Bu Blogda Ara

Arşiv

Tek El Projesi: “Yed-i Emin”

tek el projesi yed-i emin ile ilgili görsel sonucu

Her yeni günle birlikte, değişen dünya şartlarına göre strateji ve taktik geliştirmek, hadiselere uygun vaziyet almak ilm-i siyasetin muktezasındandır.
İyi bir siyasetçi, diğer kişiler ve kurumlarla kuracağı ilişkilerde dikkatli olur. Günlük hayatta birbirine selâm vermeyecek ideolojilerin temsilcileri parlamento çatısı altında ülke meselelerini görüşür, aynı komisyonlarda beraber çalışır, gerektiğinde koalisyon hükümetlerinde ortak olabilirler.

Günlük siyasetin hamasi rüzgârları içerisinde şimdi bu satırlarda ifade edemeyeceğim sıfatları siyaseten rakibi olanlara yapıştırmak, kavgada söylenmeyecek veya en son söylenecek sözleri sarf edip hakaret etmek, akabinde ittifaklar kurup sarmaş dolaş olmak siyaset kurumunu da siyasetçiyi de yıpratır, kendilerine duyulan güveni zedeler. Kısaca, siyasetçide az omurga olmalıdır.

Bu girizgâha şundan dolayı ihtiyaç duyuldu: Yılların devrimci sol çizgisi müdavimi Doğu Perinçek bir süreden beri “Erdoğan bizim çizgimize geldi” diyor, Bahçeli “Perinçek ve Erdoğan arasında tercih yapmak gerekirse tercihim Erdoğan olur” dedi. Binali Yıldırım kendi grup toplantısında eliyle bozkurt işareti yaptı.

Bizim insanımız bu kadar çok çeşitli ve çelişkili eğilimleri bünyesinde taşımaya alışık değil. Öncelikle insanımızı buna hazır hale getirmeliyiz diye düşünüyorum.
Bunun için Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanı Faruk Özlü’ye çağrıda bulunmak istiyorum: Vatandaşlarmıza tek elde, aynı anda hem rabia hem de bozkurt işareti yaptıracak parmaklara sahip olma fırsatı tanıyacak genetik mühendisliği çalışmaları için TÜBİTAK’ı harekete geçirsinler. Tabiî ki, aynı elde bir de devrimci sol grupların işareti olan “V” de yapılabilmelidir.

Şöyle kaba bir hesap yapalım: Bozkurt işareti için beş parmak lâzım. Bu beş parmağın ikisi rabia işaretinde de kullanılabilir. Rabia için iki adet ilâve parmak gerekecek, “V” için de bu iki ilâve parmak kullanılabilir. Yani toplamda yedi parmaklı bir el bunun için yeterlidir. Artık bu geliştirmeyi kök hücre teknolojisi kullanan kökten DNA’cılar mı yapar bilemem.

Yedi parmaklı yeni ellerin ismi “yed-i emin” olabilir bence. “Yed-i emin” ile güç, tek elde toplanmış olacak. Yeni parmak sayısı sayesinde Osmanlı tokadının gücü katmerlenecek. NASA dünyamıza benzer hayat şartları taşıdığı düşünülen yedi gezegen bulmakla ile övündü ya bugünlerde, işte TÜBİTAK da buna bizim yedi parmaklı “yed-i emin” ile okkalı bir karşılık vermiş olacak.
“Türkiye, ‘yed-i emin’ ile emin ellerde” sloganı ile bir değişim hareketi başlatılabilir. Bu değişime direnenler Başbakan Binali Bey’in dediği gibi yok edilebilir. Bu imkânlar bir KHK uzağımızda üstelik OHAL şartlarında. Bu proje benim şahsen kendi projem olsa da, zatımı ön plana çıkarmak için kullanacak kadar şahsiyetsiz değilim. Projeyi daha güçlü bir Türkiye için millete hediye ediyorum.

El demişken, “Türk tipi başkanlık” da denilen ve referandumda oylayacağımız sistemi savunanlar, gücün tek elde toplanacağını ve bunun Türkiye’yi uçuracağını söylüyorlar. Daha sistemle ilgili anayasal düzenleme hayata geçmemişken, fiilî olarak tek el uygulamaları başladı. Varlık Yönetim Fonu ile sermaye tek bir elde toplanıyor artık. Geçtiğimiz hafta çoğu kişinin dikkatini çekmeyen bir haber vardı. Bu haberde siber güvenlik ile ilgili bütün çalışmaların tek çatı altında yürütüleceği bir yapı oluşturmak için çalışmalara başlandığı yazıyordu. Böylece siber güç de şimdiden “tech” elde toplanmış olacak.

“Türk tipi başkanlık” örneği sayılabilir mi bilmiyorum, ama kardeş ülkemiz Azerbaycan’da devlet başkanı İlham Alivey, hanımını 1. başkan yardımcısı olarak atadı. Kendisinin yokluğunda ülkeyi yönetmeye yetkili kişi “yar ve yardımcısı” olacak. Ne diyelim, “aşka hudut çizilmiyormuş”. Kimi eve iş taşır, bunlar evlerini işe taşımış oldu. Bize başkanlık sistemi gelir mi belli olmaz. Gelirse kim başkan olur, Allah bilir. Farz-ı misal Doğu Perinçek Türkiye’nin ilk Türk tipi başkanı olarak seçilse, “İlham kardeşim mesajını aldım, ben de senden ilham aliyem, devleti kendime ev ediyem” dese ne yapabiliriz? Örnekteki kişiye takılmayın, doğu ağzıyla konuşturduğum için Doğu Perinçek geldi aklıma.

Neticeten diyebiliriz ki, seçimlerimizi yaparken hiç kimseye devleti kendine bir “ev et” demeyelim, verdiğimiz yetkileri bir daha geri alamayacağımızı bilelim.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tek-el-projesi-yed-i-emin_424938

Muhayyer Kürdî ve Başkanlık Makamı

16 Nisan tarihinde yapılacağı duyurulan anayasa değişikliği teklifinin oylanacağı referandum için kampanyalar başladı.
Değişikliği meclis gündemine getiren ve karşı çıkanların resmi kampanyaları başlamazdan önce sanatçılar, sporcular, bürokratlar ve kısaca kamuoyu kendi kampanyasını çoktan başlattı.
Herkesin kendine göre bir fikri olabilir tabii, kimse karışamaz. Ancak fikrini beyan etme konusunda, sahip oldukları görevleri dolayısıyla dikkat etmesi gerekenler var. Başbakan yardımcısı seviyesinde başlayan muhtemel bir “hayır” zaferinin terörü tırmandıracağı ifadesi, kendisi bunu tehdit maksatlı söylemediğini anlatsa da, partisinin tabanında ve partisine yakın olduğunu izhar etme ihtiyacı hissedenlerin elinde halkı korkutma aracına dönüştü. Manisa AKP il başkan yardımcısı, sandıktan hayır oyu çıkarsa iç savaşa hazırlanılması gerektiğini salık verdi. Antalya Cumhuriyet Başsavcıvekili verilecek hayır oylarının PKK’ya destek anlamına geleceğini, sonrasında “benim bundan haberim yoktu” demenin faydası olmayacağını anlattığı tweetler attı. Gelen tepkiler üzerine biri istifa etti, diğeri de paylaşımlarını sildi. “Hayır” diyenleri meydanlarda elinde silahlarla bekleyeceklerini ifade edenler oldu.

Sosyal medya paylaşımlarında ayet, hadis eşliğinde yapılan propagandalar gırla gidiyor. Kullanılmayan milli-manevi değer kalmadı gibi. Kutuplaşma ve gerilim had safhaya çıktı. Spor müsabakaları siyasi sloganların atıldığı zeminler oldu. Yahu, deprem oldu Çanakkale’de, bunda bile dış güçlerin parmağı arandı, hayır cephesinin bunlarla işbirliği yaptığı söylendi.
İşte böyle bir ortamda, İstanbul Beykoz taraflarında bir köpek yavrusu 70 metre derinliğinde bir kuyuya düştü. Belediye zabıtalarından itfaiyeye, AFAD’tan sivil kurtarma kuruluşlarına, okullardan Türkiye Taş Kömürü işletmelerine kadar, resmi ve gayr-ı resmi her kesimden vatandaş kurtarma çalışmalarında seferber oldu. 10 gün kadar süren hummalı çalışma sonucunda minik köpek kuyudan sağ çıkarıldı. Yediden yetmişe hepimiz bir yakınımız kurtulmuş gibi çok sevindik. Siyasi hiçbir mülahaza barındırmayan bir müşterekte buluşmak ne kadar da özlenen bir şeymiş meğerse. Aynı şekilde, yeni doğmuş kuzuyu sırtında taşıyan kız çocuğu, üşüyen sokak köpeğinin üzerine montunu örten belediye görevlisi iyilik mefhumunun kaybolmadığının timsali oldu.

Bir olayın siyasi hiçbir mülahaza bulundurmaması, o yöne doğru çekilemeyeceğinin garantisi değil elbet. O yüzden çok da erken sevinmemek lazım. Misal, müzmin muhalif basın, kuyunun fazla “derin” oluşunu sorgulayabilir, “#direnkuyu” etiketleriyle desteklenen minik köpeğin direnişin sembolü haline geldiğinden bahsedebilir. Yandaş basında bu memlekette kazılan bütün kuyuların “üst akıl” projesi olduğu, içine düşen köpekle Anadolu halkına “çomar” göndermesi yapıldığı, arazi sahibinin evinde bir dolarlık banknotlardan bir tomar bulunduğu haberleri çıkabilir…Ya da “kurtarılan köpeğin ilk mesajı ‘havet’ oldu” manşetlerini görebiliriz. Kimbilir, köpek saraya çağrılabilir, kendisine ve içine düştüğü kuyuya “demokrasi” ismi verilebilir. Kuyunun bulunduğu arazinin imar planında gerekli düzenlemeler yapılıp “HAVM” dikilebilir. Anıtlaşan kuyuyu görmek isteyenlere kolaylık sağlamak için altyapı projeleri geliştirilebilir. Hazine teminatı altında Yap İşlet Devret modeli ile günlük en az on bin kişinin ineceğinin garanti edildiği bir asansör yaptırılıp iniş fiyatı dolar üzerinden belirlenebilir. “Ne, dolar mı?” demeyin, kolay kolay dolmaz o kuyu, derin çünkü.
***
Görüldüğü gibi en apolitik bir meselede bile başkanlığa gidecek veya başkanlığı sabote edecek bir yol bulunabiliyor. Yeter ki o gözle bakılsın…
Her gün yeni bir ankete bakılıyor, “günde herkes 3 kişiyi ikna etse…” hesapları yapılıyor. Kararını kesinleştirmemiş çokça seçmen var çünkü. Başkanlık makamının gelip gelmeyeceğini AKP içindeki bu “muhayyer” ve “kürdîli” oylar belirleyecek gibi görünüyor, her ne kadar iktidar tarafı “hicazkâr” için çalışsa da.

Muhayyer Kürdî makamı, Türk Sanat Müziği’nde Lale Devri’nden kalma çok sevilen bir makamdır. Birleşik bir makam olup tiz duraktan başlar, peste doğru iner. Muhayyer kürdî makamındaki Sultan V. Murat Han’a ait “uyan ey gözlerim gafletten uyan” ilahisi çok meşhurdur. 16 Nisan sonrası bu ilahiyi dinlemeye en çok kimin ihtiyacı olacağını Allah bilir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhayyer-kurdi-ve-baskanlik-makami_424306

Yerli Bir Uçak: AK-330

Geçtiğimiz hafta, AK-330 tipi bir uçağa bindirilen tam 330 akademisyen, KHK-686 sefer sayılı uçuşla üniversitelerden uzaklaştırıldı.
 
AK-330 yerli bir uçak modelidir. Hayır, aklınıza 2011 yılı seçimlerinde bilbordları süsleyen ve göklerde olduğu söylenen uçak gelmesin, o değil. Araçlık hayatına bir tramvay olarak başlayan, uçuk bir fikirle iki tane kanat takılarak uçacağı sanılmış demokrasinin bir modelidir. Yerlidir. O kadar yerlidir ki, yerden kalktığı hâlâ görülmemiştir. “FairBAAS” firmasının ürünüdür. Yerliliğin yanında millî midir? Bilemedim şimdi, kanat takarak ilk uçan insanlardan birinin Hezarfen Ahmet Çelebi oluşu iki kanat takılmış ve uçabilen herşeye millîlik katar mı? Ayrıca “millî” sözü öyle yersizce ve hunharca kullanıldı ki son zamanlarda… Adam Çin’de yapılmış parçaları tek tek toplayıp ithal ediyor, burada birleştirip bitmiş ürün haline getiriyor ve bunun adı millîleştirme oluyor. Siyasilerimiz ne zaman bir üründen bahsedip yanına millî sıfatını iliştirse, aklıma “gözlerine mil çekilmiş ama gibi evler” mısrası geliyor. “Sanıyorum, her sokak başını kesmiş” siyasî devler var, “yerli ve millî filanca şey” diye milleti kandırıp, hayalî projeler anlatarak insanların gözlerini mil ile dolduruyor ve kör ediyorlar… Esas “millî”, onları dinleyip körleşmiş insanlar oluyor.

Ülkemizde yaşanan darbe girişimi, muhtıra, ihtilâl ve benzeri yollarla zorla idareci veya idarenin değiştirildiği dönemler olmuştur. Her bir değişiklikte muktedirler devlet kadrolarını kendi fikirlerine uygun adamlarla doldurmak istemiş ve ona göre önce tasfiye işlemleri yapmıştır. Ancak hiçbir dönemde şimdiki gibi tek seferde 330 akademisyen sayısına ulaşılamamıştır. Tasfiye edilenlerin çoğunluğu sol fikirlere mensup gibi görünse de, dindar kişiliği ile tanınan akademisyenlerin de varlığı, muhalif duruş sergileyen herkesin hedef alındığı intibaını uyandırıyor; Barış Bildirisi’ne imza atan ve imzasını çekmeyen herkes var. Barış Bildirisine attığı imza sebebiyle linç kampanyalarına kurban giden akademisyenlere yardımcı olmak için destek bildirisi yayınlayan ve altına imza atanlar var, HAS Parti’nin kurucularından muhafazakâr kimliği ile bilinen biri de var. Akademi çevresi Barış Bildirisi yayınladığı zamanlarda, akan dem istemek, hem de oluk oluk akacağını söyleyip bu kanla duş alacağını ifade etmekte ise bir beis görülmemişti.

AK-330 uçağına alınmamış kişiler tarafından “Varış İçin Akademisyenler bildirisi” olsa keşke… Bu uçuşun, bu gidişin nereye varacağı konusunda endişelerini dile getirseler bildiride. Her kesimden itiraz yükselince hükümet yetkilileri “YÖK ve üniversiteler bize liste verdi” dedi. YÖK de mağdur olduğunu düşünen kişilerin KHK mağduriyet komisyonuna başvurmaları gerektiğini ve suçsuzlarsa muhakkak bunun anlaşılacağı gibisinden bir açıklama yaptı.

Yanlış anlaşılmasın, sayıları yüzbini geçen memuriyetten ihraç vak’alarına dair bahsedilen pek çok mağduriyet hikâyesi var. Hakkın büyüğü küçüğü olmaz, hak haktır. Lâkin toplum nezdinde bilinirliği çok olan kişilerin yaşadığı mağduriyetlerin ispatlanması ve görülmesi daha kolaydır. Hele ki, eğitim alanında uluslar arası sınavlarda aldığımız puanlar ve onbeş yıldır en zayıf halkamızın eğitim ve kültür olduğuna dair itiraflar, bu alanda atılacak yanlış adımların neticesinin vahim olacağının göstergesidir.

Dünya, sürücüsüz ve çevre dostu arabalar, nesnelerin interneti, sanayi 4.0, insan beyni ile bilgisayarlar vasıtasıyla iletişim ve Mars’a yolculuk gibi konuları tartışırken biz elimizdeki bütün insan kaynaklarını siyasî mülâhazalarla eritiyor ve yönetim mekanizmalarımızın bütün yetkilerini tek bir kişiye bağlamayı tartışıyorsak, almamız gereken çok yol var demektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yerli-bir-ucak-ak-330_423674

Fiilde Çatı

Muhalefet liderlerinden Devlet Bahçeli’nin “fiilî duruma hukukî boyut kazandırmak” gerekliliğini dile getirip iktidar partisinden konu ile ilgili taslak çalışması varsa meclise getirmesini istemesi üzerine, mevcut anayasamızın 18 adet maddesini değiştirmeyi öngören, hazırlayıcılarının “partili cumhurbaşkanlığı” dediği ve hayata geçerse adı öyle olmasa bile ülkeye yeni bir “fiilî başkanlık” getirecek olan değişiklik paketi TBMM’den geçti.
 
Paket şu anda Cumhurbaşkanlığı makamına gönderildi ve büyük bir sürpriz olmazsa, halk tarafından oylanacağı bir seçimi bekliyor. Olur da “partili cumhurbaşkanlığı” sistemi kabul edilip hayata geçerse ve fiilî olarak “başkanlık” uygulaması başlarsa, sayın Bahçeli nasıl bir tavır takınacak bilmiyoruz. En son 2014 yılında ülkemizde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir “çatı adayı” çıkardığını ve onu desteklediğini biliyoruz. “Fiilî durum” ve “çatı adayı” aklıma dilimizde bulunan fiilde çatı konusunu getirdi. Cümlede, fiilin nesne alabilip alamaması ya da öznenin, fiilde bildirilen işle ilgili olarak gösterdiği özellikler fiil çatısı altında incelenmektedir.

Nesnelerine göre fiiller geçişli ve geçişsiz olmak üzere ikiye ayrılır. Öznenin yaptığı işi, başka varlıklar üzerine geçirebilen, nesne alan fiiller geçişlidir. Nesne alan deyince aklınıza sakın özne gelmesin, konumuz fiil. Yükleme sorulacak “ne?”, “neyi?” ve “kimi?” sorularının cevabı bize nesneyi verir. Meselâ; “Polise emri ben verdim”, “Yüzde elliyi evde zor tutuyorum”, “Ne istediler de vermedik?”, “Rabbim ve milletim beni affetsin” cümlelerinde fiiller geçişlidir ve altı çizili kelimeler nesnedir. Tabiî, fiil geçişli diye cümlede nesnenin geçmesi gerekmiyor. “Sıfırladık amcacığım” cümlesinde gizli bir nesne var, söylenmediği için neyin sıfırlandığını bilmiyoruz, ama fiilin geçişliliğine halel gelmiyor.

Nesne almayan fiiller geçişsizdir. “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Ben tatmin oldum” cümlelerindeki fiiller geçişsizdir. Geçişsiz fiilleri geçişli hale getirmek ve geçişli fiillerin geçişlilik derecesini arttırmak için fiillere “-r”, “-t” veya “-dir” eklerinden birini getirerek oldurgan ve ettirgen fiiller elde edilebilir. Meselâ “Ben çocuklarıma helâl lokma yedirmedim” ve “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” cümlelerindeki fiiller gibi.
Özne ile etkileşimine göre fiiller; etken, edilgen, dönüşlü ve işteş olmak üzere dört kısımda inceleniyor. Faili belli olan fiiller etkendir. “Tulumbada su bitti” cümlesinde özne sudur. Faili meçhule kurban giden fiiller de edilgendir “Kandırıldık” cümlesindeki gibi. Kim kandırıldı? Biz. Peki kim kandırdı? İşte o belli değil. En azından bu cümlede belli değil. Edilgen cümlelerde takiyye yapıp özne gibi görünen nesnelere de sözde özne denir, bunlara da ayrıca dikkat etmek gerekir tabi.
Fiili yapanın da, fiilden etkilenenin de özne olduğu fiillere dönüşlü fiiller denir. “Yeni adımlara hazırlanıyoruz” cümlesindeki gibi. Birden fazla özne tarafından karşılıklı yapıldığı anlamı olan fiillere de işteş fiiller denir. “Çok engelle karşılaştık” cümlesi buna bir örnektir.

Vaktiyle çatı adayı çıkarmış ve bugünkü fiili durumdan rahatsız olup hukukileşmesi gerektiğini savunan biri fiilde çatıya dikkat ederek hareket etmelidir. Kısaca fiilin “geçişlilik” derecesini öğrenmeli, başka durumlara geçiş için kullanılmayacağından emin olmalıdır. Nesne alıp almadığına dikkat etmelidir. Kendisinin etken mi yoksa edilgen mi kalacağını görebilmeli, atacağı bütün adımların kendilerine dönüşlü bir etkisi olacağını bilmelidir. Çatı önemlidir…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fiilde-cati_423097

Büyük Resim

Olayları tek boyutuyla değil bütün boyutlarıyla değerlendirmeye, küçük ayrıntılarda boğulmadan olayların bütününe bakmaya “büyük resmi görmek” diyorlar.
Büyük resmi görenler veya gördüğünü zannedenler, kamuoyunu da kendilerine malum olmuş bilgilerle donatmak isterler. Basit gibi görünen olayların arkasında çok karmaşık hesapların döndüğünü iddia edebilir, karanlıkta kalmış ve karmaşık görünen olayların da çok basit açıklamaları olduğunu söyleyebilirler. Beylik lafları ve komplo teorileri hiç bitmez.

Türkiye’nin son yıllarına baktığımızda büyük resmi çizme işi o kadar ilerledi ki adeta bir rönesans dönemi yaşanıyor. Siyasilerden gazetecilere, yazarlardan taksi şoförlerine ve en nihayetinde kahvehanelerde bulunan ehl-i vukuf heyetine kadar pek geniş bir yelpazede büyük resim çizicisi var.

Çizilmiş bir kaç büyük resim örneği:

“One minute” ile İsrail’in en büyük düşmanı olduğumuzu, İsrail’in artık bizden korktuğunu söylediler. Büyükelçimizin alçak bir iskemleye oturtularak muma çevrilmeye çalışılması sonrası İsrail ile diplomatik ilişkiler minimuma indirildi. Halbuki o hengamede iki ülke arasındaki ticaret hacminin katlanarak arttığı anlaşıldı. 2015 yılı sonlarına gelinince İsrail’in bizim “dostumuz” olduğu ve iki ülkenin birbirine ihtiyacı olduğu hatırlandı. Mavi Marmara sonrası Türkiye’nin vetosu yüzünden İsrail NATO’nun Akdeniz’de yaptığı tatbikatlara katılamıyordu. Türkiye önce tatbikatlara katılması için vetoyu kaldırdı, ardından NATO karargâhında üye olmadığı halde daimi ofis açmasına onay verildi. Bir “bağış” karşılığı Mavi Marmara konusunun mahkemelerde tamamen bitmesi için anlaşmaya varıldı.

Emevi Camii’nde namaz kılma isteği ve Esed’e ömür biçme ile resmi kanallardan ifade edilen Suriye politikamız için çizilen büyük resim, Ortadoğu’da “oyun kuruculuk” pozisyonuna yükseldiğimiz ve bu coğrafyada bizden habersiz artık bir yaprağın bile kımıldamayacağı şeklindeydi. Yakın zamanlarda Numan Kurtulmuş’un itirafıyla Suriye politikamızın baştan beri hatalı olduğu ifade edildi. Gelinen noktada sayıları yüzbinleri bulan ölü, milyonları geçen mülteci, isimleri herkese göre değişebilen enva-i çeşit terör örgütleri ve adı başlangıçta “özerk” veya “güvenli” de olsa Suriye’yi bölme noktasına gidebilecek bölgeler oluştu.

Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağı düşürülmesiyle iki ülke arasında başlayan gerginlik kısa bir sürede turizm ve ticareti de etkileyip siyasi, askeri ve ekonomik bir krize dönüşünce Rusya’nın ezelden düşmanımız olduğunu, kendisiyle her türlü savaşa girmeye hazır olduğumuzu, ısınmak için tezek yakabileceğimizi söyleyenler oldu. Bir özür mektubu ile başlayan süreçte Rusya ile barışınca, “Şangay Beşlisi’ne biz de girelim, olmadı Asyalı kankalarla ‘Kankasya birliği’ kuralım” deme noktasına gelindi. Halep olayları yüzünden Rus büyükelçilik binasına protestoya giden bazı büyük resimciler, Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi üzerine ertesi gün taziyeye gittiler. Bir barışıp, bir kavga ettiğimiz Rusya’nın yarın dost mu yoksa düşman mı olacağı belli değildir.

Bir diğer büyük resim de Avrupa ve NATO temelindeki Batı ile olan ilişkiler hakkındaydı. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği uyum yasaları çıkarılıyor, AB tam üyelik müzakereleri yapılıyor ve tarihler belirleniyordu. Ülke üzerindeki bütün vesayetleri bitirmek için gerekliydi bütün bunlar. Gelinen noktada AB’ye çok da ihtiyaç duymadığımız, Avrupa’nın bizi (özellikle Almanya) kıskandığı, NATO’nun bir terör örgütü olduğu ve “üst akıl” denilen Amerika menşeli bir yapının ülkemizde kötü giden her işin altında imzası olduğu ifade edilmeye başlandı.

Altın oran kıstası getirilmeli

Madem büyük resim konusunda neredeyse bir rönesans yaşanıyor, estetik kaygıları da bertaraf etmek için bu resimlere bir kıstas getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Misal, “altın oran” kullanımı zorunlu hale getirilebilir. Ecnebilerin kullandığı altın oran, yaklaşık olarak 1,61 civarında bir sayı. Bunu böyle kullanmak zorunda değiliz. Neden yerli ve milli bir altın oran belirlemeyelim ki? Alternatiflere baktığımızda “en az 3” diyerek bir ucunu açık bırakabiliriz. Hem de böylece Avrupalı’nın oranını da neredeyse ikiye katlamış oluruz. Hatta milli altın oranımız, “rabia” ile uyumlu olup “4” olarak da belirlenebilir. Benim favorim ise, kendisi büyüdükçe resmi de büyüten dolar kuruna endekslemek. Büyük resmini kuru boya ile çizmiş tuzu kuru çiziciler için de daha uygun olur dolar kuru, hem sabit değil hem de istediğin zaman resmi silip yeniden çiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-resim_422419

Bir Demokrasi "Trump"vayı

20 Ocak 2017 tarihi itibarıyla ABD’nin 45. başkanı olarak seçilen Donald Trump, resmen görevine başladı.
 
Adaylığını açıkladığı günden beri çok konuşuldu. Emlak ve inşaat işleriyle uğraşmıştı, zengindi. Göçmenler, Müslümanlar, terörle mücadele ve güvenlik konularındaki sözleri çok tartışıldı. Meksika sınırına duvar çekmek istediğini söyledi. Çin ve Meksika gibi ülkelere karşı sert tutumları oldu. İsrail ve Rusya ile dostane ilişkiler kuracağının sinyalini verdi. Kendi ülkesinin medyasıyla polemiklere girdi. Mesajlarını vermek için doğrudan twitter hesabını kullandı.

Güçler ayrılığının en sert şekilde uygulanıyor olduğu görünen memleketinde, söylediklerinin ne kadarını nasıl yapar bilemeyiz. Askerî, ekonomik ve siyasî gücü sebebiyle ABD’nin dış politikası dünya üzerinde pek çok ülkeyi etkileyecek seviyededir. “Komşusu” sayılabilecek ve stratejik müttefiki olan Türkiye de gelişmeleri merakla izleyenler arasında. Adaylık sürecinin başlarında Müslümanlar ve göçmenlerle ilgili sözlerini eleştirenler, nasıl olduysa zamanla kendisine sempati duymaya başlamışlardır.

Bizde Trump’ın gelişine sevinenler, kendisi gibi popülizmden beslenen siyasetçilerdir. Popülist siyasetçiler sokaktaki vatandaşa hitap ettiklerini, büyük sermaye grupları ve güç odaklarının vesayetini bitireceklerini, her şeyi halkın iyiliği için yaptıklarını ve halkın büyük çoğunluğunun kendilerinin yanında olduğunu söylerler. Sloganlarla konuşurlar. Toplumda gerilim, elektriklenme ve kutuplaşma arttıkça prim yaparlar. Gerilim, elektrik deyince aklıma fizikte “OHM Kanunu” olarak bilinen ve bir iletkenin üzerindeki iki noktadan geçen elektrik akımı, potansiyel farkı ve direnç arasındaki ilişkiyi tanımlayan formül geldi. OHM Kanunu’nu özetleyen “V=İ.R” formülüne bakarsak; Voltaj (gerilim, iki nokta arasındaki potansiyel fark): V Akım: İ Direnç: R ile temsil edilmektedir.

Gerilimi arttırdıkça, kendisine doğru gelen oy akımının da arttığını gören popülist siyasetçi, direncin küçük ve sabit değerli olduğunu anlamıştır.

Sonuç: Ver gerilimi, gör coşkuyu!

Bir de okulda öğrenilen bilgilerin hayatta nerede kullanılacağını hep soran “popülist” öğrenciler vardı. İşte kardeşim, lisede “vir” diye kısaltarak öğrendiğimiz bir elektrik formülü, pekalâ siyasal ve sosyal alanda “vir kardaşım, oyunu bana vir” denerek uygulanabiliyormuş! “Paran varsa ne rahat” ifadesiyle hatırlanmaya çalışılan ve “İdeal Gaz Denklemi” olarak bilinen “P.V=n.R.T” formulasyonun popülist siyaset cenahındaki uygulamalarını da araştırmak isterdim, ancak formüldeki bazı harflerden dolayı başımın belâya girmesini istemiyorum.

Popülist siyaset, gerçekleri çarpıtmayı, eğip bükmeyi ve işine geldiği gibi yorumlamayı sever. Halkın sahip olduğu araçların sayısının çokluğunu, refah seviyesinin artışının ispatı olarak sunarken, beş ay sonra aynı araç sayısından bu sefer de israfın göstergesi olarak bahsedebilir. Araç demişken, demokrasi kendisi için bir araçtır, özgürlük de tünelden, köprüden ve havalimanından geçtiğine göre o da bir çeşit araç veya araçta taşınabilecek bir şey olmalıdır. Köprüyü geçtikten sonra özgürlüğe başka bir şey denip denmeyeceği henüz belli değildir. Havaalanından geçen özgürlüğün ülkeyi terk edebileceği endişesi tedirgin etmektedir. Yıllar sonra özgürlük, başından geçenleri “bir demokrasi Trump’vayı aldı beni…” şarkısıyla anlatabilir… İnşaat ve emlak meraklısı Trump’ın dikkat etmesi gerekir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bir-demokrasi-trump-vayi_421795

Ergen Seçim

Türkiye’de devletin yönetilme biçimini yeniden tanımlamayı hedef edinmiş bir anayasa değişiklik paketi TBMM’de tartışılmaya ve oylanmaya başladı.
 
Meclis komisyonu çalışması sonrası 18 maddeye düşürülen teklifin maddeleri teker teker oylanırken, millet de maalesef “oyalanıyordu”. İlk günlerinde Meclis TV görüşme ve oylamaları yayınlamayınca bazı milletvekilleri kendi imkânları ile internet üzerinden yayın yaparak duyurmaya çalıştı.
Vekiller arasında gerilimli anların yaşanmasına sebep olan tartışmalar içerisinde meclisten geçirilmeye çalışılan pakette özetle TBMM ve şu andaki hükümetin sahip olduğu yetkilerin cumhurbaşkanına devredilmesi yer alıyor. Cumhurbaşkanının icraatları üzerinde denetim mekanizmalarının tesis edilmemesi, meclisi istediği zaman feshedebilmesi ve yüksek yargı mensuplarını atayabilmesi, kuvvetler arasında ayrılık gayrılık bırakmayan “kuvvetli” bir yapıştırıcı olarak değerlendiriliyor.

Anayasa paketinin hukuki olarak problemleri Ahmet Battal Hoca’mızın alanına girdiği için oraya havale ediyoruz. Sadece şunu söylemek istiyorum, göründüğü kadarıyla muhalefet tarafının, tanınmış hukukçuların, hatırı sayılır sayıda araştırmacı ve gazetecinin pakete getirdiği “tek adam hükümranlığı” ve denge-denetim sistemlerinin kaybolması şeklindeki eleştirilere paketi hazırlayanların verebildiği doyurucu bir cevap yok.

Sloganlar seviyesinde savunmalar var: “Başkanlık gelecek, dertler bitecek!” ve “Muhalefet karşı çıkıyorsa iyi bir şeydir!”. Bekir Bozdağ’ın 1920’li yıllara yaptığı referans, niyetleri hakkında yeterince fikir veriyor.

Getirilmek istenen modelin dünyada başka bir benzeri yok. Bilinen bütün başkanlıklardan daha güçlü ve pekiştirilmiş bir sistem bu. Türkçe’de isimlere pekiştirme anlamı katmak için “m, p, r, s” harfleri ile biten bir hece eklenir.

Seçeneklerimize bir bakalım:

Bambaşkanlık: Aklınıza gelen bütün başkanlık modellerinden başka, bambaşka bir sistemdir.
Başbaşkanlık: Başkan olarak geleceği düşünülen kişinin her konuda ve her daim ve yüksek perdeden konuştuğuna bakılırsa gelecek olan sistemdir.
Bopbaşkanlık: Ortadoğudaki gelişmeler ve son dönem edinilen “dost” ülkelere bakılırsa, sistemin ulaşacağı nokta olabilir.
Birbaşkanlık: Bir tek başkanın olduğu, başka bir kurum veya kişinin olmadığı, varsa bile hükmünün olmadığı sistemdir.

Anayasa paketinde bulunan bir madde de seçilme yaşını 18’e düşürmektedir, ki geçen hafta oylanmış ve kabul edilmiştir. Buna göre 18 yaşını tamamlamış ve askerlikle ilişkisi olmayanlar, milletvekili adayı olabilecekler.

Türkiye’de genelde liseden mezun olma yaşı 18’dir. Yarış atı gibi hazırlanılan ve maddî-manevî hayatı ıskalattıran sınavlar silsilesinden geçmiş çocuklar, eğer “çürük” raporu alıp veya şansı varsa “bedenli” yerine bedelli fırsatından yararlanarak askerlikle ilişkisini bitirenler milletvekili olabileceklerdir. Eskiden okumak isteyenler okur, istemeyenler de çalışmak suretiyle erkenden hayata atılırlar ve elleri ekmek tutardı. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkmasıyla liseyi bitirmeyen artık yok gibidir. Sistemin zorlamasıyla “yüksek yüksek tahsiller”i kazanmak için o ana kadarki ömrünü vermiş, ailesinin o güne kadar kendisini hayatın acımasız gerçeklerinden koruduğu ve henüz ergenlik psikolojisini üzerinden atamayan insanlardan bahsediyoruz. Mecliste çoğunluğu oluşturan kişiler “ergenler” olsa ne olurdu?

• “Her seçim, ergen seçimdir” hükmü tescillenirdi.
• Genel kurul toplantılarında devamsızlık artar, arkadaşının yerine imza atmalar görülürdü.
• Komisyon çalışmalarında başkan 15 dakika boyunca gelmese, komisyon düşerdi.
• Dış politikada “atar”dan geçilmezdi: “Ben önce atılan bombaya bakarım, bomba mı diye, sonra atana bakarım, adam mı diye…”
• İçinde “vurur yüze ifadesi” ve “bi’tanesi” kelimelerinin bolca geçtiği demeçler verilirdi.
• Sürekli kavgalar çıkardı.
• Birbirini ısıranlar olurdu.
• Aforizmik özellikli ve “ayar verici” mesajlar sosyal medya hesabından paylaşılırdı.
• Kendi iradelerini kullanmalarına izin verilmezdi, kendileri adına verilmiş kararlara uymaları istenirdi.

Bunlar çok tanıdık geldiyse, biz ergenleri çoktan seçmişiz demektir. Bir sonraki seçimde dikkatli olup ruhu ergenleri seçmemeye dikkat etmeliyiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ergen-secim_421145

Müteahhit Fikri

Müteahhit Fikri
Çocukluğumda sıkça duyduğum bir kelime vardı. O dönem çok popüler olan “Kara Şimşek” dizisinde kendi kendine hareket edebilen, suçluları yakalayabilen, bu işlemleri yapabilmesi için düşünebilen, yeri geldiğinde göğe doğru hareket edip uçabilen (ki seyircileri en çok heyecanlandıran kısmı burasıydı ve her bölüm yeri gelirdi) siyah renkli arabanın ismi olan bu kelime, Kamu İktisadî Teşekkülleri ifadesinin de kısaltmasıydı.

Kamu İktisadî Teşekkülleri olan KİT’ler, tamamı devletin olan veya büyük ortağının devlet olduğu ticarî işletmelerdi ve Kara Şimşek’teki adaşına hiç benzemiyordu. Bir kere çok hantal yapılarıyla uçmak şöyle dursun, bir kısmı yerde sürünüyordu. Her dönem iktidara gelenler eş-dostlarını buralarda istihdam ettiği için, Maykıl Nayt’ın arabasının aksine, kadroları çok kalabalıktı. Verimlilik oranlarının düşük olduğu yönünde eleştiriler vardı. Kendilerinden bahsederken “devletin sırtındaki kambur” diyenler vardı. “Bu işletmeler satılmalı, devletin borçları ödenmeli ve kamunun ortak olarak ücretsiz yararlanacağı altyapı projelerine daha fazla kaynak ayrılabilmeli” diye eleştiriliyorlardı. AKP iktidarıyla birlikte hız kazanan özelleştirme rüzgârı KİT’leri önüne katıp “uçurdu”, 2016 yılına geldiğimizde, ekonominin an itibariyle patronu olan Mehmet “Kara” Şimşek’in ifadesiyle “satacak bir şey kalmamıştı”.

Satışların öncesinde, sonrasında dedikodular ve tartışmalar hiç eksik olmadı. Özelleştirme ihalelerinin hakkaniyete uygun yapılıp yapılmadığı, satılan kurumların birilerine peşkeş çekilip çekilmediği hep tartışıldı. Bugün geldiğimiz noktada; dış borçlarımız 400 milyar dolar seviyesini aştı, altyapı projelerimiz onlarca yıllık süreler boyunca ve hangi hesaba dayandığı belirsiz bir şekilde işletme garantisi verilerek özel şirketlere yaptırılıyor. İşletim ücreti hesabı döviz üzerinden ve yüksek meblâğlarda vatandaşa fatura ediliyor. Emniyet, pahalı bulduğu için Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim köprülerinin kullanımını personeline yasakladı. Merak ediyorum, polisin takip ettiği bir suçlu bu köprülerden birini kullanarak kaçmaya kalkarsa ne olacak? Kullanımı yasak diye takipten vaz mı geçecek?

“Vizontele” filminde “müteahhit Fikri” adında bir tipleme vardır. Müteahhit Fikri, Belediyeden ihaleler alır, fakat işleri bir türlü bitirmez. Sebebi sorulduğunda “işçiler parasız çalışmıyor” diye kendini savunmaktadır. Avans olarak aldığı paraları şahsî işlerinde harcamıştır ve projeyi teslim etmek için ek ödenek istemektedir. Bu “fikri” kendisine örnek aldığını düşündüğüm hükümetimiz de, altyapı projelerinin bedellerinin yüksek olduğunu ve devletin kasasından bir ödenek ayrılmadan yap-işlet-devret modeliyle geliştirildiğini söylüyor, “para olsa biz yapmaz mıydık?” diyor. Vatandaş olarak bizim de “sattığın kurumların parasını ne yaptın?” diye sorma hakkımız yok mu?

14 yılı aşkın bir zamandır tek başına iktidarda olan yöneticilerimiz, ekonomide ciddî tehlike sinyalleri çalmaya başlayınca bütün vatandaşları topyekûn bir seferberliğe dâvet edip elindeki bütün dövizleri bozdurmasını ve ekonomiyi düze çıkarmasını istedi. Terör saldırılarına yüzlerce can kurban giderken, sorumluluk üstlenmek bir yana, bütün vatandaşlardan çevresindeki “terör” ile iltisaklı kişileri ihbar etmesi beklendi. Gerektiğinde polis olması istenen esnafa övgüler dizildi. Numan Kurtulmuş, geçen hafta vatandaşların korkmamasını istedi ve teröre karşı tedbirini alması gerektiğini söyledi. Dolandırıcılar telefonla aradığında, vatandaşın küfür edip telefonu kapatmasını salık veren emniyet müdürleri oldu. Adalet Bakanı, “eşler arasındaki ihtilâfa devlet olarak bizim taraf olmamız ne kadar doğru?” diye sordu.

Kısaca yöneticilerimiz şunu mu diyor: “Devletten artık bir şey beklemeyin, herkes kendi işini kendi yöntemiyle çözmeye çalışsın!” Neye benziyor biliyor musunuz? Yüksek hizmet kalitesi vaat eden, lüks görünümlü bir restorana gidiyorsunuz, girişte, bahşişi dahil belli bir ücreti peşin veriyorsunuz. Sipariş vermek istediğinizde garson size “Maalesef yemek pişirmek için hiçbir malzeme yok, o yüzden yemek yapamadık. Üstelik önceki günlerden kalma bulaşıklar var. Bir el atın, hep beraber bulaşıkları yıkayalım, sonra siz gidip biraz alış veriş yapın ve mutfakta istediğiniz yemeği pişirin” diyor. “İyi de kardeşim, restorant olarak siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sormadığımız sürece, hem masrafını karşılayarak yemeğimizi kendimiz hazırlar, hem de restoran sahibine bahşişi ile birlikte hesabı öderiz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muteahhit-fikri_420536

“Askerî” ücret ve “Fıtrat Kalkanı”



2017 yılı için çalışanlara ödenecek net asgarî ücret 1404 TL olarak belirlendi.
Tam olarak kaç kişi asgarî ücret üzerinden maaş alıyor bilmek çok mümkün değil. Kimi işverenler, düşük vergi ve masraf ödemek için çalışanlarının sigortasını asgarî ücret üzerinden gösterip gerçekte daha yüksek meblâğlar ödüyor olabilir. Diğer yandan, sigortasız çalıştırılsa da asgarî ücret ile bağlantılı maaş alanlar da var. İçler dışlar çarpımı yapıp çarptığımız sayıya da bölersek, bu düzenlemeden etkilenen milyonlarca kişi olduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle 1404 TL’nin yaklaşık olarak 400 dolara tekabül ettiğini belirtelim. Hükümetimiz, “en az 400 dolar verelim, bu iş huzur içerisinde çözülsün” demiş olabilir belki. 10 tane “40 yapan” dolar varsa, muhalefetin bir kısmının destek verdiği de söylenebilir. Yeni asgarî ücret rakamını tersinden yazarsak 4041 buluruz ki, 40 sayısının burada mündemiç oluşu, bize büyük bir ipucu veriyor. Bazı siyasetçiler de yeni rakamın 4 lira ile bitmesini anlayamadığını ifade etmişti. Bir misyonu var ki koymuşlar adamlar, değil mi?

“Bu dört yüz meselesinin başka bir anlamı da olmalı” diye düşünürken aklıma nedense makarna ve kömür geldi. Makarna karbonhidrattır, kömür de karbon… Ortak noktaları karbondur yani. Peki, karbon atomları düzgün dörtyüzlü tabir edilen geometrik dizilimle bir araya gelse ne olur? Tabiî ki elmas! Kömür ve makarna dağıtıp bunlarla bir “düzgün dörtyüzlü” isteyen ve alan “elmas” bir fırsat elde eder denebilir.

Pek çok kişinin “asgarî ücret” tabirine dili dönmeyip veya yanlış bildiği için “askerî ücret” dediği sizin de dikkatinizi çekti mi? Benim çekti. “Askerî ücret 1404 TL oldu” cümlesini duyduğumda, Ankara Çubuk Savaşı’nı hatırladım hatta. 1402 yılında gerçekleşen bu savaşta Yıldırım Bayezid Timur’a mağlûp olmuş, ardından yıllarca sene süren “Fetret Devri” başlamıştı. 1404 TL dolaylarında sonuçlanan “askerî” ücret mağlûbiyeti ve rüesa takımımızın iş kazaları karşısında takındığı “Fıtrat Kalkanı” duruşu, Anadolu sathındaki çalışanların durumu hakkında fikir veriyor. Son çeyrekte negatif çıkan büyüme verisi, döviz karşısında % 20 değer kaybeden TL ve açıklandığı kadarıyla % 8 dolaylarında enflasyon varken, gelir vergisi dilimlerinin sadece yeniden değerleme oranı olan % 3,83 oranında arttırılması 2017’de daha çok vergi vereceği anlamına geliyor.

Fıtrat Kalkanı, ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan iş kazaları/cinayetleri sonrasında tepkileri azaltmak için kullanıldı. 302 madencimizin vefat ettiği kaza sonrası ilk açıklamalardan biriydi, bu mesleğin fıtratında ölüm olduğu… Öyle ya, su boğar ve ateş de yakar; fıtratında var çünkü. Bunu anlamak için Cahit Sıtkı Tarancı gibi yolun yarısına gelmeye gerek yok. Velâkin eşyanın tabiatı ve fıtratında var olan özellikler bilindiği halde, gerekli tedbirler alınmıyor ve bu da elim sonuçlara sebebiyet veriyorsa, “fıtratında var” açıklaması ile yetinip başka bir şey yapmamak, suç ve suçluları örtmekten başka bir işe yaramaz.

Özelleştirilen veya taşeron kullanılarak deruhte edilen çoğu kamu hizmetinde pek çok sıkıntılar olduğu ifade edilmektedir. En son yapılan milletvekili genel seçimlerinden önce şimdiki hükümeti oluşturan partinin o anki yöneticileri, taşeronluk müessesesini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapacakları şeklinde vaatler veriyordu.

Taşeronluk sistemi ile ilgili; can güvenliğinin sağlanması, sosyal güvenlik ve sosyal haklar noktasında eksikliklerin yaşanması, ihalelerde usûlsüzlük gibi pek çok konuda şikâyet var. Hatta 302 kişinin vefatına sebep olan madeni işleten firmanın alım garantili olarak çıkarıp devlete sattığı kömürlerin yarısına yakınının taş çıktığı, Sayıştay raporlarına bile geçmiş durumda. Sonuçta ranta gebe bir sistem (t)aşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/askeri-ucret-ve-fitrat-kalkani_419889

Hepimiz Aynı Gemideyiz!


Hepimiz Aynı Gemideyiz

Birlik beraberlik ruhunu yaşatmak için sıkça kullandığımız bir klişemiz var: “Hepimiz aynı gemideyiz” diye. Her kesimden insan bunu kullanır. Herkesin gemi tarifi ve o gemideki yerleşim planı kendine göredir ama…

Gemi kurtuluşun sembolüdür, fırtınalı denizlerden selâmetli sahillere çıkaran... Umudun, beklentinin camid örneğidir, Leyla ile Mecnun dizisindeki İsmail Abi, “o geminin” bir gün geleceğinden emindir. Kararlı bir duruş sergilendiğinin ve geri dönüş olmadığının tescili “gemileri yakmak”tır. Kısacası gemi, çok güçlü bir metafordur.

Ben de kendi penceremden gördüğüm gemiyi tarif edeceğim. Geminin adı “Titan-iki”dir. Meşhur gemi ile benzer titanikî bir serencamda yol alıyor görünmektedir.

Titanic gemisi, “White Star Line” isimli bir şirkete aitti. (“White” kelimesinin Türkçede “beyaz, ak” anlamına geldiğini bilmem söylemeye gerek var mı?) Zamanının en iyi teknolojisi kullanılarak imal edilmişti ve pek çok kişi tarafından batmasının imkânsız olduğuna inanılıyordu. Kuzey Atlantik Okyanusu içerisinde battı. Bütün zamanların en ölümlü deniz kazası olarak tarihe geçti. Ölü sayısının çok olmasının bir sebebinin yolcu sayısı ile filika sayısı arasındaki “cari açık” olduğu söyleniyor. 3547 yolcu kapasitesine karşılık 1178 kişilik filikalar yeterli olur mu hiç?
Titanic için çekilen çokça film oldu, lâkin en meşhur olan filmde, adına “Okyanusun Kalbi” denilen, nadide bulunan ve çok pahalı bir mücevher olan “mavi” elmas, bir söylentiye göre Osmanlı Padişahı Sultan 2. Abdülhamid’e aitti ve batan gemide bulunuyordu.

Titan deyince akla, ilk olarak doksanlı yıllardan kafamıza kazınan saadet zinciri gelir. Titan-iki gemisinin yönetimi de bir “Saadet” zincirinin son halkasıdır. Ayrıca yolculardan bazıları, gemi yönetimine İlâhî birtakım sıfatlar yükleyip eski Yunanların, Allah’a ait sıfat ve fiilleri taksim ettikleri titanları akla getirmişlerdir. Titan-iki gemisi milâttan önceki zamanlarda olsa, ilişkilendirilebileceği titan, adalet ve düzeni yönettiği sanılan “Themis” olurdu her halde. Yönetime gemideki işleri sorsan hepsi “the mis”, hepsi ak sütten çıkan ak kaşık gibi temiz! Adalet mi? Mis… Kalkınma? Mis mis… Ekonomi mis zaten…

Titan-iki ihtişam, lüks ve zenginliğin en üst örneklerinin sergilendiği bir gemidir. Özellikle aydınlatma konusunda hiçbir masraftan kaçınılmamıştır. Geminin en alt katında farelerle birlikte seyahat eden fakir yolcuların bile geminin ihtişamından gözleri kamaşmakta ve “yahu adamlar duble güverte yaptılar duble!” sözleri ile yönetime desteklerini ifade etmektedir.

Seyahatin başlangıcında okyanusla uyumlu giderken, herkes mehtabın seyrine dalmış, kimse bir felâket anında ne yapacakları konusunda bir sorgulama yapmamıştır. Nihayetinde batmayacağı zannedilen bir gemidir ve bu tarz soruları dış düşmanların sordurmakta olduğu düşünülmektedir. Buzdağı uyarıları yapanların sinyali de kontrol odasına ulaşmamıştır bile.

Gelinen noktada ilk olarak adalet Bozdağ’ına çarpmış ve epey hasar görmüş görünüyor gemimiz. Eğitim ve sağlık güverteleri su almaya başlamış, güvenlik koridoru ise zifiri karanlık içerisinde kalmıştır. Gemi yönetiminin gözü gibi baktığı bilinen “Mavi Elmasmara”, okyanusun dibine doğru düşmüştür. Havuz çalgıcıları da geminin ortasına kurulmuş, durmadan aşk şarkıları icra etmektedir. Kaptan Temel Reis, filikaların yolcu sayısına yetmeyeceğini anlayınca, bütün yolcuları valizlerini küçük-büyük ayırımı yapmadan boşaltmaya ve o valizleri bir filika gibi kullanmaya dâvet etmekte, 15 senedir aynı kaptanın filhakika gemiyi yönettiğini, filika sayısındaki yetersizliğin hesabının kaptana neden sorulmadığını dillendiren herkes anında “hainler” diye damgalanmaktadır.

Neticede hepimiz aynı gemideyiz ve geminin neresi delinirse delinsin, gerekli tedbirler alınmazsa hepimizi batıracağı bellidir. Allah, “Titan-iki”nin sonunu “Titanic”inkine benzetmesin.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/hepimiz-ayni-gemideyiz_418690

Kankalar versus Bankalar

Teknolojinin imkânları ile birlikte uzaklar yakın, mekânlar da “online check-in” oldu. Sosyal ilişkilerimiz de bu imkânlara uygun olarak gelişti mi peki?

Şöyle bir düşünelim; bir arkadaşınızla daha önce hiç bulunmadığınız ve oraya nasıl gidildiğini bilmediğiniz bir mekânda buluşacaksınız. “Ne var bunda?” demeyin, şimdi biraz daha zorlaştırıyorum durumu: cebinizde buluşulacak noktayı koordinatlarıyla ve kamera çekimleri ile gösteren bir harita ve o noktaya nasıl gidileceğini sesli komutlarla tarif eden bir navigasyon cihazınız yok! O bölgeye hangi ulaşım vasıtalarını kullanarak gidebileceğinizi öğrenebileceğiniz, otobüs saatlerine bakabileceğiniz bir uygulama yok. Otobüslerde de hangi durağa yaklaştığınızı, bir önceki ve bir sonraki durakların neler olduğunu öğrenebileceğiniz elektronik tabelalar yok. Her şeyden önemlisi, istediğiniz anda istediğiniz kişiyle haberleşmenizi sağlayacak ve cebinizde taşınabilecek mobilitede bir cihaz da yok! Ne oldu, buluşmaktan vaz mı geçtiniz yoksa?

Biliyor musunuz, çok da uzak sayılmayacak bir geçmişte insanlar bu şartlar altında buluşuyordu. İçinde bulunulan şartların ağırlığı dostlukları daha da pekiştiriyor sanki. Askerlik arkadaşlıkları meselâ, kelimenin tam anlamıyla “ölümüne”dir orada… Eskiden “dostluk” kavramını niteleyen çok fazla farklı kelime yoktu. En fazla, ideolojik yönelimlere göre değişen tabirler vardı. Yoldaş dendiğinde akla ne bileyim, bir “İvan” ya da “Vladimir” falan gelirdi. İki kutuplu soğuk savaş yıllarının bu ayrışımları her alanda kendini gösterirdi. Mesela uzaya mı çıktı birisi, ona ne deneceğine çıkış yaptığı yere göre karar verilirdi. Amerika’dan çıktıysa astronot, Rusya’dan çıktıysa kozmonot deniyordu. Hayır, aynı yere çıkmıyorlar mıydı neticede, neydi bu farklı olma çabası? Neyse Allah’tan, bu iki ülkeden başka uzaya çıkan olmadı da sadece iki farklı isimle kaldık.

İnsanlar, dertlerini dostları ile paylaşır, her konuda dostlarının yardımına ilk koşan da kendileri olurdu. Paraya sıkışılsa ilk dostlardan borç alınırdı. Dostlar birbirine kefil olurdu alışverişlerde. Sözler senet kıymetinde olur, vade gününü hatırlatmak gerekmezdi. Sevinçler de dostlarla paylaşılırdı, sevinçli bir olay için ilk kutlama dostlardan gelirdi. Bir film seyredilse, dostlara anlatılırdı. Hem de baştan sona! Gerektiğinde canlandırma ve taklit de yapılırdı anlatımda. Öyle ki, karate filmi seyredilmiş ise orada öğrenilen bir teknik yine dostlar üzerinde denenirdi.


Bilgi ve iletişim teknolojileri bugün öyle bir seviyeye geldi ki en küçük bir hareketimizden bile ticarî anlam çıkarılmaya çalışılıyor. Market alışverişlerimizin istatistikleri analiz edilip, hangi saatte hangi ürün daha çok satıldıysa o ürün ön plana çıkarılıyor, gözümüzün içine sokuluyor adeta. Alışveriş merkezlerine hangi kapıdan girdiğimize bağlı olarak, oraya yakın firmaların reklam SMS ve mailleri otomatik olarak gönderiliyor. Kişisel verimiz olarak bildiğimiz bize özel bilgiler, kilolarla satılıyor neredeyse. Kilo dediysem kilobyte gelmesin aklınıza, o bilgilerin içinde olduğu disklerin kilosunu kastediyorum. İnternetten bir ürünün özellikleri veya fiyatını merak edip aratmış olabilirsiniz. Biraz sonra ilgisiz bir başka sayfada gezinti yaparken, az önce aradığınız ürünün satıldığı sayfalar çıkarılıyor önünüze.

Online işlemler hayatımızda daha da yaygınlaştıkça kaçınılmaz olarak bankalarla içli dışlı olmaya başlıyoruz. Doğum tarihimiz, mülk envanterimiz ve iş zekâsı çözümleri ile ticarî anlam kazanabilecek ne kadar önemli bilgimiz varsa bankaların uhdesinde bulunabiliyor. Sorduğunuzda CRM (Customer Relationship Management – Müşteri İlişkileri Yönetimi) uygulaması olarak müşterisini daha yakından tanımaya ve ona değer vermeye yönelik bir çalışma olduğunu söylerler. Doğum günlerimizi “kankalar”dan önce kutlarlar. Ev ya da araba aradığımızı öğrenince, hemen kredi vermeyi teklif ederler. Bazen hiç istemesek bile adımıza bir kart veya kredi tanımlayıp haber verirler. “Ben istememiştim ki” dersiniz, ama “genç adamsın, cebinde bulunsun ehehe” yaklaşımındadırlar. Sahip olduğumuz şeyleri risklerden korumak için sigorta önerirler, bazen bizi o kadar düşünürler ki “sana bir şey olmasın abi” diyerek haberimiz olmadan sağlık sigortası başlatırlar. Tabiî ki sundukları bütün hizmetler karşılığında para ödersiniz ve söz konusu alacakları olduğu zaman hiç afları yoktur.

Eskiden dostlarımızın deruhte ettiği pek çok hizmeti “paralı kankalar” diyebileceğimiz bankalar üstlenmişse, kendilerini “kanka”, “kanki”, “panpa”, “hacı”, “hafız”, “müdür”, “ortak” ve bilumum arttırılmış samimiyet göstergesi ile çağırdığımız dostlarımız ne yapıyor şimdi? Ne yapacaklar, sosyal medyadaki bütün paylaşımlarımızı beğeniyor ve paylaşıyorlar, hepsi bu…

Aldatarak İş Görmek

Gün geçmiyor ki, yeni bir dolandırıcılık hikâyesi duymayalım.

Teknolojinin gelişimiyle paralel, zamanın ruhuna uygun sürekli yeni yöntemler geliştiriliyor. Kullanılan yöntemleri çok ayrıntılı bir şekilde kamuya açık mecralarda ilân etmek ne kadar doğrudur, bilemiyorum. Halkı bilgilendirmek ve uyarmak vazifesi tabiî ki önemli, ama şeytana da yol gösterilmesine sebep olabiliyor. Sadece masum halk dinlemiyor ki bu haberleri… Bilmeyen de öğrenebiliyor, aklında dolandırma fikri bile yokken, bu işlerin kolay bir şekilde yapıldığını görünce niyeti bozabiliyor. Öte yandan, dolandırma hikâyelerinde mağdur olan insanların profiline baktığımızda her seviyeden insanın etkilendiğini görebiliyoruz. Tıp alanında profesör unvanına sahip bir hocanın bile yüz bin TL parasını dolandırıcılar almışken, kimse “ben çok akıllı ve tahsilli biriyim, böyle tuzaklara düşmem” demesin.

Geçtiğimiz hafta ilginç bir dolandırıcılık hikâyesi haberlere konu oldu. Bu hikâyede sahte belgelerle avukat olduğunu beyan eden bir kişinin, bir çok avukatı dolandırdığından bahsediliyor. Adliyede tanışıp evlendiği kişi de hâkim adayı biridir, yani avukattır. Habere göre, eşine önce Millî Eğitim Bakanlığında avukat olarak çalıştığını söylen Remzi D., daha sonra TBMM avukatı olarak çalışmaya başladığını söylemiş ve hatta meclis amblemli kartvizit bile bastırmıştır. Sosyal medya hesaplarında mecliste çektiği resimleri bol bol paylaşmış, hatta pek çok görüşmesini meclis çatısı altında gerçekleştirmiştir. Aralarında, polis, adliye çalışanları ve avukatların da olduğu pek çok kişiyi kandırarak yaklaşık üç milyon TL toplamıştır. Şikâyet üzerine hakkında dâvâ açılmış ve adlî kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır.

Remzi D., tapu müdürlüklerinde ilgili kişilerden aldığı tüyolar olduğunu, ucuz fiyatlara arsa bulabildiğini iddia etmiş. İnandırmak için kendi kullandığı lüks ev ve arabayı göstermiş, arsa işinden çok para kazandığını anlatmış. Bu ve benzeri dolandırma vak’alarında en önemli husus, mağdurların kendilerine anlatılan hikâyeleri çok çabuk kabul etmesi ve itiraz etmemesidir. Dolandırma “sosyal mühendislik” denilen pek çok tekniğin kullanıldığını görüyoruz. Sosyal mühendislik, herhangi bir cihaz veya teknoloji kullanmaya gerek kalmadan, beşerî ilişkiler ve şahsî zaaflardan yararlanarak gizli bilgileri elde etmek demektir; korkutma, kendine acındırma, kurbanını minnet altında tutma, empati ve yardım etme güdüsünden yararlanma gibi kurbanın tipine göre uygulanabilecek pek çok teknikten oluşur. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgileri merak edenler, Kevin Mitnik’in yazdığı “Aldatma Sanatı” kitabını okuyabilirler. Mitnik, 1995 yılında FBI tarafından uluslar arası çaptaki firmaların bilgi sistemlerine sızdığı gerekçesiyle tutuklanmış ilk bilgisayar korsanlarından biridir. Hüküm giydiği hapishanede hesap makinesi dahil hiçbir dijital cihaza dokunmama cezası almıştır. Cezasını tamamladıktan sonra beyaz şapkalı hacker unvanıyla şirketlere bilgi güvenliği konusunda danışmanlık ve eğitim hizmetleri vermeye başlamış, kitaplar yazmıştır.

Sahte avukat Remzi D. vak’asına baktığımızda da kolay yoldan para kazanma hırsı zaafı kullanılmış görünüyor. Bir ülkede rüşvet vermeden, araya hatırlı kişileri sokmadan, kısaca dalâvere çevirmeden iş halledilemeyeceği düşüncesi hakimse, dolandırıcılar gayr-i meşrû yöntemlerle emeksiz para kazanma yöntemi önerdiklerinde de herkes bu durumu normal karşılar. Allah korkusu ve vicdan gibi engelleyici faktörler de yoksa çok rahat dolandırıcılara inanıp para kaptırabilir.

Kamu kurumlarında işe girme, yükselme, kamu ihalelerini kazanma, özelleştirilen kamu kurumlarını satın alma, imar izinleri, üretim lisansları gibi pek çok konuda ülkemizde, rüşvet, torpil, yandaşlık ilişkileri, tehdit ve bunlara benzer enva-i çeşit ahlâksız ve yolsuz yöntem kullanmadan ilerlenemeyeceği fikri varsa, Sülün Osman’lar ve Remzi D.’ler başımızdan eksik olmaz.
Sülün Osman; tramvay, Galata Kulesi, şehir meydanlarındaki saatler, şehir hatları vapurları, trenler ve köprüler gibi kamu mallarını saf vatandaşlara satmak veya kiralamak suretiyle dolandırıcılık yapmış meşhur biridir. Köprülerin, havalimanlarının 15-20 yıl boyunca işletme garantisi verildiğini, garanti edilen işletim miktarının altında kalan kısmın bütün vatandaşların cebinden verdiği vergilerle karşılandığını görse ne düşünürdü bilemiyorum, 15 yıllığına ve bütün vatandaşlara köprü satmak, Sülün Osman’ın boyunu çok aşan bir durum çünkü…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/aldatarak-is-gormek_417414

Öne Çıkan Yayın

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

Yiğit Özgür Karikatürü   İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere: Ülkenin gidiş...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: