Bu Blogda Ara

Arşiv

Genç Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genç Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

IT'razım Var!

IT'razım var!

Bilim ile teknoloji arasındaki ilişki yumurta-tavuk etkileşimine fena hâlde benziyor. Bilimsel araştırma ve geliştirmelerin sonucu olarak faydalı ve ticarî değeri olan ürünler ortaya çıkıyor. Öte yandan, teknolojik aletlerin iyileştirilmesi çalışmaları yeni bilimsel araştırmaları tetikliyor.
İleri teknoloji ürünleri için araştırma ve geliştirme yapmak, elbette ki masraflı bir iş ve sadece bilimsel merak duygusu, insanların bu çalışmaları yapması için gerekli finansmanın elde edilmesi hususunda yeterli motivasyonu sağlamaya yetmiyor.

Gerekli kaynak için gönüllü olanlar kimler peki? Tabii ki, büyük oranda en son model teknolojik ürünleri satın alanlar.
En son model ürünler, eskilerine oranla çok az farklı olsalar bile anlamlı bir fiyat farkıyla tüketicilere sunulur. Burada fiyatlanan, bir sonraki nesil ürünlerdir bir bakıma. Bu mesele kan davası şeklinde sürüp gittikçe, nice teknoloji dostu delikanlı öğrenci; telefon, bilgisayar ve benzeri iletişim teknolojisi ürünlerinin en yenilerine vitrinden bakıp alamadığı için iç geçiriyor.

Üretim çılgınlığı

Intel’in kurucularından Gordon Moore’nin 1965 yılında yayınladığı bir makaleden mülhem, “Moore Yasası” olarak bilinen bir yasa vardır. Bu yasa 24 ayda bir mevcut tümleşik devreler üzerindeki bileşenlerin iki katına çıkacağını öngörmektedir. Teknolojik gelişmelerin hızı için referans kabul edilen bu yasadan kısaca anlamamız gereken şey, bugünün en güncel teknolojisine sahip bir cihazın maliyetinin iki yıl içerisinde yarı yarıya azalacağıdır.

Yasa dense de aslında bu bir gözlem sonucuydu ve bugün ne kadar anlamlı bilmiyorum. Firmalar durmadan piyasaya yeni ürün sunuyor. Bakıyorsunuz, bir akıllı telefon üreticisi, son ürününün lansmanı üzerinden daha altı ay geçmeden kamera çözünürlüğü sadece biraz daha iyi, hafızası azıcık daha yüksek bir modeli raflara sürüyor! Elindeki cihazları atıp onu satın almak isteyen vatandaşların çoğu da yeni özellikleri kullanmayacak hâlbuki… Misal, 16 MP çözünürlüklü telefon alıyor, ama resimler çok fazla yer kaplamasın diye kamerayı 6 MP’ye ayarlıyor!

Teknolojik cihazlarla gündelik işler seviyesinde muhatap olan biri olarak ben, teknolojik cihaz ihtiyaçlarımda hep “n-2”. ürünü alıyorum. Hem ihtiyacımı ziyadesiyle görüyor, hem de maliyet olarak avantajlı oluyor. Arabesk bir parçadan ilhamla üreticilere diyorum ki;

“İtirazım var zalimce üretmeye
İtirazım var bu sonsuz döngüye
Elde emanet kalan cihazlara
Yarım kullanılan telefonlara
IT’razım var!
Ben hep yenil(e)meye mecbur muyum?
IT’razım var, bu sanal dolana!”

Tüketim çılgınlığı

Eskiden “evladiyelik” tabir edilen kaliteli ürünler bulunurdu.  Bir kere alıp, ömür boyu kullanırdınız. Öğrencilik yıllarımda kaldığımız evde, yaşı evde kalanların yaş ortalamasının beş üzerinde olan ve kaçıncı el olarak kullanıldığı hesaplanamayan bir buzdolabımız vardı. Buzluk kısmı, bekâr öğrencilerin evinde bulunmanın tembelliğiyle, iç taraflarından gittikçe kalınlaşan buzları birleştirme yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Bir kurban bayramı öncesi, gelecek et beklentisini çok üst düzeyde tutan bir arkadaşımız, etlere yer açmak için o buzların tamamen erimesi gerektiğine hükmedip dolabın fişini çekti. İmar iznini defalarca ihlal etmiş ve kat üstüne kaçak kat çıkan buzların tamamen erimesi nereden baksanız üç günü alacaktı. Bu süre zarfında soğutucu alt kısmında bozulabilecek herhangi bir gıda maddesinin bulunmayışının trajikliği (bakınız bu dramdır!) bu yazının konusu olmadığı için es geçiyorum. O süreyi bekleyemeyeceğine kanaat getiren arkadaşımız, bir bıçak marifetiyle buzları kırarak süreci kısaltmaya çalıştı. Hırslı bıçak darbelerinden biri dolabın iç duvarlarından içeri girince içerideki borulardan birini delmiş ve içindeki gazın uçmasına neden olmuştu. İşte bu, buzdolabımızın ömrü boyunca servise gittiği tek andı.

Şimdilerde ise garanti süresinin sonuna zor yetişen ürünler var, garanti süresinin dolduğunu anlayan cihaz havlu atıyor. Onu geçtim, kutusundan bozuk çıkan ürünler mi dersiniz, bir ay geçmeden kendini koyverenler mi… Servise gidip gelen bir cihaz da kolayca dikiş tutmuyor ve performansı düşüyor. Baskılı devre teknolojisi ile birlikte bir ekipmanın bozulan bir bileşenini tamir etmek diye bir şey zaten kalmadı, o bileşenin değiştirilmesi gerektiğini söylüyor servisler. Velâkin, o bileşene öyle bir fiyat biçiyorlar ki, üstüne biraz daha eklense yeni bir ürün alabilir durumda oluyorsunuz. Sıtmanın dehşetini gösterip ölüme razı ediveriyorlar! “Kullan-at-hemen yenisini al” düşüncesi her şekilde insanlara aşılanıyor.

Sanal ihtiyaçlar türetip insanları bunlara müptela ederek bir tüketim tuzağı oluşturulması, “Bedevîlikte beşer, üç dört şeye muhtaçtı. Şimdiki Garb medeniyet-i zâlimesi suiistimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyîc ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, havâic-i zaruriye yaparak medenî insanı yirmi şeye muhtaç etti” 1  hakikatini doğruluyor. Tüketim çılgınlığının tetiklediği ve zarurî olmayan ihtiyaçların temini konusunda Bediüzzaman “…hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır” 2 demektedir.

Allah hepimizi bu zamanın dehşetli hastalıklarından biri olan israf çılgınlığından muhafaza etsin.
Link: http://www.gencyorum.com.tr/itrazim-var

Kankalar versus Bankalar

Teknolojinin imkânları ile birlikte uzaklar yakın, mekânlar da “online check-in” oldu. Sosyal ilişkilerimiz de bu imkânlara uygun olarak gelişti mi peki?

Şöyle bir düşünelim; bir arkadaşınızla daha önce hiç bulunmadığınız ve oraya nasıl gidildiğini bilmediğiniz bir mekânda buluşacaksınız. “Ne var bunda?” demeyin, şimdi biraz daha zorlaştırıyorum durumu: cebinizde buluşulacak noktayı koordinatlarıyla ve kamera çekimleri ile gösteren bir harita ve o noktaya nasıl gidileceğini sesli komutlarla tarif eden bir navigasyon cihazınız yok! O bölgeye hangi ulaşım vasıtalarını kullanarak gidebileceğinizi öğrenebileceğiniz, otobüs saatlerine bakabileceğiniz bir uygulama yok. Otobüslerde de hangi durağa yaklaştığınızı, bir önceki ve bir sonraki durakların neler olduğunu öğrenebileceğiniz elektronik tabelalar yok. Her şeyden önemlisi, istediğiniz anda istediğiniz kişiyle haberleşmenizi sağlayacak ve cebinizde taşınabilecek mobilitede bir cihaz da yok! Ne oldu, buluşmaktan vaz mı geçtiniz yoksa?

Biliyor musunuz, çok da uzak sayılmayacak bir geçmişte insanlar bu şartlar altında buluşuyordu. İçinde bulunulan şartların ağırlığı dostlukları daha da pekiştiriyor sanki. Askerlik arkadaşlıkları meselâ, kelimenin tam anlamıyla “ölümüne”dir orada… Eskiden “dostluk” kavramını niteleyen çok fazla farklı kelime yoktu. En fazla, ideolojik yönelimlere göre değişen tabirler vardı. Yoldaş dendiğinde akla ne bileyim, bir “İvan” ya da “Vladimir” falan gelirdi. İki kutuplu soğuk savaş yıllarının bu ayrışımları her alanda kendini gösterirdi. Mesela uzaya mı çıktı birisi, ona ne deneceğine çıkış yaptığı yere göre karar verilirdi. Amerika’dan çıktıysa astronot, Rusya’dan çıktıysa kozmonot deniyordu. Hayır, aynı yere çıkmıyorlar mıydı neticede, neydi bu farklı olma çabası? Neyse Allah’tan, bu iki ülkeden başka uzaya çıkan olmadı da sadece iki farklı isimle kaldık.

İnsanlar, dertlerini dostları ile paylaşır, her konuda dostlarının yardımına ilk koşan da kendileri olurdu. Paraya sıkışılsa ilk dostlardan borç alınırdı. Dostlar birbirine kefil olurdu alışverişlerde. Sözler senet kıymetinde olur, vade gününü hatırlatmak gerekmezdi. Sevinçler de dostlarla paylaşılırdı, sevinçli bir olay için ilk kutlama dostlardan gelirdi. Bir film seyredilse, dostlara anlatılırdı. Hem de baştan sona! Gerektiğinde canlandırma ve taklit de yapılırdı anlatımda. Öyle ki, karate filmi seyredilmiş ise orada öğrenilen bir teknik yine dostlar üzerinde denenirdi.


Bilgi ve iletişim teknolojileri bugün öyle bir seviyeye geldi ki en küçük bir hareketimizden bile ticarî anlam çıkarılmaya çalışılıyor. Market alışverişlerimizin istatistikleri analiz edilip, hangi saatte hangi ürün daha çok satıldıysa o ürün ön plana çıkarılıyor, gözümüzün içine sokuluyor adeta. Alışveriş merkezlerine hangi kapıdan girdiğimize bağlı olarak, oraya yakın firmaların reklam SMS ve mailleri otomatik olarak gönderiliyor. Kişisel verimiz olarak bildiğimiz bize özel bilgiler, kilolarla satılıyor neredeyse. Kilo dediysem kilobyte gelmesin aklınıza, o bilgilerin içinde olduğu disklerin kilosunu kastediyorum. İnternetten bir ürünün özellikleri veya fiyatını merak edip aratmış olabilirsiniz. Biraz sonra ilgisiz bir başka sayfada gezinti yaparken, az önce aradığınız ürünün satıldığı sayfalar çıkarılıyor önünüze.

Online işlemler hayatımızda daha da yaygınlaştıkça kaçınılmaz olarak bankalarla içli dışlı olmaya başlıyoruz. Doğum tarihimiz, mülk envanterimiz ve iş zekâsı çözümleri ile ticarî anlam kazanabilecek ne kadar önemli bilgimiz varsa bankaların uhdesinde bulunabiliyor. Sorduğunuzda CRM (Customer Relationship Management – Müşteri İlişkileri Yönetimi) uygulaması olarak müşterisini daha yakından tanımaya ve ona değer vermeye yönelik bir çalışma olduğunu söylerler. Doğum günlerimizi “kankalar”dan önce kutlarlar. Ev ya da araba aradığımızı öğrenince, hemen kredi vermeyi teklif ederler. Bazen hiç istemesek bile adımıza bir kart veya kredi tanımlayıp haber verirler. “Ben istememiştim ki” dersiniz, ama “genç adamsın, cebinde bulunsun ehehe” yaklaşımındadırlar. Sahip olduğumuz şeyleri risklerden korumak için sigorta önerirler, bazen bizi o kadar düşünürler ki “sana bir şey olmasın abi” diyerek haberimiz olmadan sağlık sigortası başlatırlar. Tabiî ki sundukları bütün hizmetler karşılığında para ödersiniz ve söz konusu alacakları olduğu zaman hiç afları yoktur.

Eskiden dostlarımızın deruhte ettiği pek çok hizmeti “paralı kankalar” diyebileceğimiz bankalar üstlenmişse, kendilerini “kanka”, “kanki”, “panpa”, “hacı”, “hafız”, “müdür”, “ortak” ve bilumum arttırılmış samimiyet göstergesi ile çağırdığımız dostlarımız ne yapıyor şimdi? Ne yapacaklar, sosyal medyadaki bütün paylaşımlarımızı beğeniyor ve paylaşıyorlar, hepsi bu…

Çevrim Teorisi


İngilizce “Online” kelimesi dilimize “çevrimiçi” diye çevrilmiştir. “On” ismin bulunma hâli olan –de, –da takısı manasında kullanıldığı gibi, özellikle elektrik elektronik sistemleri için “açık” anlamında da kullanılmaktadır. “Line” ise çizgi, hat anlamlarına gelmektedir.

İşin içinde hat ve numaralar olunca, online kelimesini Türkçe’ye cevirmek için neredeyse Graham Bell’e kadar gidip numaraların gerçekten elle çevrildiği zamanlardan ilham almak gerekiyor muydu ve bu kimin fikriydi bilmiyorum.

Bilgisayar ve onunla ilişkili internet tabanlı teknolojiler ve mobil sistemlerde (anlık mesajlaşma sistemlerinden web sayfalarına, sosyal medya platformlarından uzak sunucu bağlantısı gerektiren sistemlere) online-çevrimiçi tabiri aktif olarak sunuculara bağlı olma ve sistemde hazır bulunmayı ifade eder.

Cebimizde, elimizde, kolumuzdaki saatte, dizimizin üstünde, masalarımızın üstünde ve oturma odalarımızın duvarlarında çevrimiçi olabileceğimiz ve bizim gibi çevrimiçi olanları görebileceğimiz sistemler mevcut. Bütün bu sistemlerde aynı anda çevrime giren insanları düşünün: akıllı telefonda Twitter, tablette Instagram, dizüstü bilgisayarda Facebook ve teleziyonda Youtube açık ve akıyor…
Hiç birine haksızlık etmeden eşit zaman ayırabilmek ve diğer mecralarda neler kaçırıyor olabileceğinin düşüncesi ile sürekli kafayı bir sonraki mecra ve cihaza döndürmek… İşte çevrim teorisi budur. Bakmayın elli çeşit cihaz saydığıma, aslında çevrim teorisi için tek bir cihaz da yeterlidir; akıllı telefonlar. Bu cihazla girilemeyecek ve takip edilemeyecek mecra yoktur. Ellerimizden yolda yürürken bile düşürmüyoruz bu cihazları. Hele ki artırılmış gerçeklik ile zenginleştirilmiş oyunlar artık sokakta bile oynanıyor. Eminim dinleri afyona benzetenler bugünleri görseydi “ayfon dindir” diyecekti.

Çevrim teorisinin girdabına yakalanan insanlar reaksiyonlarla beslenir…
Güçlü reaksiyon alanlar gelişir, zayıf hesaplar silinir. Çok beğeni, haddinden fazla yorum ve yeteri kadar paylaşım fenomenlik yolunda çevrimci arkadaşı yükseltir. Fena fil-fenomen bu meslekte önemli bir düsturdur. Yani fenomenlikte kalıcı olmak için her değer ve duygu feda edilebilirdir. Para ile satın alınan like’lara değil, doğal like’siyonlara itibar edilir. Like sayısının düşmesi, tansiyon veya şeker düşmesine benzer bir etki yapıp fenomen adayımıza baygınlık geçirtebilir. “Hatırladınız mı beni, yüzlerce K sayıda takipçilerim vardı…” diyen bir eski fenomen görürseniz biliniz ki, çevrim, çocuklarını yemeye başlamıştır. Evet, çevrim teorisi çok zalimdir ve her zaman en güçlüden ve yeniliklere en çok ayak uydurabilenden yanadır.

Eskiden fotoğraf makinesi ve çekilen fotoğrafların tab edilmesi imkânları çok az olmasına rağmen, çektiğimiz fotoğrafları hemen tab ettirir ve onları süslü kapakları olan albümlerde saklardık. Her bir resim çok değerliydi. Hatıra defterlerimiz vardı, içinde dostlarımızın kalbinden temiz olmasa da beyaz sayfaları olan. Kendi el yazıları ile yazdıkları yazılar, çok güzel ve kıymetliydi hakeza… Dostlarımızın kendilerinden birer parçaydı adeta hatıraları. Artık yazı ve resim, gelişen, evrilen ve çevrilerek bizi de çevriminin içine alan teknolojilerle o kadar çok ve hızlı üretilir olunca çok hızlı da tüketilir oldu. Kıymetleri de kalmadı eskisi gibi. Aynı pozu iki, üç veya canımız ne kadar isterse hemencecik çekiyoruz ve en güzelini seçip diğerlerini hemen siliyoruz. Hatta silmiyoruz bile çoğu zaman ve dijital bir çöplük oluşturuyoruz. En güzel resmi istediğimiz mecrada yayınlamak yeterli geliyor bize. Ve bir daha belki hiç bakmıyoruz bu resimlere. Çok ilginç resimler değilse takipçilerimizin bile ilgisini çekmiyor. Bir anlık var oluş ve ömür boyu bir daha bakılmamak üzere nisyan denizine dökülmek… Çok üzülüyorum yeni nesil resimlere. Hele Snapchat nam tabir edilen bir platform var ki, sana gönderilen resme baktın, baktın… Bakmadın, on dakika içerisinde resim kendi kendini yok ediyor!

Çok eski zamanlardan bugüne intikal etmiş yüzlerce sanat eseri müzik parçaları var, mesela Itri’nin eserleri günümüzde bile hatırlanıp icra edilebiliyor. Oysa geçen sene üretilmiş şarkıcı ve şarkılar bugün hatırlanamayabiliyor, tam bir mebzuliyet durumu söz konusu.

Kısacası dostlar, tam bir sanat ve üretim düşmanı olan çevrim teorisi, estetik anlayışımızın temeline bir bomba yerleştiriyor. Hazer edelim, “like” butonuna basmaktan korkalım biraz. Bir yorumda ve bir paylaşımda batmayalım… Dünya hayatında çevrimiçi olduğumuz her dakika, bizi izleyen bir çift meleğin varlığı, bir çift mavi tık’tan fazla heyecanlandırsın bizi…
Link: http://www.gencyorum.com.tr/cevrim-teorisi

Yüksek Yüksek Tahsillere Ömür Vermesinler!


Yüksek Yüksek Tahsiller

 
Türkiye’de, iyi bir gelecek kurmanın yolunun iyi bir üniversiteyi bitirmek olduğuna ilişkin yaygın bir inanış hâkimdir. Doğru ya da yanlış olduğu tartışılabilir, ama ülke gerçeklerine uygun olduğu kesin. İyi firmalar, iş ilanlarında hep iyi üniversitelerden mezun olma şartını koyuyorlar. Gerçi, ayrımcılığa neden oluyor diye bu konuda yasal bir düzenleme getirildi, ama anlayış değişmediği sürece, o firmaların insan kaynakları muhtemelen, başvuruları ilk turda üniversitelere göre ayırır, ikinci turda belirli üniversitelerden mezun olanları değerlendirir. Bir arkadaşım anlatmıştı; Kadının biri dolmuşta giderken, yanında oturan ve yolda tanıştığı diğer bir kadına oğlunun ODTÜ’yü kazandığını anlatıyor ve bütün dünyanın duymasını istercesine bağıra bağıra bunu yapıyormuş. “Zaten şekerim, Türkiye’de ODTÜ, İTTÜ ve BOĞAZİTTÜ haricinde okunacak okul mu var?” dediğinde dolmuş kopmuş haliyle…

İlkokuldan itibaren hayat bu istikamette şekillendirilmeye çalışılır. İyi bir ilkokulda, iyi bir ortaokula, iyi bir ortaokulda iyi bir liseye ve iyi bir lisede de tabiî ki iyi bir üniversiteye gidecek bir yol vardır. Doksanlı yılların başında lise bittikten sonra, üniversite kazanılmadıysa dersaneye gidilirdi. İkinci el bir araba fiyatı ölçüsü hiç değişmediği hâlde, dersaneler gittikçe hayatımızın parçası oldu. Okumaya niyeti ve yeteneği olsun olmasın, herkes, diğer herkes dersaneye gittiği için gitmeye başladı. İmkânı olanlar tabii bunun yanında özel ders de alıyor. İlkokulun sonundan başlayıp üniversiteye kadar gelen ve hayatlara ipotek koyan bu sınavlar silsilesi, çoktan seçmeli sorulardan oluşunca, çocuk ve gençlerimiz beyinlerini “test food” denebilecek bilgi gıdasıyla dolduruyorlar.
Mevcut sınav sistemi, her ne kadar bizi memnun etmese bile, ehven-i şer kabilinden uygulanabilir en adil çözümlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Açık uçlu soru yöntemiyle lise sonu sınavların yapıldığı ve bu sınavların sonuçlarının doğrudan üniversiteye yerleşimde kullanılmadığı ülkeler yok değil. Lise notlarına ve öğretmenlerin öğrencileri hakkındaki referans mektubuna bakarak üniversiteye yerleştirmek gibi yöntemler kullanan ülkeler bile var. Adam kayırma, hemşericilik ve rüşvet gibi suistimal tekniklerine, hayat tarzı ve sosyal ilişkiler bakımından çok müsait bir toplumumuz olduğu için, maalesef bu tarz yöntemler şimdilik bize göre değil.

Öğrencimiz en kısa zamanda, en çok sayıda sorularda istenen şıkları bulmak zorunda olunca, buna yönelik teknikler öğretiliyor. Bu da kişiyi kolaycı ve ezberci yöntemlere itiyor. Şöyle bir teknik geliştiren adamları gördüm; “Bir soruda şıklardan biri “0” (sıfır) ise, o şıkkın doğru olması ihtimali yüksektir ve hiç çözüm için bir denklem kurmadan veya formül hatırlayıp iteratif (tekrarlamalı) bir şekilde çözüme gitmek gibi yükü fazla olan yöntemlere başvurmadan, sıfır değerini doğru değer kabul edip sağlama yapmaya çalışın.” Ya da: “Çözüm yolu olarak aklınıza hiçbir şey gelmediyse ve zamanınız da varsa, bütün şıkları teker teker deneyin ve değerini yerine koyun”. Gördünüz mü? Nerede kritik bilgi? Bu yazıyı okuyan ve sınavlara girecek olan genç kardeşlerime tavsiye etmiyorum bu yöntemleri, ama aklınızın bir kenarında kalsın, olur ya sınavda unutursunuz falan… Zor durumda kalmadan kullanmak yok böyle şeyleri! Sözelci arkadaşlar kusura bakmasın, ben sayısalcı olduğum için, bu kadar yardımcı olabiliyorum. Böylesi “çakallıklarla” bazı sınavlar kazanılabilir veya en azından küçük de olsa bir fark sağlanıp onun avantajı ile iyi bir bölüm kazanılabilir. Ancak bu, öğrencimizin iyi bir mühendis olmasına yardımcı olmayabilir.

Mühendislik fakültesinde okuyan böyle birini düşünün, size ne kadarlık iş yaptığınızı sorsa ve sizden “5 joule” şeklinde bir cevap alsa, bunun çok mu, yoksa az mı olduğu konusunda bir fikri olmayabilir. Hesap-kitap işlerine girmeden sezgisel olarak herhangi bir yargıda bulunamayabilir demek istiyorum. Kabaca 5 joule büyüklüğündeki iş, bir kilo ağırlığındaki bir kütleyi yarım metre kadar havaya kaldırmaya yarar. Bir kilo ve yarım metre birimlerini duyduğumuzda nasıl bize azlık ve çokluk konusunda bir fikir veriyorsa, bana göre iyi bir mühendislik öğrencisi de fiziksel birimler ve büyüklüklerini sezgisel boyutta anlamlandırabilmelidir. (Ben de aynı sistemle okuduğum için kondansatörlerde kullanılan birimler olan Farad ve Henry’yi sadece sınavlarda çözebilecek kadar öğrendim ve bu birimleri duyduğumda bende hiçbir duygusal tepki oluşmuyor ne yazık ki…)
70

Hafta içi okul, hafta sonu dersane/özel ders, akşamları test çözme derken, maalesef gençlerimiz hayatlarının o döneminde yapılmazsa, ileride yapılamayacak veya yapılsa bile aynı etkiyi oluşturamayacak aktivitelerden mahrum kalıyorlar. Bir hobi edinemiyorlar, yabancı dil öğrenemiyorlar, bir müzik enstrümanı kullanmayı deneyemiyorlar ve en tehlikelisi, dinî vecibelerini öğrenmeyi bile erteleyebiliyorlar. Teessüf ederek söylüyorum, buna daha çok anne baba ön ayak olabiliyor. Her dünya görüşünden insanda aynı şeyi gözlemleyebilirsiniz.

Oysa asıl içerisinde olduğumuz ve ebedî saadet veya ebedî azap ile sonuçlanabilecek sınavımızı ihmal etmeyelim ve unutmayalım ki, “LeYSe lil insani illa ma se’a”, yani “Muhakkak ki insana çalıştığından başkası yoktur.” (Necm suresi 39. Ayet)

Sayısallaştırmak Siyasallaştırmaktır

sayısallaştırmak siyasallaştırmaktır

Yönetim işleriyle uğraşan herkes duymuştur muhakkak: “Ölçemediğiniz şeyi yönetemezsiniz”. Yönetilmesi istenen şey kâr maksadıyla kurulmuş ticarî bir şirketse, problem yok. Ölçmeli, biçmeli ve öyle yönetmeli şirketi. İş planları yapılırken ve çalışanlara perfomans hedefleri tayin edilirken hedeflerin; belirli (Spesific), ölçülebilir (Measurable), kabul edilen(Accepted), makul(Realistic) ve zamanlanabilir(Timely) olmasının yönetilebilirlik açısından sağlıklı olacağını salık veriyor uzmanlar. İngilizce karşılıklarının baş harflerini yanyana getirdiğimizde “SMART” kelimesi elde ediliyor ki, bu, dilimize “akıllı, zeki” diye çevirebileceğimiz İngilizce bir kelime oluyor.

Ölçülebilir olan hedeflerin değerlendirilmesi kolaylaşır. Janjanlı grafiklerin içerisinde bir renk ve yerli yersiz kullanılan yüzdeli ifadelerin yanında bir rakam olarak durup, dönem sonu raporlarını süslerler. Bu ölçülere göre kurumlara ve kişilere “başarılı” veya “başarısız” diyebiliyoruz. Başarılı olanlar bunun karşılığını terfî veya maddî bir ücret ile alırlar. Ulaşılabilecek makamlar bellidir ve o makamlara ulaşmak için yapılması gerekenler de bilinir. Yöneticileri, hedefleri SMART’an çalışanların nefislerini ŞIMART’ırlar. Aynı makama genelde birden fazla talip çıkar ve rekabet ortamı oluşur.

Ölçmek, bir etiket yapıştırmak, bir kalıba koymak, yani kısaca sayısallaştırmak, sayısallaştırılan şeyi yönetilebilir bir forma sokarak siyasetin nesnesi haline getirmektir ve onun için bir taraf belirtmektir. Sözleri Bülent Ortaçgil’e ait olan “Beni Kategorize Etme” şarkısını ben yazmış olsam, sonuna “sayısallaştırma beni, siyasallaştırma” dizesini de eklerdim. Özellikle şu kısmına:

“…
Matematikleştirme beni
Çarpma, bölme
Toplama, çıkartma
Beni hesaplaştırma
Sayısallaştırma beni, siyasallaştırma
Mekanikleştirme beni
Otomatikleştirme
Beni yarıştırma onla, bunla
Karşılaştırma
…”

Soyut kavramlar söz konusu olduğunda, sayısal büyüklüklerin ölçü olarak kullanılması yanlış olur. Sevginin veya nefretin büyüklüğü nasıl ölçülür mesela? Ancak bu duyguların kişilere yaptırdığı fiillerin ölçüsüyle bağdaştırarak aşağı yukarı bir fikir sahibi olabiliyoruz. İslam dininde manevî makamlar, sevaplar ve günahlar kesin bir ölçü ile ifade edilmemiştir. Hiçbir günahı küçümsememek gerekir, çünkü “her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol vardır”. Hiçbir iyiliği de aynı şekilde küçümsememek gerekir, Allah’ın rızasını kazandıran amelin tam olarak hangisi olduğunu bilemeyiz.İnsanlar içinde “veli”ler gizlenmiştir. Kadir Gecesi mübarek Ramazan Ayı içerisindedir, ancak günü kesin olarak belirtilmemiştir. Cuma gününde duaların kabul edildiği bir saat vardır, gün içerisinde tam olarak hangi saatte olduğu belirtilmemiştir. Hangi ibadetin sevabının tam olarak ne kadar olduğu konusunda kesin bir ölçü verilmemiş, ancak akla yaklaştırmak, az mı, çok mu olduğunu belirtmek veya teşvik etmek için bazı ifadeler kullanılmıştır. Kesin ve nesnel bir metrik kullanılmadığı için mü’minler sürekli olarak “havf ve reca” ortasında olurlar. Bir yandan yaptıkları ibadetlerin kabulü noktasında ümitli olup bu ümit ile şevkleri artmakta, bir yandan da “ya kabul olmadıysa!” endişesi ile gurura ve fahre düşmeden, Allah’a sığınarak ibadet etmektedirler. Aynı şekilde rahmet hazinesinden geldiği fark edilen bir bereket olduğunda “saymayın ve ölçmeyin” derler. Sayıldığı anda o bereketin kesildiğine dair pek çok hikâye vardır. Buradaki sır, gelen nimetin doğrudan Mün’im-i Hakikî’den geldiğini hissetmektir. Kur’ân’ın ifadesiyle o rızıklar “min haysu la yehtasib”, yani hesap edilmediği yerden gelirler. Ne vakit o bereket, matematiksel alana çekilip hesap edilebilir hale gelse, sırları kaybolur.

Bilinmeyenin gizemi ve heyecanı bambaşkadır. Dinimiz, zihinlerin sürekli olarak uyanık kalıp gaflete dalmaması, ihlâsın devam etmesi ve artan bir şevk ve merakla ibadetlerin yerine getirilmesi için bazı şeyleri müphem bırakmıştır. Bir illüzyon gösterisinden önce illüzyonist, yapacağı gösterinin sırrını anlatsa herhalde seyircileri de kalmayacaktır. Yani insanlara düşen vazifesini yapıp tevekkül etmek ve vazife-i İlahî’ye karışmayarak neticeyi Allah’tan beklemektir. Nur mesleğinde ilerleyenlerin uyması gereken ihlâs düsturlarından biri de budur.

Hizmet, maddî imkânlarla daha geniş alana yayılabiliyorsa da, maddî imkânların bulunması şart değildir. Maddî imkânlar arttıkça hesap kitap artar velâkin, “hesap” işleri, kitap işlerinin önüne geçmeye başlar. Yapılan hizmetler ölçülmeye başlayınca ihlâs sırrı zedelenir, “Kutub” yetiştiren bir cemaat iken kutuplaşan bir cemaate dönüşüm gerçekleşir, ki son derece tehlikelidir! Allah isterse en geniş imkânları, hiç hesapta olmadığı halde hizmette kullanılmak üzere gönderebilir veya var olan imkânları imtihan sırrıyla bir anda kaybettirebilir. Risale-i Nur hizmetinde kitap basım işini hesap-kitap mihengiyle değerlendirip, “bu güzel hakikatleri sadece benim gibi düşünenler bassın” denilmez ve bu konuda yasal düzenlemelerin çıkması için katkıda bulunulmaz. Aslolan hakikatlerin intişarı ise, intişar hizmetine ne kadar yardımcı çıkarsa sevinilir. Nitekim neşriyat hizmetini belli bir zümreye hasretmek düşüncesi, dayatılmış bir metinle karşılaşmak gibi bir netice verdi ve haklı bir hukuk mücadelesi sonucunda aslına uygun basmak kaydıyla isteyen herkesin basım için bandrol alabildiği şekle getirildi. Allah, bu konuda emeği geçen herkesten razı olsun, devletin kurumlarının da Risale-i Nur eserlerini aslına sadık kalarak basmasını nasip etsin.

Link: http://www.gencyorum.com.tr/sayisallastirmak-siyasallastirmaktir

Öne Çıkan Yayın

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

Yiğit Özgür Karikatürü   İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere: Ülkenin gidiş...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: