Bu Blogda Ara

Arşiv

gençler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gençler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gitmek mi zor, kalmak mı...



Son yıllarda, sosyal medyada “Türkiye bir … kaybetti!” muhtevalı gönderileri çok sık görmeye başladık. Noktalı yerlere doktor, mühendis, yazılım uzmanı, avukat, mimar gibi nitelikli meslek isimlerinden birini koyabilirsiniz. Bu meslekleri edinmek için okunması gereken okullara girmek ve alınması gereken eğitimleri tamamlamak belli bir zeka-bilgi birikimi gerektiriyor, yani öyle her kolunu sallayanın icra edebildiği işler değil.

Okullara girebilmek için ortaokuldan ve hatta ilkokuldan başlayan uzun bir hazırlık maratonunu geçmek gerekiyor öncelikle. Okulu kazanmak yetmiyor, okurken günün şartlarına göre kendini yetiştirmek de lazım. Malum, teknoloji baş döndüren bir hızla gelişiyor ve daima yeni teknikler, yeni araçlar veya yepyeni kaynaklar ortaya çıkıyor, bunları takip edip kullanabiliyor olmak meslekî anlamda çok önemli. Literatürü tarayabilmek için yabancı dil de şart.

Hazırlık aşamasından başlayıp okul sonuna kadar uzanan masraflı bir süreç: Ders materyali (eskiden sadece kitaplar yeterli olabilirdi ancak günümüzde test kitapları, deneme sınavları, online ortamda takip için çeşitli abonelikler, bu abonelikler/dijital içeriklere erişebilmek için internet bağlantısı olan akıllı cihazlar gibi enva-i çeşit araç de eklendi), dershane-özel kurs-etüt salonuna yazılma… Sınavlara hazırlık kısmı, nereden bakarsanız, bir araba fiyatı kadar masraf çıkarıyor. Nereden baktığınız önemli, TÜİK ile EN-AG aynı şeye baktığı halde buldukları sonuçlar çok farklı olabiliyor.

Kazandıktan sonra da kitap/kaynak almak gerekiyor, bölümüne göre farklı ders araç gereçleri edinmek şart. Ayrıyeten, okullar piyasanın güncel ihtiyaçlarına göre eğitim vermeyebiliyor. Öğrenci piyasada kullanılan teknikler ve araçları öğrenebilmek adına fazladan kurslara yazılabiliyor veya piyasada geçerli olan çeşitli sertifika sınavlarına giriyor. Çoğu para tuzağı zaten bu sertifika sınavlarının da; hazırlanması ayrı masraflı, sınava girmesi ayrı… Yeme-içme, ulaşım, giyim, sosyal münasebetler de önemli bir yekûn teşkil ediyorken, şehir dışında okunuyorsa barınma ve seyahat masrafları da eklenecek haliyle.

Yabancı dil hazırlık bir sene, uzatma olmamışsa en az dört yıl süren lisans eğitimi, okul bittikten sonra iş sınavlarına/sertifika sınavlarına hazırlıkla geçen bir sene olmak üzere altı sene  gidiyor. Tıp eğitimi alanlar için, uzmanlık eğitimi ile birlikte bu süre on-on iki yılı bulabiliyor.

İnsan ömrünün en verimli yıllarının kullanıldığı, su gibi para harcanan, meşakkatli ve uzun süren bu sürecin sonunda, tam da artık bilgi birikimi ve yeteneğini faydaya dönüştürme sırası gelmişken, kendine, ailesine, çevresine, vatanına ve milletine yararı dokunabilecek duruma geldiğinde bu gençlerimiz neden ülkeyi terk edip yabancı diyarlara gitmek istiyorlar?

Gençlerimizin geleceğe dair umutları yok. Babadan, dayıdan torpilli değillerse, siyasî bağlantıları olan tanıdıkları yoksa veya bu bağlantıları satın alacak paraları veremiyorlarsa iyi bir iş imkanına kavuşamayacaklarını düşünüyorlar. Kendilerini ne kadar yetiştirirlerse yetiştirsinler, yazılı sınavlardan ne kadar yüksek puan alırlarsa alsınlar, mülakatlardan elleri boş döneceklerini ve “Selam ve dua ile…” notu ile biten bir referans mektubuna sahip kişilerin başarılı sayılacağını biliyorlar. Küçük bir azınlık “Babam sağolsun, işi alır dururum” derken geri kalanına şarkı sözündeki gibi “Kader sağolsun, ben giderim” demek düşüyor.

Akademik alanda kendilerini geliştirsinler ve orada kariyer yapsınlar diyecekseniz hiç demeyin. Geçenlerde bir üniversite, resmi gazeteye verdiği ilanda almayı düşündükleri adayın ismini yanlışlıkla yazdığını hatırlatayım, akademi dünyasının hal-i pürmelalini siz düşünün. “Rektör Baba”ların çiftliği gibi yönetilen üniversiteler, bütün akraba-i taallükatı işe almak için gayet uygun. Siyasî müdahalelerle, en iyi üniversitelerimizden biri olan Boğaziçi’nin içine düşürüldüğü durum ortada.

Ülke ekonomisi kötü durumda ve maalesef iyiye doğru gitmesini sağlayacak herhangi bir adımın atıldığı görülmemekte. Kamu kaynaklarının kötü kullanıldığı ve belli zümrelere sermaye transfer edildiği sır değil. Gerekli olup olmadığına bakmaksızın, rant oluşturmak için projeler düzenleniyor ve ihaleler iktidara yakın kişi ve kurumlara veriliyor. Hayvancılık can çekişiyor, tarım üreticisi “zarar edeceğime, yatarım” diye düşünüyor. Ülkemizde en bol yetişen ürünleri bile dışarıdan ithal eder hale geldik. Dış borçlar dağ gibi yükselmiş, rezervler suyunu çekmiş. Dışarıdan bulunan finansmana dünyanın en yüksek faizi ödeniyor.

Katma değeri yüksek ürün ve teknoloji üretiminde neredeyse yokuz. Lisan-ı hal ile “Niye üretelim ki, el oğlundan alabileceğimiz telefonu ve arabayı… İthal edenler, iki ürün parasını vergi olarak devlete versinler. Dağı taşı betona bulayacak işler yapalım, liman, maden gibi değerli yerleri yabancılara satalım, orman arazilerini imara açalım, zeytinlikleri yok edelim, rantın keyfine bakalım…” deniyor sanki.

Çalışarak kazanılması mümkün olmayan paralarla şatafatlı hayatlar sürenler, debdebe şovlarıyla sosyal ve sosyal olmayan medyanın her alanında at koşturuyorlar. Gözlerine sokulan bu ihtişamı kanunî ve meşru dairede kalarak elde edemeyeceğini bilen gençler, en kısa yoldan bu imkânlara sahip olmak için haram-helâl dinlemeden önlerine çıkan fırsatları değerlendirmek istiyor, borsa, kripto para, kaldıraçlı döviz piyasaları, online bahisler, kara para aklama, satılması yasak olan maddelerin ticareti ve burada sayamayacağımız bir sürü yöntem kullanmakta beis görmüyor.

Genelde suça göre değil, işleyene göre ceza yazan bir sistemde adalet olur mu? Barınamıyoruz diye tweet atan gençler anında polis marifetiyle bulunup tutuklanıyor, öte yandan depremde bas bas bağırıp yardım isteyenler ölüme terk ediliyor. Sesleri çıkmasın diye deprem sırasında twitter bant genişliği bile daraltıldı, kimse tweet atamaz oldu. Sokakta gasplar, cinayetler gırla gidiyor, gündüz ortası mafyalar arası çatışmalar çıkıyor ama ya tutuklanan olmuyor veya tuutklanan iki gün sonra salıveriliyor. Öğrenciler ise okulda gösteri yapsa copla susturuluyor, eleştirel sosyal medya paylaşımları sebebiyle anında soluğu hakim karşısında alıyor.

Kısaca, ifade hürriyeti yok, insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar ve günden güne yiyecek ekmek bulmakta zorlanıyorlar. Bir yolunu bulup yurtdışında yaşamayı tercih ediyorlar.

Peki, gitmek kolay mı ve gidilen yerde her şey mükemmel mi?

Öncelikle haberleşme imkânlarının arttığı günümüzde yurtdışından birileri ile temas kurmak eskiye nazaran daha kolay. İnternet vasıtasıyla başvurular yapmak mümkün. Ancak her ülkenin kendine göre şartları var. Kimi kendi dilini çok iyi bilmeyeni görüşmeye bile çağırmıyor. Yapılacak olan işe göre farklı tecrübe, sınav veya sertifikasyonlar şart koşulabiliyor. Bu sınavlar haliyle kolay değil, sıkı bir çalışma ve iyi bir dil bilgisi gerekiyor. Sonra vize bulmak sıkıntısı var.

Diyelim her türlü bürokratik engeli aşıp gitti bir kardeşimiz, orada yaşamak ne kadar kolay acaba? Kültür şoku, küresel olarak artan yabancı düşmanlığı, din ve inanç farklılığından kaynaklı olarak hijyen ve beslenme gibi gündelik rutinlerde bile zorluk çekme, gidilen ülkede vatandaş olmayanların hukukî olarak yaşaması muhtemel problemler… Sevdiği insanlardan ve memleketinden uzak kalmak da cabası… Yine de, çalıştıkları kadar kazanabilecekleri, yabancı ve kimsesiz de olsalar kanunların ve hukukun kendilerine sahip çıkacağı inancındalar.

Gitmek de kolay değil, kalmak da… Ama kalıp da, kimsenin gitmek istemeyeceği bir ülke olalım diye çalışanların işi en zoru. “En zor”a gönüllü olanlara selam olsun…

Link: Gitmek mi zor, kalmak mı? | Genç Yorum (gencyorumdergisi.com)

Dış Göçler

 

Dış Göçler
Dış Göçler

Dünyayı değiştiren, teknolojik olarak çığır açan pek çok cihaz, uygulama veya teknolojik yöntemin hikâyesine baktığımızda, bir hayal olarak başladığını, imkânsızlıklar içerisinde mütevazı bir garajda geliştirildiğini görüyoruz. Ne güzel, değil mi? Elin oğlu hayal kurabiliyor, hayalini şekillendirip bir surete büründürüyor, yeni fikirlerle geliştiriyor ve bu fikrin somut ürününü ortaya çıkarabileceği bir ortamı bulabiliyor.

Nitelikli bir iş gördükleri zaman yatırımcılar, sahibine “Sen kimsin, nereden mezun oldun?” diye sormuyorlar. Hattâ, mezun olup olmadığını bile merak etmiyorlar. İşe bakarak sahibini, sahibine bakarak işi küçümsemek gelişmiş ülkelerin yaptığı bir şey değil gibi.

Bir gencin arkadaşlarıyla birlikte kullanmak için yazdığı kod veya özel bir problemine çözüm olarak geliştirdiği uygulamanın büyüyerek küresel ölçekte insanlığın kullanımına açılması meselesine imrenerek bakıyoruz ve “Bizde niye yok?” diye soruyoruz. Galiba, en büyük eksiğimiz garaj sayımızın(!) az olması. Garajı bırak, Anadolu’da pek çok gencin kendine ait bir odası bile yok. Salonda, televizyonun sürekli açık olduğu bir yerde, misafirlerin gelip gittiği ortamlarda ders çalışabilirse çalışıyor. Hele kışın soba ile ısınan evlerde soba tek bir yerde yakılıyor. Gelen giden fazla olmasa bile tek odada televizyon, bilgisayar ve ev ahalisinin günlük hayat koşuşturmacası yeterli bir gürültü sağlıyor.

En iyi üniversiteye gidebilmek için iyi bir ortaokula ve daha iyi bir liseye gitmesi lâzım. Özel ders, dersane, nitelikli eğitim materyali herkesin her zaman erişebildiği imkânlar arasında değil. “Ders ve ekipman takviyesi almadan sınavlara hazırlanayım” dersen, okul müfredatı ile sınavların içeriklerinin uyumlu olmaması problemi ile karşılaşırsın. Zorunlu eğitim lise sonuna kadar sürüyor ve geleceğini teminat altına almak isteyenler için iyi bir okul kazanmak dışında bir seçenek kalmıyor gibi. Aynı sınava giren kişi sayısı artınca rekabet artıyor ve maddî imkânları sebebiyle bazıları daha avantajlı biçimde yarışıyor.

İyi-kötü bir okul tutturunca dertler bitiyor mu peki? Maalesef bitmiyor ve yeni dertler başlıyor. Okul harcı, yurt-pansiyon kalma ücreti, evde kalacaksa ev kirası, faturalar (öğrenci olunca elektrik, su ve doğalgaz faturaları daha az gelmiyor, internet ve telefonda ise cüz’î bir indirim olabilir) mutfak masrafı, okula gidip gelmek için yol parası, giyim-kuşam, ders kitabı, defteri, fotokopisi ve diğer kırtasiye masrafları gibi Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde en altta bulunan ihtiyaçlarının tedariği kara kara düşündürüyor. Devletimizin onlarca kat artırmasıyla övündüğü, karşılıksız olarak verilmeyen ve eğitim sonunda ister iş bulsun ister bulmasın, öğrenciden tahsil edilecek öğrenim kredisi ise, sıkı durun 650 lira!

Yurt sayısı ihtiyacın çok altında olunca anında doluyor. Öğrenci tayfasının “yurt”dışı sevdası da malum, hemen kiralık ev aramaya başlıyorlar. İstanbul’da en düşük ev kiralarının asgari ücret seviyelerinde dolaştığını da söyleyelim. Parasıyla bile ev bulmak zor. Büyük şehirlerde kalacak yer bulamayan öğrenciler “Barınamıyoruz” hareketi başlatıp parklarda sabahladılar. Eğitim şartları ve okullarıyla ilgili bir durumu protesto etmek için gözaltına alınma riskini göze almaları lazım. Bu memlekete ne lâzımsa, devlet büyüklerimiz getiriyor nasıl olsa…

Şanslı gençler, iyi bir öğretim kadrosunun olduğu okullarda okuyabiliyor ama ihtiyaç-performans ve piyasa dinamikleri hesabı yapılmadan her yere açılmış okullarda iyi bir akademik kadro bulmak da zor. Zamanında okulu bitiremeyen öğrencileri bekleyen bir GSS problemi sürprizi var! Devlet, öğrenciye diyor ki, “Senin yaşın ilerledi, kendi sigortanı ödemelisin, babanın-annenin sağlık sigortasından yararlanamazsın!” Öğrenci “Param yok, nasıl ödeyeyim?” dediğinde babasının gelirlerini bölüştürüp ona da bir miktar düştüğünü hesaplıyorlar.

Isparta’nın İslamköy’ünde doğup büyüyen çoban bir çocuğun, kendi imkânlarıyla çalışarak Türkiye’nin en iyi okullarında mühendislik okuyabilmesi ve yetenekleri sayesinde bürokraside/siyasette yükselmesinin devri geçti. “Selam ve dua ile…” kalıbıyla bitecek bir mektupla referans isteme şansı olmayan gençler bilgi ve yetenekleri ile uyumlu bir memuriyet kadrosu elde edemiyor.

Ekonomik şartlar, özel sektörde iş bulmayı ve o işte kalıcı olmayı çok zorlaştırdı. “Aileme artık daha fazla yük olmayayım, GSS primleri ödemek zorunda kalmayayım, KYK kredilerini zamanında ödeyebileyim, erkenden sigortamı başlatayım da emeklilik işim zora girmesin” gibi endişelerin gölgesinde gençlerimiz, işsizliğin ve enflasyonun tavanlarda olduğu zamanlarda, bulabildiği ilk sigortalı maaşlı işe yapışmak istiyor. Aileden başlayarak, fikren hür olamadığı bir ortamda büyüyen, boynunda bu kadar ekonomik prangalar bulunan bir genç, hayallerindeki işi bulabilecek mi veya hayallerine odaklanabilecek mi?

Haydi diyelim, başkalarının yanında çalışmadan, kendi hayalindeki iş için araştırma ve geliştirme fırsatı buldu ve kendi çabasıyla bir ürün-fikir çıkardı ortaya. Bu fikri ya da ürünü hayata geçirmek, seri üretime başlamak için şartlar müsait mi? Şirket kurması lazım, sermaye lâzım, iş gücü olarak ekip kurması lâzım. Daha para kazanmaya başlamadan maliye yapışacak yakasına, önce vergilerini öde diyecek. “Kazanmadım ki, neyin vergisini ödeyeceğim?” dese bile kimseyi inandıramayacak, kendisine “Senin gibilerini çok gördük, azıcık para kazanmaya başladınız mı kaçacak veya vergi kaçıracaksınız, neme lazım, şimdiden ben alabileceğim parayı alayım da…” denecek.

Eskiden, gelecek kaygısı olmaması ile bilinen tıp doktorluğu bile kendisinden kaçılan bir meslek oldu. Devlet hastanelerinde haddinden çok fazla iş yükü altında çalışmak zorunda kalıyorlar ve can güvenliklerinden emin olamayan sağlık personeli var. İçinde bulunduğumuz günlerde, yurtdışında çalışmak için pek çok doktorun istifa edip gittiği haberleri var.

Geçmişten gelen sıkıntılar ve gelecek endişesi, maalesef zor şartlar altında tahsil alarak yetişmiş insanlarımızın yurtdışına göç etmesine sebep oluyor. Karşılaşılan her zorlukta ilk öne sürülen sebep olan “dış güçler”in neyi ne kadar etkilediğini bilemem ama bu “dış göçler” devam ederse ülke olarak her alanda bizi zor günlerin beklediğini söyleyebilirim.

Dış göçleri engellemenin ve tersine çevirmenin yolu ülkenin iklimini değiştirmekten geçiyor. Fikir ve konuşma hürriyeti tesis edilmeli ki, insanlar gördükleri yanlışlıkları eleştirebilsin ve onları düzeltme imkânı olan kişilere seslerini duyurabilsin. Yoksa, karşısında herkesin sustuğu kötülükler sıradanlaşır ve adalet sistemi felce uğrar. Ülke kaynaklarını belirli zümreler paylaşır ve garibanlar yiyecek ekmek bile bulmakta zorlanır. Hürriyetsizlik, ekmeksizliği netice verir. Geleceği müphem küçük bir ekmeğini kaybetmemek için hürriyetinden geçenlerin kulakları çınlasın!

Hürriyetin tesisinden sonra bütün işlerin hak ve adalet çerçevesi içinde işlediği hissettirilmelidir. Toplumsal statüsü ve maddî imkânı ne olursa olsun, gereği kadar çalışan herkesin iyi okullara ve güzel mevkilere gelebileceği liyakat ortamı oluşturulmalıdır. İmkânlar ölçüsünde başarılı öğrenciler burslarla teşvik edilmeli, vergi indirimleri gibi müşevviklerle iş dünyasının genç girişimcilere yatırım yapmasının önü açılmalıdır.

Karşılaştığı zorluk karşısında pes edip dışarıya kaçmak en ucuz kurtuluş olabilir ve kaçan kişi sadece kendini kurtarmış olur. Ülkesinde kalarak zor şartlar altında hürriyet, hak, adalet ve liyakat mücadelesini sürdürenlere selam olsun. Meyvelerini kendileri görmeseler bile sonraki nesillere eşsiz bir hediye bırakmış olacaklar. Bir şarkının dizelerinde geçtiği gibi “Şehre bir film gelecek, bir güzel orman olacak, iklim değişecek ve Akdeniz olacak, hadi gülümse!”

Link: https://www.gencyorumdergisi.com/2021/11/dis-gocler/

Yeeeni Türkiye…


 

Eski Türkiye ne kadar kötüydü… Çalış, çabala, notlarını yüksek tut… Sınavlara hazırlan, iyi okullara gir. Girdiğin okulu iyi derecelerle bitir, iş sınavlarına hazırlan… Yazık, ömrü çalışmakla geçiyordu insanların.

Yeni Türkiye’de bunları yapmaya gerek yok artık. Yani, isteyen yine hobi olarak yapsın da, pek bir sonuç elde edemeyebilir. Sınıfta kalmak nasılsa yok, temel eğitimi istediğin gibi bitirebilirsin. Sonra Almanya başbakanı Merkel’e “üfff” dedirten 207 üniversitemiz var. Üniversiteye girmek isteyen illa ki onlardan birine girer. Yahu, girmese de çok dert değil. Yeeeni Türkiye’de, mülakatta tek bir soruyu doğru cevaplayan, en iyi işleri ve makamları kapar: “kimin yeeenisin?”

Diploma istenirse, sahte diploma kolayca sağlanabiliyor zannedersem. Milli Eğitim Bakanlığı’nda bile sahte diplomayla öğretmenlik yapanlar varmış. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’na yönelttiği, sahte diplomalı kaç öğretmen ve personel çalıştırıldığı sorusuna MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı tarafından, sayı meselesine hiç girilmeden şöyle cevap verilmiş:

“Bakanlığımız personellerinin, diploma veya geçici mezuniyet belgeleriyle ilgili yürütülen inceleme soruşturma çalışmaları sonucunda sahte olduğu tespit edilen diploma veya geçici mezuniyet belgesine dayalı olarak yapılan atama işlemleri iptal edilmiş olup ilgili personellere yönelik adli makamlara suç duyurusunda bulunulmuştur. Başvuru yapan öğretmen adaylarının, başvuru esnasında mezuniyet ve diploma bilgileri YÖKSİS’ten gelen mezuniyet ve diploma bilgileri ile karşılaştırılarak bilgilerin doğruluğu sağlanmaktadır.”

Aslında sahtelik işlerine girmeye çok gerek kalmadı çünkü üniversitenin kazandırdıkları artınca üniversite kazanmak kolaylaştı. Bir kere, hazırlığıydı, sene uzatmasıydı derken dört yıllık bir okul 5-6 yılda anca bitiyor. Bu gençler bu süre boyunca işsiz sayılmıyorlar. İşsizlik oranımız muazzam bir şekilde düşüyor. Okumakla geçirdiği süre boyunca memleket meselelerine de fazla kafa yormayacak bu gençler. Okusun, eğlensin ve gençliğinin tadını çıkarsın. Okul bittikten sonra, "yeeeni" olduğu kerlifelli bir dayısı-amcası yoksa istediği gibi iş bulamayacağını anlayan gencimiz, iş aramaktan da vazgeçmek suretiyle bir kez daha işsizlik oranlarını düşürecektir. Daha ne olsun…

Üniversite dediğin, geniş bir kampüs ister. Arsalar bulunacak, imarlar düzenlenecek, binalar dikilecek. Müteahhit arkadaşlara mükemmel bir kazanç kapısı… Şehir dışından gelecek öğrenciler ev tutacak/yurtta kalacak, yiyecek-içecek, kıyafet alacak, kırtasiye malzemeleri sarfiyatı olacak, kitap alacak, fotokopi çekecek. Genelde kampüsler şehir dışında olur, toplu taşıma kullanacak. Kaç esnaf ihya olur, siz hesaplayın.

Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi

Eğitimci kadrosu ve idari kadro ile bir üniversite istihdam kapısıdır aynı zamanda. İşine gelen adamı rektör yap, kim ne karışır. İşine gelen adam, işe gelme şartlarını mı karşılamıyor, bir kararnameyle şartları değiştir, öyle işe al. Sonra bir başka kararnameyle yine eski haline getirirsin nasıl olsa. Rektörler akrabalarını doldursun kadrolara, ortalık şenlensin. En son, Kâtip Çelebi Üniversitesi ile ilgili bir haber çıktı: rektör, rektör yardımcısı, dekan ve öğretim görevlileri arasındaki 27 kişi akrabaymış ve bunlardan 16’sının şube müdürlüğü kadrosuna ataması sınavsız yapılmış. Rektör bey, adeta “Kâtip benim, ben rektörüm, el ne karışır? Yakınlarıma akademik cübbe ne güzel yaraşır” ve “kadrolar açayım, eli kalem tutan akrabalara, kâtip arzuhalim yaz ilana böyle...” türküleri eşliğinde doldurmuş kadroları. Akrabalara özel, sadece onları tarif eden ve başka birilerinin karşılamasının imkânsız olduğu şartları listeleyip, o şartlara uyan kişileri almıştır muhakkak... Akraba içinde liyakatin gözetilmediğini söyleyemeyiz. Akraba-i taallükat, liyakat ve Kâtip kelimelerini birleştirerek “Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi” diye ismini değiştirsek yeridir.

Üniversitenin kazandırdıkları bitti mi? Bitmedi; Oksijen gazetesinin haberine göre yüksek lisans ve doktora öğrencileri için para karşılığı tez yazma sektörünün büyüklüğü 200 milyon lirayı aşmış. Yılda yaklaşık 30 bin tezin üçte birini para karşılığı yazılan tezler oluşturuyormuş. Tez yazdırmanın maliyeti 4 bin ila 15 bin lira arasında değişiyormuş. Tee Zeki Müren’den bir şarkı gelsin konuyla ilgili: “Tez geçse de, her çalışmada bin hatıra vardır, tez işinde iyi para vardır…”

Tezleri yazanlar da akademisyen tabi. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu hareketler akademinin ruhuna zıtlar, âdem-i akademi olan zatlar, oluşturursa böyle tezatlar, adem-i akademi olur, eğitim sistemi hepten patlar…” Ben de derim ki, “mesele, yükseltmekse AK âdemi, gerekirse yıkılsın akademi…”

Link: 

Gençlerin Problemleri

Gençlerin problemleri


Konya Millî Eğitim Müdürlüğü’nün “Gençlik ve İnanç” konulu çalıştayında, imam hatip öğrencilerinin “deizme kaydığı” sonucuna ulaşıldı.
Önemli tesbitlerden birkaçı şöyle: “İtikadî anlamda sorunları olan gençlerde özellikle deizm inancı ön plana çıkmakta, ateizm bu bağlamda daha geride kalmaktadır. Kader, Allah’ın zatı ve tasavvuru, sabır, tevekkül gibi konular anlaşılamamıştır. Hurafeler din addedilmektedir. Dini anlatan kişiler arasında yaşanan tartışmalar ve sunulan dini bilgilerdeki tutarsızlıklar gençlerde din düşüncesinin saygınlığına zarar vermektedir.”

Ulaştığımız teknoloji itibarıyla henüz bir “imanometre” icad edilmiş değil ve imanların varlığını veya derecesini ölçemiyoruz. Kişilerin kendi beyanı olmazsa kimseye imanı üzerinden bir etiketleme yapmak da doğru değil. Muhtemelen çalışma, öğrencilerin davranış ve tutumlarına, hocalarına sordukları sorulara ilişkin gözlemler üzerine bina edilmiştir. Bina demişken, “dindar” nesil yetiştirmek isteyen anlayış, bolca imam-hatip lisesi, cami ve ilahiyat fakültesi açarak bunu gerçekleştirmek istese de, mesele öncelikle bir iman zaafiyeti meselesidir. Binalar kurarak, isim ve resimleri değiştirerek “oldu da bitti maşallah!” gibi tepeden yaklaşımlarla halledilebilecek türden değildir. Yanlış uygulamalar sonucunda sünneti ve hadisleri reddeden insanlar ortaya çıkar, kimi de modaya uyar ve kendini “mezhepsiz insan” sürümüne günceller.

GENÇLERİN KAFASI NEDEN KARIŞIK?

Misal, “Emsile” okumuş, ama iktidar gücüne sahip olunca “emsal değeri” belirlemeye başlayan, bina ruhsatı dağıtmasıyla beraber azimeti terk edip ruhsatla amel etmeye başlayan, türlü bahaneler ve isimler bularak faiz, rüşvet ve yolsuzluklara bulaşan, yapıp ettiklerini “İslâm’a hizmet” kisvesi altında meşrûlaştırmaya çalışanları görürse kafası bulanır. Aynı şekilde, seksen milyon insanın gözlerinin içine baka baka yalan söyleyen, dün söylediğini bugün inkâr eden yöneticileri görürse şaşırır.

Ahlâkı ve psikolojisi nasıl bozulmasın ki? “Bihter” ölçeği ile 9 şiddetinde ahlâkî depremlere sebep olan, lüks içindeki şatafatlı hayatları anlatan dizileri seyrediyor. Onlara bakmasa, bolca kan, şiddet ve ırkçılık ihtiva eden, hamasi nutuklarla dolu, hukuk dışı/mafyavari yöntemlerle iş görülen, durmadan silâhların patladığı yapımlar ya da bugünün siyasî figürlerinde olması beklenen duruş ve özelliklerin, tarihi anlatmak bahanesi ile tarihî şahsiyetlere giydirildiği ve gerçeklerden kopuk dizilerden kaçamıyor.

Gençlerimiz bugün, ihale kapmak veya iyi bir işe girmek için “dayı” sahibi olmak gerektiğini görüyor. “Dayizm” diyebiliriz buna… “Hareketlerine yeter ki riya kat, liyakat yoksa bile yükselebilirsin” prensibi ile ani yükselenlere şahit oluyor. Emek harcamadan, haram helâl dinlemeden kısa yoldan köşeyi dönenleri görüp özenebiliyor: Küfür etme haricinde özelliği olmayan kifayetsizlerin youtuber olup para, şan şöhret sahibi olduğunu görüyor, 13-15 yaşlarında olup sahnelere/ekranlara çıkan şarkıcılara imreniyor, milleti dolandıran tosuncuklara gıpta ediyor. Tahsilin veya çalışmanın kendisine katacağı bir şey olmadığına inanıyor ve sanal bahis/kumar sitelerinden medet umuyor. Sistemi, müfredatı ve sınavları defalarca değişen eğitimden zaten fazla bir beklentisi yok. Hoca, öğrenci sayısı ve istihdam imkânları gibi hesaplar gözetilmeden her yerde mantar gibi türeyen üniversitelerde kalite yerlerde sürünüyor.

Sayın Cumhurbaşkanı, okulların altına otopark yapma projesinden bahsetti geçenlerde. Ben şahsen çok anlamlı buldum. Altları o kadar oyulan ve boşaltılan okullarda o boşluğu bir şekilde değerlendirmek lâzım tabi…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/genclerin-problemleri_458426

Yüzde Onluk Garaj

Zaman zaman duyarız: “mütevazi bir garajda geliştirilen falanca yazılım-mobil uygulama, filanca algoritma-arama motoru veya feşmekânca işletim sistemi bugün milyarlarca kullanıcıya ulaştı”. Tabi bunların hepsi yurtdışında olur genelde. Sonra da “neden bizde böyle güzel gelişmeler olmaz?” diye sorarız.
Neden olmaz, çünkü gençliğimizin önünde üretici düşünceyi kısıtlayan birtakım engeller var:
Bir kere, ilk ve ortaöğretim çağlarında gençlerimizin önünde sürekli sınav hedefleri var. İlkokul sonunda özel ortaokullara burslu olarak yerleşmek isteyenler okulların sınavlarına giriyor. Ortaokulda TEOG sınavları var. Aslında ortaokul ve lise sınavlarının tamamı bir hedefe matuf; iyi bir üniversitede iyi bir bölüm kazanmak! Aileler de çocukların hayatının tek gerçeği buymuş gibi davranıyorlar. Çocuk bir spora mı meraklı, “üniversiteyi bir kazan, sonra istediğini yaparsın”. Yabancı dil mi öğrenmek istiyor, “nasıl olsa üniversitede hazırlık okursun, orada öğrenirsin”. Haftaiçi okul, haftasonu dersane, kurs veya özel ders derken, çocukların hobi edinmeye zamanı kalmıyor. Anadolu’da bırakın garaj bulmayı, kışın tek odada soba yandığı için rahat bir çalışma ortamı bile bulamıyor.

4+4+4 sistemi ile birlikte, artık lise bittiğinde 18 yaşında olması garanti edilmiş olan gencimizi bekleyen bir başka sürpriz var: GSS primi! “YGS’yi anladık da, ya GSS primi nasıl bir engeldir?” derseniz, devlet gencimize diyor ki: “18 yaşına geldiğine göre artık anan-baban sana bakmak zorunda değil, sigortalarından faydalanamazsın. Kendi sigortanın çaresine kendin bakacaksın.” Gencimiz cevaben “ama ben çalışmıyorum ki, paramı babam veriyor hâlâ… hem daha üniversite sınavına yeni girdik, söz bir yere yerleşeceğim” dese de, kendisine “evine gelir, testimizi yaparız, hem korkma dediğin gibi fakirsen sana prim ödetmeyiz be oğlum!” denir. Gelirler, gelir testi yaparlar ve derler ki “bu evin bir maaşı var, baban zorunda olmasa da sana bakıyor. Yani senin gelirin var. Ailede 4 kişisiniz, böl maaşı dörde, ne etti: 750 TL”. Babasının sigortasını kabul etmeyen devlet, babasının parasını gelir sayıyor ve bu gencimize aylık 65.88 TL tutarında bir prim çıkıyor. Meselâ adam başı gelir 1647 TL ile 3294 TL arasında olsaydı gencimizin aylık ödemesi gereken tutar 197.64 TL olacaktı. Allah muhafaza gelir testi yaptırmayan veya adam başı gelir tutarı 3294 TL ve yukarısı olanlar için sıkı durun: 395.28 TL! Kira gibi yemin ediyorum. Peki karşılığında ne alınıyor bu primin? Doğrudan bir ürün veya hizmet alınmıyor aslında. Yani “ya bir şey olursa” diye peşinen ödenecek bir meblâğ. GSS ile ilgili en güzel ve veciz anlatımı Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde “Beyinsiz Adam” rumuzuyla yazan köşeyezarı yapmış. 12 Ocak 2016 tarihli yazısında “lahmacuncu” analojisi kuran yazar şöyle diyor:

Bir lahmacuncu var, sizi arıyor ve “Kardeş senin için lahmacun hazırladık, istediğin zaman gel al” diyor.
“Hayırdır ne alâka?… İstemiyorum” diyorsunuz. “Biz istiyoruz” diyorlar. Aradan yıllar geçiyor ve lahmacuncu sizi arıyor.
“Kardeş şu lahmacunların parasını ödesen?”
“Ne lahmacunu?”
“Biz üç yıldır her gün sana lahmacun hazırlıyoruz. Aslında hazırlamıyoruz da, istesen hazırlardık yani. Borcun 7 bin lira.”
“Mafya mısınız siz?”
Derken bir gün, açlıktan kırılırken lahmacuncuya gidiyorum. “Ya şu lahmacun hakkımı versenize, zaten almadığım halde borç yazıyorsunuz, bari yiyeyim, karnım aç” diyorum. “Veremeyiz” diyorlar, “önce şimdiye kadar yemediğiniz lahmacunların parasını ödemeniz lâzım”

Geçtiğimiz hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun GSS ile ilgili açıklamaları olmuştu, buna göre; Türkiye genelinde 5 milyon 390 bin 455 kişi, gelir testi yaptırma yükümlülüğünde olmasına rağmen yaptırmamış! Bu durumdaki kişilerin toplam borcu: 10 milyar 962 milyon 923 bin lira! Kişi başı ortalama borç: 2 bin 33 TL. Çoğu bunun farkında değil, farkında olanlar da protesto maksadıyla veya en yakın seçime doğru bir borç silinmesi umudu ile borçlarını ödememekte ve borç günden güne artmakta.
Üniversiteyi kazanıncaya kadar hayatı donduran gençler, üniversite sonrasında da GSS’ye takılmamak için ilk hedef olarak sigortalı bir işe kapak atmayı düşünüyor velâkin bu sefer karşılarına askerlik yapmadıkları gerçeği çıkıyor. Tecrübesiz ve askerliğini yapmamış birine işverenler fazla sıcak bakmazlar tabi. Askerlik, iş derken evlilik yoluna giren bir genç, cesaret, şevk ve azim isteyen girişimcilik kapısını artık kapatmıştır, geçmiş olsun.

Geriye kalıyor üniversite yılları… Ümit ve hayallerin zirvede olduğu bu seneler de öğrenciler için maalesef, maddî olarak yokluk içerisinde geçer. Doğru düzgün ev ve mutfak eşyası alamaz, ama bilgisayarının fiyatı ikinci el bir araba fiyatı ile yarışabilir. Cep telefonları da full aksesuarlı ve son modellerden olur, ancak içerisinde dakikası ve interneti olmaz. Evdeki internet de komşularla ortak kullanılan internet olur ve ayın ilk haftasında adil kullanım kotasının hışmına uğrarlar.

Peki saydığımız bütün engellerden sıyrılarak bir şeyler yapmaya çalışanlar yok mudur? Tabiî ki vardır, ancak onları da bekleyen başka engeller vardır. Meselâ tüzel bir kişilik altında yapılmayan işleri kimse kaale almayacağı için şirket kurulması gerekir. Bu da herkese potansiyel “vergi kaçakçısı” muamelesi yapılan yerde çok zordur. Füze kalkanı alım şartnamesinin bir inşaat projesi şartnamesinden devşirildiği memleketimizde maalesef internet, mobil ve yazılım gibi teknolojik altyapıya dayanan projelere verilen teşvik ve destekler de bu tarz projelerin ruhuna ve özel yapısına uygun olmayabiliyor.

Sonuç olarak, kin ve garez kapıları kapanıp, garaj kapıları gençlerimize açılırsa, küresel projelere ev sahipliği yapabileceğimizi görürüz.
Haydi gençler, garajlara!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/yuzde-onluk-garaj_391210
Tarih: 28 Mart 2016

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: