Bu Blogda Ara

Arşiv

teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
teknoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Terk-i Dünya, Terk-i Tech

Terk-i dünya terk-i tech

Bugünkü akıl yapısıyla geçmişte yaşamak varmış. Hayatın devamını sağlamak için gerekli minimum şartların çok az, yeryüzünün geniş ve henüz parsellenmemiş durumda olduğu zamanlardan bahsediyorum. AROG filmindeki Arif gibi, fakat kendi isteğiyle ve yanında bugüne dair hiçbir ekipman olmadan gidip orada ömrünün sonuna kadar kalmak… İstediğin yere göç, kon. Kabilene, köyüne ya da kavmine gelen peygambere de iman ettin mi sorun yok. Ki, peygamberlik davasında bulunanlar apaçık delillerle ortaya çıkıyor ve üstelik neredeyse ayağına geliyor. Tabiî, bugünkü imkânlar ve konfordan vazgeçmek kolay değil, bu da işin bir maliyeti.

Bütün ihtiyaçlarını kendi becerisi ile karşılamaya çalışan, her an düşman saldırısı ile karşılaşmaya hazır bir şekilde tetikte duran, beslenme işini standart öğünlerde değil, ne zaman yiyecek bulabilirse halledebilen, hastalandığında veya yaralandığında kendinin doktoru olan, çok sık bir şekilde ölüm tehlikesi atlatan bir insan düşünün. Dünya hayatının fanîliği, insanoğlunun aczi ve fakirliği üzerine çok bir derse ihtiyacı var mı? Her ânı olmasa bile günlük hayatında bu kavramları ona hatırlatacak o kadar çok şey yaşıyor ki. Bir de İlahî mesajın farkında ve iman etmişse, “sevapları leblebi gibi toplar” (Bir Umut Sarıkaya karikatüründe Stephan Hawking’i İslâm’a davet eden kişinin ikna için kurduğu cümlede geçen bir ifadedir). Perde arkasında kendisini esas doyuran, koruyan, hastalandığında şifa veren, kendisini terbiye eden, hayatı ve ölümü Vereni, yani O’nun isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini daima hisseder. İbadeti, duası samimâne ve ihlâslı olur.

Zamanla ilim ve teknik gelişti. Buharlı makineler ve sanayi inkılâbı ile birlikte üretim araçları boyut ve kapsam olarak çok değişti. Artık herkesin kendi tarlasında veya atölyesinde bireysel olarak ve el gücüyle çalıştırılan aletlerle yaptığı üretim tarzının sonu geliyor gibiydi. Fabrikalar kuruldu, yüz binlerce insan gittikçe sanayileşen dünyanın üretim süreçlerinde emek-yoğun bir şekilde yer aldı. Uzun çalışma saatleri, ağır çalışma şartları, artan üretim kapasiteleri, stokları eritmek için pazarlama çalışmaları, hesaplar ve dünyevî işler için durmadan çalışma başladı. Ev kirası, faturalar, mutfak harcamaları, eğitim giderleri, ulaşım ve sağlık harcamaları gibi ödeme yükümlülükleri insanları hep daha fazla çalışmaya itti. Durmadan akan sayılar, dönen hesaplar, sayılara indirgendikçe ruhunu kaybeden değerler, somutlaştıkça arzîleşen duygular etrafımızı sardı.

Tıbbî alanda inanılmaz gelişmeler oldu. Eskiden çok ciddi ölümlere sebep olan bulaşıcı hastalıklar bugün çok basit bir şekilde atlatılabiliyor. Aşılar, antibiyotikler, gelişmiş tetkik ve teşhis cihazları, mikro cerrahi, nanoteknoloji derken hastalık ve yaralanmalara bağlı ölümler oldukça azaldı. Ulaşım imkânlarındaki gelişme, üretimin endüstriyelleşmesi, ambalajlama ve saklama sürelerinin iyileştirilmesi sayesinde gıdaya erişim hem ucuzladı, hem de arttı. Zulmen mahrum bırakılanlar hariç açlıktan ölen insan neredeyse kalmadı.

“Sapiens” ve “Homo Deus” isimli kitaplarıyla insanlığın tarih içindeki gelişimlerini evrimsel bakış açısıyla anlatan ve geleceğe dair tahminler yapan Yuval Norah Harari, bu gidişi “hayvanlardan tanrılara” gibi yanlış bir tanımlamayla ifade ediyor. İnsanlığın zaman içinde sağlıkta, bilimde, teknolojide, ticarette, ulaşımda ve sanatta harikulade tekâmül gösterdiği doğrudur. Bu tekâmül neticesinde insanlığın Yaratıcı ile olan ilişkisini zayıflattığı, arada bulunan sebepler katmanını çoğalttığı ve onları sahiplendiği, böylece gaflet perdesini kalınlaştırdığı ve giderek dünyevîleştiği de doğrudur. Sadece boyu uzadığı için artık düğmesine ulaşabildiği ve o düğmeye basmak suretiyle harekete geçirdiği asansörü, arka planında işleyen mekanik, elektronik, malzeme bilimi, endüstri ve bilumum mühendislik aşamalarını inkâr ederek salt kendi bilgi ve birikimiyle yönettiğini zanneden çocuk misali insanlık, İlahî isim, sıfat ve fiillerin rollerini çalmak ve üstlenmek istemektedir. Asansör örneğindeki çocuk, düğmeye basarak yukarılara çıkması ve oradaki vazifelerini ifa etmesi gerekirken, kendine ait olmayan vazifeler üstlendiği ve asansördeki her ayrıntı ile fazladan zaman harcadığı için asansörîleşir ve esas görevini ihmal eder.

Peki, bizi dünyevîleştirmesi tehlikesine binaen endüstri 4.0, yapay zeka, nanoteknoloji, mekatronik gibi konularda Müslümanlar kendini geliştirmesin mi? Ürünlerini kullanmasın mı? Elbette yapsın, fakat bunu yaparken Yaratıcı’sını unutmasın ve bu nimetlerin şükrünü artırsın. Bediüzzaman Hazretleri’nin On Dokuzuncu Lem’a’da anlattığı Gavs-ı Azam’a ait kerameti hatırladım. Keramet, her tarafta tekkelerin bulunduğu zamanlarda geçiyor. Bunu, bugün onlara mukabil “tech”keler bulunması ve “teşbihte hata olmadığı” prensibinden yola çıkarak konumuza uyarlayacak olursak şöyle bir hikâye olabilir:

Bir zaman Gates-i Azam Şeyh Bilal’in Microsofî techkesine çocuğunu gönderen yaşlı bir anne varmış. Oğlunu ziyarete gidince onu 256 mb ram, 40 gb harddisk ve internet bağlantısı olmayan bir eski bilgisayarla uğraşırken görüp acımış, Şeyh’e şekva için gittiğinde ise onu Twitter’larda Facebook’larda gezerken görüp kızmış: “Benim oğlum teknolojisizlikten kırılıyor sen ise tweetler atıyorsun.” Gates-i Azam, “kuş biiznillah” deyince mavi Twitter kuşu telefonun içinden holografik bir animasyonla çıkarak uzaklaşmış. Gates demiş ki, “Senin oğlunun da ne zaman işletim sistemi donanımına hâkim olursa, teknolojiyi kendi zevk ve eğlencesi için değil şükür için isterse, lezzetli tweetler atabilir…”

Microsofî tarikatının esasları “Der tarik-i Microsofî, lazım amed çar terk: terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hostî, terk-i tech” şeklinde ifade edilse de biz onlar gibi yapmaya mecbur değiliz. Bu da Mackî techkesinin sloganı olsun: “İbad olarak İPAD’ı şükür için istiyorsak, tefekkürümüzü artırıyorsa neden kullanmayalım?”
Link: http://www.gencyorum.com.tr/terk-i-dunya-terk-i-tech/

Üç Boyutlu Helva

Üç Boyutlu Helva
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günlerdeyiz.
Zamanın ruhunu yakalamak isteyen devlet ve kuruluşlar da bu ilerlemeye ve değişime ayak uydurmak durumundalar, yoksa yakalamış olanlar için potansiyel bir “pazar” ve eski teknolojiler için bir “mezar” olmaktan öteye geçemezler. Zamanın ruhunu yakalamak sadece ekipman olarak son teknoloji ürünlerini edinmekle olmaz; trendleri anlamak, uygun donanımla dünya ölçeğinde sistemler tasarlamak, iş akışlarını ve süreçleri modernize etmek ve en önemlisi bu süreçleri yürüten personele gerekli eğitimleri vermekle olur.

Bilgisayarlarda delikli kartların kullanıldığı 1970’li yıllarda IBM Türk Genel Müdürlüğü yapmış Miray Tekelioğlu başından geçen ilginç bir olayı şöyle anlatıyor: “Ankara’daki bir müşteri için IBM/360’ın yeni versiyonu geldi. Her kart destesinde iki bin kart olurdu. Zor belâ, kart destelerini gümrükten çektik. Sisteme yükledik, ama sistem çalışmadı. Araştırmamızdan bir şey bulamayınca yeni versiyonu yurt dışından yeniden talep ettik. İkinci kart destesiyle de sistemi ayağa kaldıramayınca delikli kartları tek tek incelemeye başladık. Sonunda ilk desteden üç, ikinci desteden dört kartın eksik olduğunu tesbit ettik. Bu kartları yeniden delip hazırlayınca sistem çalıştı. Ama biz altı ay gecikme yaşamıştık.

Birkaç ay sonra gerçeği öğrendik. Gümrük memuru hayatında ilk kez gördüğü kart destelerinin gümrük çıkış işlemlerini hazırlarken ileride kendisi için sıkıntı çıkmasın diye ilk desteden üç, ikinci desteden dört kartı gümrük pozisyon formuna iliştirmek için almıştı.”

Sene 1992 olduğunda, bu kez Netaş firması Türkiye’nin ilk yazılım ihracatını gerçekleştirmiştir. 2 milyon dolar tutarındaki yazılım uydu sistemleri üzerinden gönderildiği için vergi memurları ortada gönderilmiş fizikî bir mal bulamamış ve firmanın hayali ihracat yapmış olabileceğini düşünmüştür. Mevzuat gereğini yerine getirmek için yazılım, makaralı bantlara yüklenmiş ve gümrüğe gönderilmiştir. Ancak gümrük memuru zarf içindeki iki makarada 2 milyon dolarlık bir mal bulunduğuna ikna olmaz. Mahkeme, bilirkişi derken epey uğraşıldıktan sonra tekrar gümrüğe gelirler. Beyannameye malın miktarı, birimi ve fiyatı bilgilerinin girilmesi gerekmektedir. Makaraların uzunluğu baz alınarak “ 2 bin metre yazılım” satıldığı kayıtlara geçer.

Bilgi, para ve güç gibi birbirine dönüşebilen şeyler, dijital bir veri halinde ve artık ışık hızına yakın seviyelerde iletilebiliyor. Hurda metalleri tartmak için kullanılan kantarlar, altın ve mücevher ölçümünde kullanılamadığı gibi, eski kaydetme usûlleri ile hassas bilgileri taşıyıp işleyemezsiniz. Yüksek teknoloji kullanıp, ileri seviyede araştırma geliştirme faaliyeti yürütmek isteyen kişilerin/firmaların karşısına çıkaracağınız prosedürler de o işlerin ruhuna, hızına ve işleyişine uygun olmalı. Meselâ Uzakdoğu’ya giden gemilerin yakıt ve yedek parça almak için çokça durduğu Singapur’da, şirket açmak için gerekli prosedürleri o kadar azaltmışlar ki 24 saat içerisinde kuruluşunu gerçekleştirebiliyorsunuz. Elektronik ortamda yürütülen işlemler inanılmaz hız kazandırıyor. 710 km2 alanı olan ülkede, kişi başı millî gelir 56 bin dolar seviyelerinde. Devlet Başkanı Tony Tan Keng Yam, bu süreyi 6 saate indirme hedeflerinin olduğunu ve bu gerçekleşirse ekonomik büyüklüklerini ikiye katlayabileceklerini söylemiş. Bu bilgiyi gemi kaptanı olan bir arkadaşım aktardı, iş vesilesiyle Singapur’da bulunduğu sırada devlet başkanının TV’de yaptığı açıklamayı izlerken görmüş.

Endüstri 4.0 da denilen teknolojik devrimin önemli bir parçası olan 3 boyutlu yazıcılar ve onlarla ilgili üretimlerin katma değerinin ve iktisadi getirilerinin anlaşılması için illa birinin çıkıp “en az 3 boyut istiyorum” demesini mi bekleyeceğiz? Pek çok alanda hayati katkıları olan bu yazıcılar özellikle endüstriyel tasarım konusunda çok şeyi değiştirecek gibi çünkü 21. yüzyıl insanı teknoloji “putunu” kendi üç boyutlu yazıcısından “output” alarak üretme peşinde… Bunu bir de helvadan yaparsa çok daha kullanışlı olur, acıktığında da onu yer meselâ…

Elimizi çabuk tutmazsak, biz de teknoloji mezarlığına dönüşecek ülkemizde ölen fırsatların ardından dağıtırız 3 boyutlu helvayı.. Ne de olsa 3 boyutlu helva için gerekli üç element var bizde; un var, yağ var, şeker var!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/uc-boyutlu-helva_441340

Star Yarab!

Star Yarab
21. yüzyıl Müslümanı olmak ne kolaymış…
Alınlar yumuşacık halılar üzerine serilen namazlıklar üzerinde secdeye gidiyor. Sıcaklığı istenen seviyeye getirilen sularla abdest alınıyor. Soğuk kış gecelerinde sıcacık kollarıyla saran yorganlardan çıkınca Sibirya soğuğu ile karşılaşılmıyor sabah namazlarında, evlerin çoğunda ortamı homojen olarak ısıtan sistemler var. Hijyenik ortamlarda ibadet ediliyor. Kıble tayini için akıllı cihazlarda kullanmak üzere geliştirilmiş uygulamalar var ve neredeyse isteyen herkesin cebinde bulunuyor. Vakit girdi mi, kaç dakika var soruları dert değil artık. Akıllı uygulamalar, “abi ikindi namazını kılmadın, girmeden kerahet, kıl rahat rahat” diyerek isterseniz sizi uyarabiliyor.

Dünyevî diğer işlerde olduğu gibi, teknolojinin elverdiği imkânları kullanarak ibadet etmek tabiîi ki çok güzel bir şey. Güzel de, gittikçe rahatlığa gömülen nefisler durmadan daha fazlasını istiyor. Yüksek standartlarda ibadet etmeye alışmış bir nefis bu standartları “asgarî şartlar” olarak belirlemeye başlıyorsa bu tehlikelidir. En küçük bir zorlukta ibadeti terk etmeye meyyal olur.

Rahatlık seviyesi arttıkça ibadetler de sanki, özündeki, kişinin “Rabbine karşı aczini anlama” noktasını zayıflatıyor. Mübarek gün ve gecelerde, bütün “İslâm âlemi” için çizilen bir ufka işaret eden ve ilk olarak kimin yazdığı belli olmayan, dışı süslü cümlelerden oluşan, içinde bulunulan her geceye ve rehber listesindeki herkese kolaylıkla uyarlanabilecek kadar parametrik metin mesajlarını, anlık mesajlaşma platformlarının her birinde ve neredeyse herkese göndermek âdet olmuş. Bu vesileyle içinde bulunulan mübarek zamanın ihya edildiği düşünülüyor her halde. Bunları yaparken saatler ilerliyor, ihya etmenin kıvancıyla gönenen vatandaş da yorulup uykuya dalıyor.

Bazen bütün sosyal medya araçlarında yayınladığı aynı metni, bana hem SMS olarak, hem Whatsapp uygulaması üzerinden özel mesajla, hem Twitter üzerinden bana “menşın” atarak / DM’den, hem Facebook üzerinden etiketleyerek gönderen arkadaşlar oluyor. Mübarek adam, her birine cevap vermeye veya “layk”lamaya kalksam o gece yetmez! Düşün, senin gibi 3 kişi daha olsa… İşin kolayını bulup her platformda kendisine bir dağıtım listesi oluşturup tek tıkla yırtan kişiler de var, onların mesajları nedense bana daha soğuk ve ruhsuz geliyor. Klişelerden oluşan ve beni adresleyerek yazılmamış mesajlara cevap vermiyorum artık.

İçinde 15 kıraat hocasının sesinin kayıtlı olduğu kalemlerimiz var artık, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde istediğin yere tutuyorsun, hemen okumaya başlıyor. Aynı şekilde, Kur’an, tefsir, ilmihal bilgileri ve duâlar gibi feyizli muhtevayı barındıran mobil uygulamalarımız var. Maşallah, sık sık “apdeyts”lerini tazeliyor uygulamalar. Yakında kolaylıkla abdest aldıran uygulama ve cihazlar da geliştirilebilir. İsim olarak “abdestmatik” diyebiliriz belki bunlara. Abdestmatik cihazının, alınan bir abdest sonrası, kişiye “küçük bir farkla, bir boy büyük abdest almak ister miydiniz?” şeklinde bir soru sorması, dünyevî ölçeklere çekilip sayısallaştıkça ve seri üretime geçildikçe ticarîleşme riski taşıyan manevî değerlere bir örnek olacaktır. İş, nefislerin inisiyatifine bırakılırsa, herkesin sağlıklı ve güzel görünümlerine sahip robotları uzaktan kumanda etmek suretiyle evinde oturduğu koltuktan hiç kalkmadan bütün işlerini yürüten insanların anlatıldığı “Suretler/Surrogates” isimli filmdeki gibi robotlara bütün ibadetleri yaptıracak, kendi, akşama kadar yatacak. Cennete de o robotlar gider artık.

Dinî ve manevî değerleri dünyevî kutulara doldurup pazarlamak, en başta dinî değerlere zarar verir. Kur’ân okumanın “starı” olmaz, sezonun “hit” sûresi seçilmez, mevlitlerin “remiksi” yapılmaz, hocalar sohbetlerinin “single”ını çıkarmaz, ilmihal bilgilerinin konuşulduğu dinî programların “sezon finali” olmaz, dinî kanaat önderlerinin “fun club”ı olmaz, TV kanallarına belli dönemlerde ekrana çıkıp halkı irşad eden hocaların “bonservisi” olmaz, bir kanaldan diğerine “transfer” edilmez, imamlar camilerde “miting” yapmaz, camilere dâvetiye ile girilmez… Ha, yapılırsa ne olur, bir şeyhe sahne performansı için pop star kıyafeti giydirilmiş olur… Genelde doğu ve güneydoğu bölgelerimizde kamyonların üstünde “Allah korusun” manasında yazılan “Star Yarab” duâsını yanlış mı anladık acaba?
Link: http://www.yeniasya.com.tr//adnan-nacir/star-yarab_434975

Stephen, how king?

Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking, insandaki saldırganlık iç güdüsünün teknoloji ile çok yıkıcı bir hal alabileceğini söyledi, bunun önüne geçebilmek için bir çeşit “dünya hükümeti” kurulmasını teklif etti.
Teknoloji cidden korkunç bir hızla ilerliyor. Nanoteknoloji, kuantum fiziği, moleküler biyoloji gibi bütün alanlarda görülen bilimsel gelişmeler, yıllar önce hayal bile edilemeyen hızlarda hareket edebilen araçlar, uzay seyahatleri, uydu teknolojileri gibi her geçen gün daha çok sayıda faydalı ürünün ve icadın ortaya çıkmasını sağlıyor. Özellikle bilgi teknolojilerinin uygulamaları hayatımıza en kolay akseden ve günlük hayat akışını etkileyenlerden. Televizyon, bilgisayar ve telefon internet bağlantıları ile güçlendikçe alışkanlıkları da kendi varlıklarına göre şekillendirmeye başladı.

Buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk, kapı, çatal-kaşık, tencere, ayakkabı, kalem ve aklınıza gelen her türlü nesnenin akıllı, öğrenebilen, kendilerine verdiğiniz komutları işletebilen ve diğer eşyalarla gerektiğinde iletişime geçebilen bir yapıda olduğunu düşünün. Sabah işyerinde bulunmanız gereken zamanı bilen saatiniz, meteoroloji ve trafik yoğunluğuna bakarak ve sizin de alışkanlıklarınızı da göz önünde bulundurarak en uygun zamanı hesaplayıp sizi uyandırıyor. Çatal kaşık gibi araçlar almanız gereken gıdaları muhtevasına göre sınıflandırıyor, tansiyon, kan şekeri gibi dahili vücut parametrelerine göre tabağınızda ne bulunması gerektiği konusunda sizi uyarıyor. Isıtma, soğutma ve aydınlatma sistemleri sizin programınızı biliyor ve evde bulunma saatlerinize göre optimal seviyeye kendisini ayarlıyor. Bugünkü sosyal medya benzeri platformlara yaptığınız durum bildirimlerini hayatınızla ilgili bütün nesneler de alıyor ve otomatik olarak bu bildirimlere göre konumlanıyorlar.

Şimdi de bu nesnelere duygu da yüklenebildiğini ve zekâ seviyelerinin kendilerini ukalalık boyutuna çıkardığını farzedelim. Hayat çekilmez olmaya başlayacak gibi. Hele bir de, topladıkları bilgileri kötü niyetli insanlara aktarırlarsa ne hissedersiniz? Daha kötüsü, kötü niyetli kişiler bu nesneleri tamamıyla uzaktan yönetirse? Atomlara bile veri yüklemesi yapılabildiği bir zamanda ki 6.4 cm karelik bir alanda 500 TB veri yüklemesi yapıldı, yakında veri yüklenen atomların uzaktan kontrolü yapılabilirse yediğimiz içtiğimiz herşeye dikkat etmek gerekecek belki de. Nükleer ve biyolojik tehditler ise başlı başına araştırma konusu.

En son sızan Wikileaks belgelerinde CIA’nın akıllı telefon ve televizyonları kullanarak ortam dinlemesi yaptığına dair bilgiler yer alıyordu. Yani yukarıda bahsettiğimiz senaryolar henüz hayata geçmemişken bunlar olabiliyorsa… Stephen Hawking’in endişesi yersiz değildir. Teknolojiyi kullanırken onu ihtiyaçlarınıza göre yönlendirmiyor ve kendi kurallarınızı belirlemiyorsanız, kısa süre içerisinde teknoloji sizi teslim alır ve kendi kurallarını dayatmaya başlar. En son teknolojiyi takip etmekten iş yapamaz hale gelmek işten bile değildir. Teknoloji sürekli gelişmek ister, gelişmek yatırım isteyen bir iştir, yatırım da üretilmiş bütün son teknoloji ürünlerinin satılmasıyla doğrudan ilişkilidir.

Kontrol altına alınmazsa büyük bir tehdit olduğu açık. Peki, çözüm Hawking’in dediği gibi bir dünya hükümeti mi? Açıkçasını söylemek gerekirse bu bana “daha güçlü bir dünya için bütün güçleri tek elde toplayalım” demek gibi geldi. Kral kim olacaktır? Buna kim karar verecektir? Hawking’e sormak istiyorum: “How king?” diyelim böyle bir hükümet kuruldu ve bütün dünyada hükmü geçiyor. Bu hükümet varlığını devam ettirmek, kendine olan ihtiyacın hissedilmesini sağlamak, muhalefeti sindirmek veya herhangi bir başka saikle teknoloji silâhını kendi kullanmak isterse ne yapılabilecektir? Böyle bir hükümet art niyetli olmasa bile teknolojiye yenik düşebilir ve bahsedilen tehditlerin tamamı yine gerçekleşebilir.

Teknolojinin hükmettiği bir yönetim biçiminin adı her halde “modemokrasi” olacaktır. ASP, PHP gibi yazılım dilleri “sayısal parti” olur. En gözde bürokratlık bir işletim sisteminde “görev yöneticisi” olarak çalışmak olur. Ülkeler ve şehirler artık parsel parsel değil piksel piksel satılır. Kısaca, insan ve insanî değerler öncelenmedikten sonra değişen sadece isimler olacaktır.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/stephen-how-king_426168

Kankalar versus Bankalar

Teknolojinin imkânları ile birlikte uzaklar yakın, mekânlar da “online check-in” oldu. Sosyal ilişkilerimiz de bu imkânlara uygun olarak gelişti mi peki?

Şöyle bir düşünelim; bir arkadaşınızla daha önce hiç bulunmadığınız ve oraya nasıl gidildiğini bilmediğiniz bir mekânda buluşacaksınız. “Ne var bunda?” demeyin, şimdi biraz daha zorlaştırıyorum durumu: cebinizde buluşulacak noktayı koordinatlarıyla ve kamera çekimleri ile gösteren bir harita ve o noktaya nasıl gidileceğini sesli komutlarla tarif eden bir navigasyon cihazınız yok! O bölgeye hangi ulaşım vasıtalarını kullanarak gidebileceğinizi öğrenebileceğiniz, otobüs saatlerine bakabileceğiniz bir uygulama yok. Otobüslerde de hangi durağa yaklaştığınızı, bir önceki ve bir sonraki durakların neler olduğunu öğrenebileceğiniz elektronik tabelalar yok. Her şeyden önemlisi, istediğiniz anda istediğiniz kişiyle haberleşmenizi sağlayacak ve cebinizde taşınabilecek mobilitede bir cihaz da yok! Ne oldu, buluşmaktan vaz mı geçtiniz yoksa?

Biliyor musunuz, çok da uzak sayılmayacak bir geçmişte insanlar bu şartlar altında buluşuyordu. İçinde bulunulan şartların ağırlığı dostlukları daha da pekiştiriyor sanki. Askerlik arkadaşlıkları meselâ, kelimenin tam anlamıyla “ölümüne”dir orada… Eskiden “dostluk” kavramını niteleyen çok fazla farklı kelime yoktu. En fazla, ideolojik yönelimlere göre değişen tabirler vardı. Yoldaş dendiğinde akla ne bileyim, bir “İvan” ya da “Vladimir” falan gelirdi. İki kutuplu soğuk savaş yıllarının bu ayrışımları her alanda kendini gösterirdi. Mesela uzaya mı çıktı birisi, ona ne deneceğine çıkış yaptığı yere göre karar verilirdi. Amerika’dan çıktıysa astronot, Rusya’dan çıktıysa kozmonot deniyordu. Hayır, aynı yere çıkmıyorlar mıydı neticede, neydi bu farklı olma çabası? Neyse Allah’tan, bu iki ülkeden başka uzaya çıkan olmadı da sadece iki farklı isimle kaldık.

İnsanlar, dertlerini dostları ile paylaşır, her konuda dostlarının yardımına ilk koşan da kendileri olurdu. Paraya sıkışılsa ilk dostlardan borç alınırdı. Dostlar birbirine kefil olurdu alışverişlerde. Sözler senet kıymetinde olur, vade gününü hatırlatmak gerekmezdi. Sevinçler de dostlarla paylaşılırdı, sevinçli bir olay için ilk kutlama dostlardan gelirdi. Bir film seyredilse, dostlara anlatılırdı. Hem de baştan sona! Gerektiğinde canlandırma ve taklit de yapılırdı anlatımda. Öyle ki, karate filmi seyredilmiş ise orada öğrenilen bir teknik yine dostlar üzerinde denenirdi.


Bilgi ve iletişim teknolojileri bugün öyle bir seviyeye geldi ki en küçük bir hareketimizden bile ticarî anlam çıkarılmaya çalışılıyor. Market alışverişlerimizin istatistikleri analiz edilip, hangi saatte hangi ürün daha çok satıldıysa o ürün ön plana çıkarılıyor, gözümüzün içine sokuluyor adeta. Alışveriş merkezlerine hangi kapıdan girdiğimize bağlı olarak, oraya yakın firmaların reklam SMS ve mailleri otomatik olarak gönderiliyor. Kişisel verimiz olarak bildiğimiz bize özel bilgiler, kilolarla satılıyor neredeyse. Kilo dediysem kilobyte gelmesin aklınıza, o bilgilerin içinde olduğu disklerin kilosunu kastediyorum. İnternetten bir ürünün özellikleri veya fiyatını merak edip aratmış olabilirsiniz. Biraz sonra ilgisiz bir başka sayfada gezinti yaparken, az önce aradığınız ürünün satıldığı sayfalar çıkarılıyor önünüze.

Online işlemler hayatımızda daha da yaygınlaştıkça kaçınılmaz olarak bankalarla içli dışlı olmaya başlıyoruz. Doğum tarihimiz, mülk envanterimiz ve iş zekâsı çözümleri ile ticarî anlam kazanabilecek ne kadar önemli bilgimiz varsa bankaların uhdesinde bulunabiliyor. Sorduğunuzda CRM (Customer Relationship Management – Müşteri İlişkileri Yönetimi) uygulaması olarak müşterisini daha yakından tanımaya ve ona değer vermeye yönelik bir çalışma olduğunu söylerler. Doğum günlerimizi “kankalar”dan önce kutlarlar. Ev ya da araba aradığımızı öğrenince, hemen kredi vermeyi teklif ederler. Bazen hiç istemesek bile adımıza bir kart veya kredi tanımlayıp haber verirler. “Ben istememiştim ki” dersiniz, ama “genç adamsın, cebinde bulunsun ehehe” yaklaşımındadırlar. Sahip olduğumuz şeyleri risklerden korumak için sigorta önerirler, bazen bizi o kadar düşünürler ki “sana bir şey olmasın abi” diyerek haberimiz olmadan sağlık sigortası başlatırlar. Tabiî ki sundukları bütün hizmetler karşılığında para ödersiniz ve söz konusu alacakları olduğu zaman hiç afları yoktur.

Eskiden dostlarımızın deruhte ettiği pek çok hizmeti “paralı kankalar” diyebileceğimiz bankalar üstlenmişse, kendilerini “kanka”, “kanki”, “panpa”, “hacı”, “hafız”, “müdür”, “ortak” ve bilumum arttırılmış samimiyet göstergesi ile çağırdığımız dostlarımız ne yapıyor şimdi? Ne yapacaklar, sosyal medyadaki bütün paylaşımlarımızı beğeniyor ve paylaşıyorlar, hepsi bu…

Sürücüsüz Arabalar

Sürücüsüz Arabalar
Bilim-kurgu filmlerinde görmeye alıştığımız, otomatik pilotlar vasıtasıyla verilen koordinatlara kendileri gidebilen araçlar yavaş yavaş hayatımızın içine giriyor.
Uzay temalı filmlerde gördüğümüz, insan konuşma diliyle iletişim kurabilen, kendisine verilen komutları anlayabilen, gerekli-gereksiz şaka bile yapabilen araçlar henüz yapılmadı veya duymadık diyelim. Uzayda koordinat belirlemek nasıl oluyor hep merak etmişimdir. Sabit duran bir cisim yok bir kere… Karadelikler, solucan delikleri derken, uzay-zaman bükülmeleri ve karmaşıklaşan boyut kavramı da cabası. Neyse ki, fimlerin çoğunda bu hesapları yapmaya gerek bile duymuyorlar.
Uzay konumu üzerinden konu paralel kâinatlara gelmeden biz yeryüzüne dönelim: Dünyanın en büyük firmalarından bir kaç tanesi bu konuda yarışıyor. Hatta Google, bir prototip araç geliştirip caddelerde dolaştırıyor. Kayıtlara, sürücüsüz aracın hatalı olduğu bilgisi ile girmiş olan bir kaza bile yaptı. Aracı geliştiren kişilere göre, bu kazada kendi araçlarının herhangi bir suçu yok. Sola sinyal vermiş ve önde olan bir araç, kendisine yol verilmesini pekâlâ bekler!

Karşılaştığı tecrübeleri kaydedip öğrenebilen bir sun’î zekâ ile geliştirilmiş sisteme sahip olduğundan, yaptığı kazalardan da çok şey öğreneceği kesin. Karşısındaki normal araç sürücülerinin hatalı olabileceği ve kurallara bazen uymayabileceği gibi. Tek bir akıl ve onun kazanımları değil, çevredeki her sürücü ve araçtan fikirler alıp kollektif bir sürücü veritabanı oluşturmaya çalışıyorlar.
Benzer şekilde Mercedes firması da BMW ve Audi firmaları ile birlikte sürücüsüz kamyon ve otobüs geliştirmeye çalışıyor. Tesla ise elektrikli araçlardaki performansını sürücüsüz araçlarla da perçinleme gayretinde. Arka planında çok ciddî araştırma-geliştirme faaliyetleri barındıran çalışmalar bunlar ve temelinde kazalar gibi insan odaklı ölümcül hataları en aza indirmek ve çevre ile dost ürünler ortaya çıkarmak yatıyor.

Sürücüsüz veya otomatik sürücülü araçlarla ilgili olarak tartışılan pek çok konu var. Kural ihlâli durumunda ve sürücüsüz araç çevreye veya herhangi bir canlıya zararı dokunacak bir fiile sebep olursa sorumlu tutulacak kişi kim olacaktır? Google sürücüsüz arabası, Amerikan Ulusal Trafik Güvenlik Kurulu (National Highway Traffic Safety Administration – NHTSA) başvurdu ve yaklaşık 5 ay sonunda ehliyet alma mücadelesini kazandı. Böylece “sürücü” kavramı, teknoloji desteğiyle farklı bir boyuta taşınmış oldu. Ülkemizde böyle bir araçla kazaya karışılsa, levye eşliğinde ilk sorulacak sorunun “ehliyetini hangi internet kafeden aldığı” olacağını zannediyorum.
Bu araç Türkiye’de olsa veya test edilse çok zorlukla karşılaşacağı kesin. Öncelikle yanlış tabelâ ve levhalar bu aracı kaza yapmaya sürükler. Hiçbir uyarı levhası olmadan aniden biten bir yol ile karşılaşınca ne yapar meselâ? Karşıdan gelen araçların “radar var!” anlamında yapacakları selektörü de anlayıncaya kadar yapay zekâsı devreleri yakar. Sürekli korna sesleri ile uyarmaya çalışanlar yüzünden otomatik pilot, bir süre sonra ses reseptörlerini kapatır. Düğün konvoyundaki araçlar komple sürücüsüz olursa ne olur biliyor musunuz, önüne durmadan fırlayan çocuklardan dolayı asla ilerleyemez.

Bu teknoloji henüz arzu edilen seviyeye gelmiş değil. Araçların sadece bulundukları çevreyi gözlemlemesi yeterli değil. Trafikteki diğer araçlarla da iletişime geçip karşılıklı olarak hareketlerini birbirlerine göre düzenlemeleri şart. Halihazırda güvenli sürüş için kavşaklarda gereğinden fazla yavaşladığı söyleniyor. Nitekim bir trafik cezasını, çok yavaş hızlarda seyredip trafiği tehlikeye sokma gerekçesi ile aldı. Trafik işaret ve işaretçilerini tanımada eksikliği olduğu, yollarda hasbelkader bulunabilecek herhangi bir çöp veya taş gibi engelleri algılamakta sıkıntı olduğu belirtiliyor.

Diyeceğim, öyle veya böyle, yakın gelecekte artık hayatımızda bu araçlar olacak. Elin oğlu, elektrikle çalışan, dünyanın her yöresindeki insan ve araçlarla meşveret edip onların davranışlarından bir şeyler öğrenerek, adeta total aklın sürdüğü araçlar geliştirmeye çalışırken, bizler, “gaz”la hareket ettirmeye çalıştığımız bir aracın elektronik ve mekanik bütün kontrollerini kuvvetler ayrılığı prensibini hiçe sayarak, tek bir kişinin eline vermeye çalışıyoruz. Almamız gereken çok yol var gibi görünüyor.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/surucusuz-arabalar_408317

Öne Çıkan Yayın

İthalya Cumhuriyeti

  İthalya Cumhuriyeti Bundan çok çok zaman önce, buradan uzak mı uzak bir ülke varmış. İyi-kötü, kendi ihtiyaçlarını üretebiliyor ve kimse...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: