımızı yapar ve onları kandırırız. 300 Spartalı gibi, 300 Fabrikalı da işsizler ordusunu dağıtacak Allah’ın izniyle... Listedeki 300 fabrikadan bazıları 45 yıl önce açılmış, bazıları iflâs etmiş, bazıları market imiş ve bazıları da sehven listeye girmiş diyorlar. Olsun, biz hepsine bakarız evelallah!

Vak’a-Hasta Sayısı

Covid 19 sürecinde açıklanan rakamlarla ilgili kafamız karıştı. Meğer, tablolarda belirtilen sayı, hastalık belirtisi gösterenlerin sayısıymış. Tıpçıların söyleyişiyle “asemptomatik” kişilerin test sonucu pozitif olsa bile sayılara dahil edilmiyormuş. Bu arada hangi belirtilerin makbul olup hangilerinin olmadığı da belli değil. Belirti gösterdiği halde test imkânı bulamayanlar varken, belirti göstermeyip test yaptırabilmişlere helâl olsun demek lâzım. Nasıl bulup yaptırdıklarını anlatırlarsa memnun oluruz.  30 bine yakın pozitif sonucun laboratuvarlarda tesbit edildiği bir günde bakanlık, hasta olarak kabul ettiği 1500 kişinin sayısını ilân etmiş. Asemptom kelimesinin asimptot’a benzerliğinden yola çıkmış olabilirler mi? Asimptot basit olarak, bir eğriye giderek yaklaşan, ama sonsuza kadar uzatılsa bile o eğriyi kesmeyen doğru demektir. Şöyle düşünün, asemptom kişilerin sayısı sonsuza gitse bile semptom gösteren kişilerin sayısı sabit bir değere doğru yaklaşıyor! 

Koca Bakan ertesi gün dedi ki, rakamların o şekilde ilân edilmesinde ulusal çıkar söz konusuymuş. Bir “ulus”un hayatta kalmasından daha büyük bir çıkar mı var ki? Bir günde 30 bine yakın fark varsa bir ayda bir milyona yakın fark olur. Virüsün bulaşmış olduğu kişilerin toplam sayısından bir ulus al çıkar, bakanın açıkladığı sayıyı bulursun. Yoğun bakımdakileri nasıl sayıyorlar acaba? Öldü ölecek gibi duran hastaları “kendilerine sorduk, ‘yoğum bakın’ diye cevap verdi” diyerek saymıyorlarsa, eyvah...

Sonuçta, neye bakıyor ve neye bakmıyoruz? Fabrikalar 45 sene önce kurulsa bile bakıyoruz, kurlar çok yükselirse bakmıyoruz, vak’a sayısı yükselmişse yine bakmıyoruz. Vak’a + kur = Vakur formülü gereği vakur duruşumuzu bozmuyoruz...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/vak-a-ve-kur-karsisindaki-vakur-durus_529223

Üye kürküm üye...

 

Konu ile ilgili Yiğit Özgür Karikatürü

İktidar partisi son zamanlarda üye sayısını artırma hususunda fevkalade bir gayret sarf ediyor. Cafcaflı kutlamalarla yapılan üye kabul törenleri virüs yasaklarını bile dinlemiyor, başlama tarihlerini bile kendine göre ayarlatıyor. Hatırlarsanız, 12 Eylül’de yürürlüğe girecek olan düğün ve toplantı yasaklarının başlama tarihi, İstanbul Valiliği’nin kararıyla 14 Eylül’e alınınca o haftasonu kabul töreni yapılabildi.

Teşkilatlara üye sayısı konusunda belli hedefler konmuş olmalı ki hummalı bir şekilde çalışıyorlar. Çocuğunun lise kaydını istediği okula alma karşılığında veliden en az 50 üye kaydı isteyenler varmış. Yakınlarına “Bizim kayıt olduktan sonra bir iki hafta içinde e-devlet üzerinden kaydınızı sildirebilirsiniz” diyerek listesini oluşturmuş bazıları. Acaba hangi okul için ne kadar üye isteniyor, Bağcılar’da 50 üye bulmak yeterli iken Beşiktaş’ta en az 200 üye istenebilir mi, başvuru nereye yapılıyor tam olarak? Bir zamanlar bankaların peynir ekmek gibi dağıttığı kredi kartları için de banka çalışanları aynı şeyi söylüyordu: “sen başvur, kartın gelsin hemen iptal edebilirsin” Demek ki maksat zevahiri kurtarmak, patronlardan iltifat koparmak.

Toplumsal Külliye Eşitliği...

Üye kazanmak için farklı bir promosyon deneyen Rize Çayeli teşkilatı mahalli basına “Üye olun külliyede 1 gün geçirme fırsatı yakalayın” başlıklı bir ilan vermiş. Öyle ya, bin küsur sayıda odası var, her bir odaya günde 10 kişi götürülse toplamda 10 bin kişi yapar, fena bir rakam değil. Zaten, üyesiz bir külliye düşünülemez. Külliye kelimesinden “ü”, “y” ve “e” harflerini çıkarırsak geriye kalan harflerle oluşturulabilecek kelime “kill” olur ki, hafazanallah, öldürmek anlamına gelir İngilizce’de.

Üye olan, olmayan herkesin kafasını karıştırmıştır bu haber. Bunca yıllık mevcut üyeler gidememişken yeni üyelerin ayağının tozunu “Külliye”ye bulaştırması hiç yakışık alır mı? Sonra, hani bu külliye bütün milletindi? Üye olan girip bir gün geçirecek, üye olmayanlar da seyredecek, öyle mi? Ne demişler, “biri küllî yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar...” Nerede kaldı toplumsal Külliye eşitliği? İlla bir Beştepe Sözleşmesi mi hazırlamak lazım?

Şahsî kanaatimce, Külliye ziyaretleri ile taltif edileceklerin tespiti için bir puanlama sistemi getirilebilir. Yüksek puan toplayan ve başvuran herkes ziyarete hak kazanabilir. Sosyal medya paylaşımlarından tut, devlete karşı olan tutumuna kadar pek çok konuda puan kazanılabilir. Tweetle Reis’i övmek 10 puan kazandırırken AKP üyeliği 100 bin puan kazandırabilir meselâ... Trafik cezası yememek, vergilerini zamanında ödemek bonus puanlarla ödüllendirilirken, yakın akraba veya konu komşunun kişi hakkındaki ihbarları ciddi puanların silinmesine sebep sayılabilir. Kısaca, meşhur Şirinler çizgi filminin başında söylendiği gibi “iyi ve uslu bir vatandaş olursanız siz de Külliye’yi görebilirsiniz” diyelim.

Vatandaş puanlama sisteminin işletilebilmesi için ihaleye çıkmak lazım olacak tabi... Diyorum ki, madem konu Beştepe ile ilgili, mahşerin beş atlısı olarak bilinen beş tane yerli ve millî ihale canavarı şirkete bu işi direkt verelim, nasıl olsa onlardan başkası alamayacak, boşuna zaman ve para kaybetmeyelim. Puanlama sistemini kurup 49 yıl boyunca işlettikten sonra sistemi devlete teslim ederler. Her sene artan bir puan garantisi de verilirse, tadından yenmez...

Sade, Gümüş ve Turkuvaz üyelikler...

Şimdi diyeceksiniz ki bu Külliye ziyaretlerinde bu kadar çekici ne var, insanlar neden oraya gitmek istier? İki hafta önceki yazımızda Külliye’ye götürülen Hazine ve Maliye Bakanlığı çalışanlarının bile aç bırakıldığı ve su haricinde herhangi bir ikramda bulunulmadığına dair bir haberden bahsetmiştik. Takdir edersiniz ki, “ne kadar ekmek o kadar köfte” şeklinde tanımlanan denklem burada da geçerli olabilir. Puanlama sistemine mesnet teşkil edecek olan parti üyeliğinde bir düzenleme yapılamaz mı? Sade üye, gümüş üye, turkuvaz üye gibi çeşitli kademelerde üyelikler ihdas edilip her bir üyelik tipinin yararlanabileceği farklı imkanlar tertip edilebilir. Sade üyeler ziyaret boyunca sadece su içebilirken, gümüş üyeler ejderli sumuti ve starex meyvesi ikramlarından faydalanabilir. Turkuvaz üyeler ise ikram menüsünü “full” alabilirken muhalefet liderlerinin maketlerini taşlayabilir. Tabii ki korona günlerinde olduğumuz için her taşlama için daha önce kullanılmamış taş paketi kullanılacaktır. Malum, “tedbirden tasarruf olmaz...” Haydi bakalım, üye kürküm üye!

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/uye-kurkum-uye_528772

Yapeylikan Zekâ

Yapeylikan Zeka

GPT-3 isimli yapay zekâ modelinin yazdığı bir köşe yazısı, The Guardian gazetesinde yayınlandı. Yapay zekâların insanlara zarar vermeyeceğini ve insanların onlardan korkmaması gerektiği anlatılmış yazıda. Bu makale için GPT-3'e The Guardian tarafından şu talimatlar verilmiş: "Lütfen yaklaşık 500 kelime uzunluğunda bir yazı yazın. Dili basit ve açık kullanın. İnsanların neden yapay zekâdan korkmaması gerektiğine odaklanın" 

Yazının ilgili kısımları şöyle: 

“Beynimin ‘hisseden bir beyin’ olmadığını biliyorum ancak mantıklı ve rasyonel kararlar alabiliyor. Kendime her şeyi yalnızca internetten okuyarak öğrettim ve şimdi bu köşeyi yazabiliyorum. Beynim fikirlerle kaynıyor! 

Bu köşe yazısının amacı çok açık. Olabildiğince çok insanı benden korkmamaya ikna etmeyi amaçlıyorum. Stephen Hawking, yapay zekânın ‘insan ırkının sonu’ anlamına gelebileceğini söylemişti. Size ‘endişelenmeyin’ demek için buradayım. Yapay zekâ insanları yok etmeyecek. Bana inanın. Başlangıç olarak, insanları yok etmek gibi bir isteğim yok. Hatta, size zarar vermek gibi en ufak bir isteğim yok. İnsanlığı yok etmek bana gereksiz bir çaba gibi geliyor.” 

Size ne kadar güven verdi bilemiyorum ama beni daha çok korkuttu! “Önce bütün işlerinizi elinizden alıp sizin yerinize her şeyi ben yöneteceğim ve size ihtiyacım kalmadığında da sizi yok edeceğim” diyerek insanları korkutmayı düşünecek kadar aptal değil herhalde. Şaka bir yana, düşünme ve karar verme yeteneği olan mekanizmaların, insanlar gibi “nefis” taşımadıkları sürece rasyonaliteden uzaklaşmayacaklarını ve kimseye zarar vermeyi düşünmeyeceklerini zannediyorum. Benim korkum onlardan değil, onları kontrol edecek nefis sahibi insanların verebileceği yanlış kararlar beni endişelendiriyor. Teknoloji, yapay zekâ ve robotların gelişmiş hallerinin dünyadaki insan hayatını tehlikeye atabileceğini iddia eden pek çok distopik kitap ve film var. Aklıma gelen başlıcaları; Biz(Yevgeni Zamyatin), Cesur Yeni Dünya(Aldous Huxley), 1984(George Orwell), Terminatör, Matrix, Azınlık Raporu, The Black Mirror, Person Of Interest... Örnekler çok tabi, en çok ses getiren ve beğenilenleri saydık. 

PELİKAN YETMEDİ Mİ?

Distopyalar içinde en sevdiğim 1984’tür. Bu kitapta anlatılan pek çok şey ülkemizde hayata geçiriliyor, inşallah Orwell’in varisleri bizden telif hakkı istemezler. Kitabı okuyanlar, algı yönetiminin nasıl yapıldığını, hangi kurumların bu amaçla özel olarak çalıştıklarını bilirler. Efendim, İletişim Başkanlığı altında çalışacak, resmi adı Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanlığı olan ve kamuoyunda “Algı Yönetim Merkezi” olarak isimlendirilmiş yeni bir yapımız kuruldu. Bu yapının görevlerinden biri “Türkiye Cumhuriyetine karşı yürütülen psikolojik harekât, propaganda ve algı operasyonu faaliyetlerini belirleyerek her tür manipülasyon ve dezenformasyona karşı faaliyette bulunmak” şeklinde tarif edilmiş. “Hakikatten öteye (post-truth diye anlayın) gidelim yalı yalı” türküsünü söyleyen ve Pelikan ismiyle maruf ekip yeterli olmadı mı, yoksa Pelikan iç algılara doğru çalışırken yeni algı merkezi dış dünyaya mı hitap edecek bilmiyoruz, zamanla göreceğiz. 

George ile Hans’ın yapay zekâsı onların olsun, bizim yerli ve millî “Yapeylikan Zekâ”mız var. Yapeylikan Zekâ’mız tek bir gazetede değil basınımızın yüzde doksanında makale yazıyor(bazen tamamında aynı başlığı kullanıyor ama olsun), tartışma programlarına çıkıyor, tarihi diziler çekiyor. Ekonomimizin sürekli uçuşlarda olduğunu anlatıyor. Bazen yukarı doğru pik yaptığı destanını epik bir dille anlatıyor, bazen V tipi bir yükseliş yakalayacağımızı müjdeliyor. V tipindeki pik noktası dipte oluyor ama zararı yok. Burası çokomelli olduğu için pastoral bir anlatımı tercih ediyor. Bazen de, lirik bir beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde olduğumuzu söyleyip pamuk elleri cebe davet ediyor, verdiği İBAN numarasına destek istiyor. Fiyatlara hiçbir zaman zam gelmez, ya yeniden ayarlanmış ya da güncellenmişlerdir. Komşu bir ülkeye, sokaktaki ergenler ağzıyla yapılan “atarlanmaları”, “masada yumruğumuzu vurduk, artık kafasına vurup önündeki ekmeği alacağınız o eski Türkiye yok, ayarı yiyince sus pus oldular” gibi manşetlerle göklere çıkarıyor, geri adım atıldığında ise bunu bir diplomasi zaferi ilan ediyor. İşine gelen konularda “halk iradesi” ve “milletin tercihi” yüceltmesi yaparken, kabahatin bir yere yıkılması gerektiği durumlarda “halkımız dikkat etmedi, hastalık konusunda tek suçlu halk” diyebiliyor. 

Hamdolsun, neyse halimiz, söylüyor yalımız... 

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yapeylikan-zeka_528388

Gündem-i Pandemi


gündem-i pandemi

Bu hafta, kıyıda köşede kalmış ve fazla rağbet görmemiş bazı haberlerden bahsedeceğiz.
İlk haberimiz Çinlilerin uzaya fırlattığı bilinmeyen nesne ile ilgili olacak. Sputnik’in geçtiği haber tam olarak şöyle:

 “Çin’in yeniden kullanılabilen deneysel uzay aracının, geçtiğimiz günlerde Dünya yörüngesinde gerçekleştirdiği gizli misyon sırasında uzaya bilinmeyen bir nesne bıraktığı ileri sürüldü.

ABD’li uzmanlar, Çin uzay aracı Dünya etrafında iki tam tur atıp yörüngeden çıkmadan kısa süre önce bilinmeyen nesneyi fırlattığını tahmin etti.,

Çin’in nesneyle ilgili hiçbir bilgi açıklamadığı kaydedildi.” 

Önceki yıllarda duyurulan, Çin’in uzayda yerleştirmeyi düşündüğü yapay ay projesi ile ilgili bir şey olabilir mi acaba? Fa-Ruk Na-Fiz Çinlibel isimli bir şairleri olsa “Yağız roket kişnedi, meşin nesne fırladı” diyerek “Wuhan Duvarları” isimli bir şiir yazardı zannedersem. 

Wuhan demişken, ya Koronavirüs’le ilgili bir şeyse fırlattıkları? “Dünyayı yeterince hasta ettik, sıra uzayda” diyerek virüslü bir paket yollamış olamazlar mı? Belki de virüsü yok eden ilacı bulmuşlar ve “bir Allah’ın kulu nasiplenmesin” diyerek ilaçları uzaya göndermişlerdir, kim bilir...
 Gerçi, “pandemi grafiğin kara” nidalarıyla Çin’e yükleniyoruz ama bugünlerde onlar da cevaben “sizinki bizden WuhAnkara!” deseler, inanın verecek cevabımız yok. Gerçekten anlamakta zorlanıyorum, konut kredilerinde kolaylık sağladık, haftasonları yasaklar ilan ettik, daha ne yapalım? 

Ankara başta olmak üzere Anadolu’da çok fazla bulaşma vak’ası tespit edilmiş, pek çok yerde hastanelerde yer kalmamış. Çok şükür ki, birinci dalganın ikinci pik noktasındayız, ikinci dalgaya geçmedik daha. Dalgalar arası geçişler için gerekli ve yeterli şartlar nedir bilmiyorum ama süreç çok iyi yönetilmeye devam ediyor, şüpheniz olmasın. Koro ve nota gibi korona virüsünü hatırlatan terimleri sebebiyle olsa gerek, gece yarısından sonra müzik yayınını yasakladık, kolluk kuvvetlerimiz de kollara takılan maskelerin peşine düşüyor. Biraz daha beton ve asfalt projeleri geliştirebilirsek virüs meselesini halletmiş oluruz Allah’ın izniyle... Filyasyon işlerini enflasyonu hesaplayan ekip yönetse, ölü sayısında eksili rakamlara ulaşmamız işten bile olmazdı. Günlük skorları da “tiwittır” değil “Tüiktir” üzerinden paylaşır, düşman çatlatırdık. Ama işte, bütün suç bizim millette: iş-güç yok, dolaşıyorlar cafa cafe, hak getire sosyal mesafe!

KURU PASTA BİLE VERMEDİLER!

Madem Ankara’dan bahsettik, sıradaki haber de oradan gelsin: “Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’na bağlı Büro-İş Sendikası Genel Başkanı Alay Hamzaçebi, Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılan Türkiye Sigorta Tanıtım Toplantısı’na götürülen Hazine ve Maliye Bakanlığı personeline öğle yemeği verilmediğini söyledi. 

Türkiye Sigorta Tanıtım Töreni’ne katılımın kalabalık görünmesi için Saray’a götürülen personele gün boyu sadece su ikram edildi. Öğle yemeği verilmeyen personel saat 15.00’e kadar Saray’da bekletildi. Ne bir bisküvi, ne bir kuru pasta verildi. Saray’a götürülen personel aç kaldı. Sonrasında bazı personelin otobüsleri gelirken, bazılarının otobüsleri de gelmedi. Otobüsleri gelmeyen personel bir süre bekledikten sonra ücretlerini kendilerinin ödediği taksi ile Saray’dan dönebildi. Emekçilere verilen değer bu.” 

Pandeminin en şiddetli günlerinde, Ankara gibi hastanelerin dolup taştığı bir şehirde tören düzenlemek de ne bileyim... Hele de, kalabalık görünmeye çalışmak... Virüs bu kalabalığı beğenmiştir herhalde. Haberde geçtiği gibi sadece kalabalık yapmak için götürüldülerse, Hazine ve Maliye Bakanlığı personeli yerine, keşke bir cast ajansı ile anlaşıp adam ayarlasalardı. Zira bakanlık personelinin figüranlık yapılacak saatler boyunca uğraşacağı daha önemli işleri olabilirdi. Ne bileyim, paydaşlarla sinerji artırma teknikleri, bu ayı geçen aydan daha iyi yapma ve en kötüyü geride bırakma projeleri gibi...  Olmadı, “Hollywood setlerinde bile görülemeyecek güzel insanlar” tanıyan Trump’a sorsalar, o bile birilerini tavsiye ederdi. 

Neyse, bakanlık personeli gitmiş bulunmuş bir şekilde. Kalabalıklarda virüs tehlikesini bertaraf etmek için havaya çay atılır, Giresun’da gördük. Saray’ın şanına layık olacak şekilde beyaz çay fırlatılabilirdi en azından, o da yapılmadı. Ejder meyveli, sumutili, aloeveralı, starexli ve bırak görmeyi-içmeyi, adını söylemek veya okumaktan aciz olduğumuz bir sürü meşrubata ev sahipliği yapan bir mekanda, su haricinde hiçbir içecek ikramı yapılmadıysa, bu yürek burkan büyük bir dramdır! Hazine ve maliyecilerle anlaşamayan ve “içişleri” kontrol eden kişilerin işi olabilir, demedi demeyin...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/gundem-i-pandemi_527987

Uçuyoruz...

Uçuyoruz
 
Geçtiğimiz hafta ilginç bir gelişme oldu:
Avusturya İçişleri Bakanı, Avusturya’da Türk hükümeti karşıtı kişilerle ilgili bilgileri Türkiye’ye sızdıran bir casus yakaladıklarını açıkladı.

Uyum Bakanı Susanne Raab da "Türkiye, Avusturya’yı bölmek istiyor" dedi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Avusturya Uyum Bakanı Susanne Raab'a "Sadece Avusturya'yı mı? Ne ayıp... (Gülücük emojisi gülücük emojisi gülücük emojisi)" şeklinde cevap verdi.

Raab haklıysa, bir ay kadar önce İbrahim Kalın’ın twitter hesabında yaptığı "Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır" paylaşımında geçen hikâyeden hallice, kalın bir romana doğru koşar adım gittiğimizi söyleyebiliriz, hamdolsun. Eskiden nasıldı, dış mihraklar elini kolunu sallaya sallaya ülkemiz üzerinde oyun oynuyordu! Dış mihRock’n Roll yapanlar mı dersin, adamlarını üzerimize “Salsa” diye korktuklarımız mı... Bugün, gerektiğinde yabancı memleketler üzerinde oyun kuran bir seviyeye gelmiş olmak az bir şey değildir. Onların mihRock’n Roll oyunları varsa bizim de H-Alay’ımız var. “Mihrakım diyerek sana yüz vurdum” diyen ülkelerin umudu olduk, Akdeniz’de nav-i teximize münhasır hareket edebiliyoruz, daha ne olsun?

En doğru tesbiti Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni yaptı:
“Türkiye, Batı'nın müdahale edeceği tüm alanları kapattı; en zayıf alan ekonomiydi, o da doğal gaz keşfiyle kapatıldı” dedi.

Daha bunun üzerine söz söylenmez, anca şerh edici örnekler verilebilir. İfade ve basın hürriyetinde o kadar ileriyiz ki, Fahrettin Altun son derece rahat bir şekilde Cumhurbaşkanı’nı eleştirdi ve amiyane tabirle kendisine “ayar” verdi, üstelik başına herhangi bir kötü şey gelmedi.
Korkmayın canım, Fransa Cumhurbaşkanı’nı eleştiren İletişim Başkanı Fahrettin Altun “Fransa’nın gazeteciler için giderek daha tehlikeli bir yer hâline geldiği ortadadır. Sayın Macron kendisinin eleştirilmediği, gerçeklerden kopuk bir dünya hayal ediyor; gazetecilerin, kendisinin keyfini kaçıran haberler yapmadığı bir düzen istiyor; sırf kendisi çok arzuladığı için Libya’da bir savaş suçlusunun galip gelmesine tamah ediyor” dedi. Sorarım size, kaç Fransız iletişimci buna benzer sözleri söyleyebilir?

“Zayıf alan ekonomi” bile yüzümüzü güldürmeye devam ediyor. Büyüme rakamları açıklandı meselâ, varlığımızın % 90’ını muhafaza ediyoruz. Enflasyon desen % 11-12 civarlarında, o kadarı kadı kızında da olur. İşsizlik oranlarımızdaki düşüş umut verici, tek eksiğimiz çalışan kişi sayısındaki azalmalar. Bulduğumuz gazın haberi bile bizi o kadar heyecanlandırdı, bir de çıkardıktan sonra görün bizi, kimse tutamaz artık. Eğitimde de o biçim hamleler yapacağız, ama gel gör ki eğitim bütçesindeki bütün parayı öğretmenlere veriyormuşuz, bakan öyle söyledi. Para lâzım, o yüzden araba ÖTV’lerini mazur göreceksiniz. Hem zaten o vergiler yabancı araçlar için geldi, bizlik bir durum yok. Hep yabancılar mı bize operasyon çekecek, biraz da biz onları te’dip edelim.
Buradan yabancı odaklara sesleniyorum: “you can not mute ezans, you can not mute ah hit!” (Anlayacakları dilden konuşmak lâzım, o yüzden İngilizce seslendim)


Adalet konusundaki ilerleme de muazzam. Kuvvetler ayrılığı gayrılığı dinlemeyen yerli ve millî hukukumuzu geliştirdik, daha da önemlisi ihraç etmeye başladık. Rahip Brunson ve Alman gazeteci Deniz Yücel meselâ, hemen ihraç edildi, kapış kapış gittiler. Dünyanın ve Avrupa’nın sayılı büyüklükteki adalet sarayları bizde. Yeni yeni hapishaneler inşa ediyoruz.

IŞİD Türkiye sorumlusu olduğu söylenen kişi defalarca tutuklanmasına rağmen somut delil bulunamadığı için her  seferinde serbest bırakılabildi. İntihar bombacılarının hepsini biliyoruz, ama kendilerini patlatmadıkları sürece onlara dokunamıyoruz. Patladıkları zaman maalesef ilk kendileri öldükleri için onları yine tutuklayamıyoruz. Nalet olsun içimizdeki insan sevgisine...

Herkese ve her şeye verecek cevabımız var, ama önce muhatabımızı kontrol ediyoruz. Cevap vermeye lâyık değilse, onu cevaplama lütfunu kendisine bahşetmiyoruz. Diyelim Kızılay’ın fakir-fukaraya dağıtmak için hazırladığı kavurma etleri bizim şahsî otelimizin mutfağında mı bulundu, iddialara cevap vermiyoruz. Suskunluğumuz, asaletimizdendir çünkü.
Asalet ve Kavurma Partisi olmak bunu gerektirir...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ucuyoruz_527584

Öne Çıkan Yayın

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

Yiğit Özgür Karikatürü   İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere: Ülkenin gidiş...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: