Bu Blogda Ara

Arşiv

Büyük Resim

Olayları tek boyutuyla değil bütün boyutlarıyla değerlendirmeye, küçük ayrıntılarda boğulmadan olayların bütününe bakmaya “büyük resmi görmek” diyorlar.
Büyük resmi görenler veya gördüğünü zannedenler, kamuoyunu da kendilerine malum olmuş bilgilerle donatmak isterler. Basit gibi görünen olayların arkasında çok karmaşık hesapların döndüğünü iddia edebilir, karanlıkta kalmış ve karmaşık görünen olayların da çok basit açıklamaları olduğunu söyleyebilirler. Beylik lafları ve komplo teorileri hiç bitmez.

Türkiye’nin son yıllarına baktığımızda büyük resmi çizme işi o kadar ilerledi ki adeta bir rönesans dönemi yaşanıyor. Siyasilerden gazetecilere, yazarlardan taksi şoförlerine ve en nihayetinde kahvehanelerde bulunan ehl-i vukuf heyetine kadar pek geniş bir yelpazede büyük resim çizicisi var.

Çizilmiş bir kaç büyük resim örneği:

“One minute” ile İsrail’in en büyük düşmanı olduğumuzu, İsrail’in artık bizden korktuğunu söylediler. Büyükelçimizin alçak bir iskemleye oturtularak muma çevrilmeye çalışılması sonrası İsrail ile diplomatik ilişkiler minimuma indirildi. Halbuki o hengamede iki ülke arasındaki ticaret hacminin katlanarak arttığı anlaşıldı. 2015 yılı sonlarına gelinince İsrail’in bizim “dostumuz” olduğu ve iki ülkenin birbirine ihtiyacı olduğu hatırlandı. Mavi Marmara sonrası Türkiye’nin vetosu yüzünden İsrail NATO’nun Akdeniz’de yaptığı tatbikatlara katılamıyordu. Türkiye önce tatbikatlara katılması için vetoyu kaldırdı, ardından NATO karargâhında üye olmadığı halde daimi ofis açmasına onay verildi. Bir “bağış” karşılığı Mavi Marmara konusunun mahkemelerde tamamen bitmesi için anlaşmaya varıldı.

Emevi Camii’nde namaz kılma isteği ve Esed’e ömür biçme ile resmi kanallardan ifade edilen Suriye politikamız için çizilen büyük resim, Ortadoğu’da “oyun kuruculuk” pozisyonuna yükseldiğimiz ve bu coğrafyada bizden habersiz artık bir yaprağın bile kımıldamayacağı şeklindeydi. Yakın zamanlarda Numan Kurtulmuş’un itirafıyla Suriye politikamızın baştan beri hatalı olduğu ifade edildi. Gelinen noktada sayıları yüzbinleri bulan ölü, milyonları geçen mülteci, isimleri herkese göre değişebilen enva-i çeşit terör örgütleri ve adı başlangıçta “özerk” veya “güvenli” de olsa Suriye’yi bölme noktasına gidebilecek bölgeler oluştu.

Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağı düşürülmesiyle iki ülke arasında başlayan gerginlik kısa bir sürede turizm ve ticareti de etkileyip siyasi, askeri ve ekonomik bir krize dönüşünce Rusya’nın ezelden düşmanımız olduğunu, kendisiyle her türlü savaşa girmeye hazır olduğumuzu, ısınmak için tezek yakabileceğimizi söyleyenler oldu. Bir özür mektubu ile başlayan süreçte Rusya ile barışınca, “Şangay Beşlisi’ne biz de girelim, olmadı Asyalı kankalarla ‘Kankasya birliği’ kuralım” deme noktasına gelindi. Halep olayları yüzünden Rus büyükelçilik binasına protestoya giden bazı büyük resimciler, Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi üzerine ertesi gün taziyeye gittiler. Bir barışıp, bir kavga ettiğimiz Rusya’nın yarın dost mu yoksa düşman mı olacağı belli değildir.

Bir diğer büyük resim de Avrupa ve NATO temelindeki Batı ile olan ilişkiler hakkındaydı. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği uyum yasaları çıkarılıyor, AB tam üyelik müzakereleri yapılıyor ve tarihler belirleniyordu. Ülke üzerindeki bütün vesayetleri bitirmek için gerekliydi bütün bunlar. Gelinen noktada AB’ye çok da ihtiyaç duymadığımız, Avrupa’nın bizi (özellikle Almanya) kıskandığı, NATO’nun bir terör örgütü olduğu ve “üst akıl” denilen Amerika menşeli bir yapının ülkemizde kötü giden her işin altında imzası olduğu ifade edilmeye başlandı.

Altın oran kıstası getirilmeli

Madem büyük resim konusunda neredeyse bir rönesans yaşanıyor, estetik kaygıları da bertaraf etmek için bu resimlere bir kıstas getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Misal, “altın oran” kullanımı zorunlu hale getirilebilir. Ecnebilerin kullandığı altın oran, yaklaşık olarak 1,61 civarında bir sayı. Bunu böyle kullanmak zorunda değiliz. Neden yerli ve milli bir altın oran belirlemeyelim ki? Alternatiflere baktığımızda “en az 3” diyerek bir ucunu açık bırakabiliriz. Hem de böylece Avrupalı’nın oranını da neredeyse ikiye katlamış oluruz. Hatta milli altın oranımız, “rabia” ile uyumlu olup “4” olarak da belirlenebilir. Benim favorim ise, kendisi büyüdükçe resmi de büyüten dolar kuruna endekslemek. Büyük resmini kuru boya ile çizmiş tuzu kuru çiziciler için de daha uygun olur dolar kuru, hem sabit değil hem de istediğin zaman resmi silip yeniden çiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-resim_422419

Bir Demokrasi "Trump"vayı

20 Ocak 2017 tarihi itibarıyla ABD’nin 45. başkanı olarak seçilen Donald Trump, resmen görevine başladı.
 
Adaylığını açıkladığı günden beri çok konuşuldu. Emlak ve inşaat işleriyle uğraşmıştı, zengindi. Göçmenler, Müslümanlar, terörle mücadele ve güvenlik konularındaki sözleri çok tartışıldı. Meksika sınırına duvar çekmek istediğini söyledi. Çin ve Meksika gibi ülkelere karşı sert tutumları oldu. İsrail ve Rusya ile dostane ilişkiler kuracağının sinyalini verdi. Kendi ülkesinin medyasıyla polemiklere girdi. Mesajlarını vermek için doğrudan twitter hesabını kullandı.

Güçler ayrılığının en sert şekilde uygulanıyor olduğu görünen memleketinde, söylediklerinin ne kadarını nasıl yapar bilemeyiz. Askerî, ekonomik ve siyasî gücü sebebiyle ABD’nin dış politikası dünya üzerinde pek çok ülkeyi etkileyecek seviyededir. “Komşusu” sayılabilecek ve stratejik müttefiki olan Türkiye de gelişmeleri merakla izleyenler arasında. Adaylık sürecinin başlarında Müslümanlar ve göçmenlerle ilgili sözlerini eleştirenler, nasıl olduysa zamanla kendisine sempati duymaya başlamışlardır.

Bizde Trump’ın gelişine sevinenler, kendisi gibi popülizmden beslenen siyasetçilerdir. Popülist siyasetçiler sokaktaki vatandaşa hitap ettiklerini, büyük sermaye grupları ve güç odaklarının vesayetini bitireceklerini, her şeyi halkın iyiliği için yaptıklarını ve halkın büyük çoğunluğunun kendilerinin yanında olduğunu söylerler. Sloganlarla konuşurlar. Toplumda gerilim, elektriklenme ve kutuplaşma arttıkça prim yaparlar. Gerilim, elektrik deyince aklıma fizikte “OHM Kanunu” olarak bilinen ve bir iletkenin üzerindeki iki noktadan geçen elektrik akımı, potansiyel farkı ve direnç arasındaki ilişkiyi tanımlayan formül geldi. OHM Kanunu’nu özetleyen “V=İ.R” formülüne bakarsak; Voltaj (gerilim, iki nokta arasındaki potansiyel fark): V Akım: İ Direnç: R ile temsil edilmektedir.

Gerilimi arttırdıkça, kendisine doğru gelen oy akımının da arttığını gören popülist siyasetçi, direncin küçük ve sabit değerli olduğunu anlamıştır.

Sonuç: Ver gerilimi, gör coşkuyu!

Bir de okulda öğrenilen bilgilerin hayatta nerede kullanılacağını hep soran “popülist” öğrenciler vardı. İşte kardeşim, lisede “vir” diye kısaltarak öğrendiğimiz bir elektrik formülü, pekalâ siyasal ve sosyal alanda “vir kardaşım, oyunu bana vir” denerek uygulanabiliyormuş! “Paran varsa ne rahat” ifadesiyle hatırlanmaya çalışılan ve “İdeal Gaz Denklemi” olarak bilinen “P.V=n.R.T” formulasyonun popülist siyaset cenahındaki uygulamalarını da araştırmak isterdim, ancak formüldeki bazı harflerden dolayı başımın belâya girmesini istemiyorum.

Popülist siyaset, gerçekleri çarpıtmayı, eğip bükmeyi ve işine geldiği gibi yorumlamayı sever. Halkın sahip olduğu araçların sayısının çokluğunu, refah seviyesinin artışının ispatı olarak sunarken, beş ay sonra aynı araç sayısından bu sefer de israfın göstergesi olarak bahsedebilir. Araç demişken, demokrasi kendisi için bir araçtır, özgürlük de tünelden, köprüden ve havalimanından geçtiğine göre o da bir çeşit araç veya araçta taşınabilecek bir şey olmalıdır. Köprüyü geçtikten sonra özgürlüğe başka bir şey denip denmeyeceği henüz belli değildir. Havaalanından geçen özgürlüğün ülkeyi terk edebileceği endişesi tedirgin etmektedir. Yıllar sonra özgürlük, başından geçenleri “bir demokrasi Trump’vayı aldı beni…” şarkısıyla anlatabilir… İnşaat ve emlak meraklısı Trump’ın dikkat etmesi gerekir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bir-demokrasi-trump-vayi_421795

Ergen Seçim

Türkiye’de devletin yönetilme biçimini yeniden tanımlamayı hedef edinmiş bir anayasa değişiklik paketi TBMM’de tartışılmaya ve oylanmaya başladı.
 
Meclis komisyonu çalışması sonrası 18 maddeye düşürülen teklifin maddeleri teker teker oylanırken, millet de maalesef “oyalanıyordu”. İlk günlerinde Meclis TV görüşme ve oylamaları yayınlamayınca bazı milletvekilleri kendi imkânları ile internet üzerinden yayın yaparak duyurmaya çalıştı.
Vekiller arasında gerilimli anların yaşanmasına sebep olan tartışmalar içerisinde meclisten geçirilmeye çalışılan pakette özetle TBMM ve şu andaki hükümetin sahip olduğu yetkilerin cumhurbaşkanına devredilmesi yer alıyor. Cumhurbaşkanının icraatları üzerinde denetim mekanizmalarının tesis edilmemesi, meclisi istediği zaman feshedebilmesi ve yüksek yargı mensuplarını atayabilmesi, kuvvetler arasında ayrılık gayrılık bırakmayan “kuvvetli” bir yapıştırıcı olarak değerlendiriliyor.

Anayasa paketinin hukuki olarak problemleri Ahmet Battal Hoca’mızın alanına girdiği için oraya havale ediyoruz. Sadece şunu söylemek istiyorum, göründüğü kadarıyla muhalefet tarafının, tanınmış hukukçuların, hatırı sayılır sayıda araştırmacı ve gazetecinin pakete getirdiği “tek adam hükümranlığı” ve denge-denetim sistemlerinin kaybolması şeklindeki eleştirilere paketi hazırlayanların verebildiği doyurucu bir cevap yok.

Sloganlar seviyesinde savunmalar var: “Başkanlık gelecek, dertler bitecek!” ve “Muhalefet karşı çıkıyorsa iyi bir şeydir!”. Bekir Bozdağ’ın 1920’li yıllara yaptığı referans, niyetleri hakkında yeterince fikir veriyor.

Getirilmek istenen modelin dünyada başka bir benzeri yok. Bilinen bütün başkanlıklardan daha güçlü ve pekiştirilmiş bir sistem bu. Türkçe’de isimlere pekiştirme anlamı katmak için “m, p, r, s” harfleri ile biten bir hece eklenir.

Seçeneklerimize bir bakalım:

Bambaşkanlık: Aklınıza gelen bütün başkanlık modellerinden başka, bambaşka bir sistemdir.
Başbaşkanlık: Başkan olarak geleceği düşünülen kişinin her konuda ve her daim ve yüksek perdeden konuştuğuna bakılırsa gelecek olan sistemdir.
Bopbaşkanlık: Ortadoğudaki gelişmeler ve son dönem edinilen “dost” ülkelere bakılırsa, sistemin ulaşacağı nokta olabilir.
Birbaşkanlık: Bir tek başkanın olduğu, başka bir kurum veya kişinin olmadığı, varsa bile hükmünün olmadığı sistemdir.

Anayasa paketinde bulunan bir madde de seçilme yaşını 18’e düşürmektedir, ki geçen hafta oylanmış ve kabul edilmiştir. Buna göre 18 yaşını tamamlamış ve askerlikle ilişkisi olmayanlar, milletvekili adayı olabilecekler.

Türkiye’de genelde liseden mezun olma yaşı 18’dir. Yarış atı gibi hazırlanılan ve maddî-manevî hayatı ıskalattıran sınavlar silsilesinden geçmiş çocuklar, eğer “çürük” raporu alıp veya şansı varsa “bedenli” yerine bedelli fırsatından yararlanarak askerlikle ilişkisini bitirenler milletvekili olabileceklerdir. Eskiden okumak isteyenler okur, istemeyenler de çalışmak suretiyle erkenden hayata atılırlar ve elleri ekmek tutardı. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkmasıyla liseyi bitirmeyen artık yok gibidir. Sistemin zorlamasıyla “yüksek yüksek tahsiller”i kazanmak için o ana kadarki ömrünü vermiş, ailesinin o güne kadar kendisini hayatın acımasız gerçeklerinden koruduğu ve henüz ergenlik psikolojisini üzerinden atamayan insanlardan bahsediyoruz. Mecliste çoğunluğu oluşturan kişiler “ergenler” olsa ne olurdu?

• “Her seçim, ergen seçimdir” hükmü tescillenirdi.
• Genel kurul toplantılarında devamsızlık artar, arkadaşının yerine imza atmalar görülürdü.
• Komisyon çalışmalarında başkan 15 dakika boyunca gelmese, komisyon düşerdi.
• Dış politikada “atar”dan geçilmezdi: “Ben önce atılan bombaya bakarım, bomba mı diye, sonra atana bakarım, adam mı diye…”
• İçinde “vurur yüze ifadesi” ve “bi’tanesi” kelimelerinin bolca geçtiği demeçler verilirdi.
• Sürekli kavgalar çıkardı.
• Birbirini ısıranlar olurdu.
• Aforizmik özellikli ve “ayar verici” mesajlar sosyal medya hesabından paylaşılırdı.
• Kendi iradelerini kullanmalarına izin verilmezdi, kendileri adına verilmiş kararlara uymaları istenirdi.

Bunlar çok tanıdık geldiyse, biz ergenleri çoktan seçmişiz demektir. Bir sonraki seçimde dikkatli olup ruhu ergenleri seçmemeye dikkat etmeliyiz…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ergen-secim_421145

Müteahhit Fikri

Müteahhit Fikri
Çocukluğumda sıkça duyduğum bir kelime vardı. O dönem çok popüler olan “Kara Şimşek” dizisinde kendi kendine hareket edebilen, suçluları yakalayabilen, bu işlemleri yapabilmesi için düşünebilen, yeri geldiğinde göğe doğru hareket edip uçabilen (ki seyircileri en çok heyecanlandıran kısmı burasıydı ve her bölüm yeri gelirdi) siyah renkli arabanın ismi olan bu kelime, Kamu İktisadî Teşekkülleri ifadesinin de kısaltmasıydı.

Kamu İktisadî Teşekkülleri olan KİT’ler, tamamı devletin olan veya büyük ortağının devlet olduğu ticarî işletmelerdi ve Kara Şimşek’teki adaşına hiç benzemiyordu. Bir kere çok hantal yapılarıyla uçmak şöyle dursun, bir kısmı yerde sürünüyordu. Her dönem iktidara gelenler eş-dostlarını buralarda istihdam ettiği için, Maykıl Nayt’ın arabasının aksine, kadroları çok kalabalıktı. Verimlilik oranlarının düşük olduğu yönünde eleştiriler vardı. Kendilerinden bahsederken “devletin sırtındaki kambur” diyenler vardı. “Bu işletmeler satılmalı, devletin borçları ödenmeli ve kamunun ortak olarak ücretsiz yararlanacağı altyapı projelerine daha fazla kaynak ayrılabilmeli” diye eleştiriliyorlardı. AKP iktidarıyla birlikte hız kazanan özelleştirme rüzgârı KİT’leri önüne katıp “uçurdu”, 2016 yılına geldiğimizde, ekonominin an itibariyle patronu olan Mehmet “Kara” Şimşek’in ifadesiyle “satacak bir şey kalmamıştı”.

Satışların öncesinde, sonrasında dedikodular ve tartışmalar hiç eksik olmadı. Özelleştirme ihalelerinin hakkaniyete uygun yapılıp yapılmadığı, satılan kurumların birilerine peşkeş çekilip çekilmediği hep tartışıldı. Bugün geldiğimiz noktada; dış borçlarımız 400 milyar dolar seviyesini aştı, altyapı projelerimiz onlarca yıllık süreler boyunca ve hangi hesaba dayandığı belirsiz bir şekilde işletme garantisi verilerek özel şirketlere yaptırılıyor. İşletim ücreti hesabı döviz üzerinden ve yüksek meblâğlarda vatandaşa fatura ediliyor. Emniyet, pahalı bulduğu için Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim köprülerinin kullanımını personeline yasakladı. Merak ediyorum, polisin takip ettiği bir suçlu bu köprülerden birini kullanarak kaçmaya kalkarsa ne olacak? Kullanımı yasak diye takipten vaz mı geçecek?

“Vizontele” filminde “müteahhit Fikri” adında bir tipleme vardır. Müteahhit Fikri, Belediyeden ihaleler alır, fakat işleri bir türlü bitirmez. Sebebi sorulduğunda “işçiler parasız çalışmıyor” diye kendini savunmaktadır. Avans olarak aldığı paraları şahsî işlerinde harcamıştır ve projeyi teslim etmek için ek ödenek istemektedir. Bu “fikri” kendisine örnek aldığını düşündüğüm hükümetimiz de, altyapı projelerinin bedellerinin yüksek olduğunu ve devletin kasasından bir ödenek ayrılmadan yap-işlet-devret modeliyle geliştirildiğini söylüyor, “para olsa biz yapmaz mıydık?” diyor. Vatandaş olarak bizim de “sattığın kurumların parasını ne yaptın?” diye sorma hakkımız yok mu?

14 yılı aşkın bir zamandır tek başına iktidarda olan yöneticilerimiz, ekonomide ciddî tehlike sinyalleri çalmaya başlayınca bütün vatandaşları topyekûn bir seferberliğe dâvet edip elindeki bütün dövizleri bozdurmasını ve ekonomiyi düze çıkarmasını istedi. Terör saldırılarına yüzlerce can kurban giderken, sorumluluk üstlenmek bir yana, bütün vatandaşlardan çevresindeki “terör” ile iltisaklı kişileri ihbar etmesi beklendi. Gerektiğinde polis olması istenen esnafa övgüler dizildi. Numan Kurtulmuş, geçen hafta vatandaşların korkmamasını istedi ve teröre karşı tedbirini alması gerektiğini söyledi. Dolandırıcılar telefonla aradığında, vatandaşın küfür edip telefonu kapatmasını salık veren emniyet müdürleri oldu. Adalet Bakanı, “eşler arasındaki ihtilâfa devlet olarak bizim taraf olmamız ne kadar doğru?” diye sordu.

Kısaca yöneticilerimiz şunu mu diyor: “Devletten artık bir şey beklemeyin, herkes kendi işini kendi yöntemiyle çözmeye çalışsın!” Neye benziyor biliyor musunuz? Yüksek hizmet kalitesi vaat eden, lüks görünümlü bir restorana gidiyorsunuz, girişte, bahşişi dahil belli bir ücreti peşin veriyorsunuz. Sipariş vermek istediğinizde garson size “Maalesef yemek pişirmek için hiçbir malzeme yok, o yüzden yemek yapamadık. Üstelik önceki günlerden kalma bulaşıklar var. Bir el atın, hep beraber bulaşıkları yıkayalım, sonra siz gidip biraz alış veriş yapın ve mutfakta istediğiniz yemeği pişirin” diyor. “İyi de kardeşim, restorant olarak siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sormadığımız sürece, hem masrafını karşılayarak yemeğimizi kendimiz hazırlar, hem de restoran sahibine bahşişi ile birlikte hesabı öderiz.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muteahhit-fikri_420536

“Askerî” ücret ve “Fıtrat Kalkanı”



2017 yılı için çalışanlara ödenecek net asgarî ücret 1404 TL olarak belirlendi.
Tam olarak kaç kişi asgarî ücret üzerinden maaş alıyor bilmek çok mümkün değil. Kimi işverenler, düşük vergi ve masraf ödemek için çalışanlarının sigortasını asgarî ücret üzerinden gösterip gerçekte daha yüksek meblâğlar ödüyor olabilir. Diğer yandan, sigortasız çalıştırılsa da asgarî ücret ile bağlantılı maaş alanlar da var. İçler dışlar çarpımı yapıp çarptığımız sayıya da bölersek, bu düzenlemeden etkilenen milyonlarca kişi olduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle 1404 TL’nin yaklaşık olarak 400 dolara tekabül ettiğini belirtelim. Hükümetimiz, “en az 400 dolar verelim, bu iş huzur içerisinde çözülsün” demiş olabilir belki. 10 tane “40 yapan” dolar varsa, muhalefetin bir kısmının destek verdiği de söylenebilir. Yeni asgarî ücret rakamını tersinden yazarsak 4041 buluruz ki, 40 sayısının burada mündemiç oluşu, bize büyük bir ipucu veriyor. Bazı siyasetçiler de yeni rakamın 4 lira ile bitmesini anlayamadığını ifade etmişti. Bir misyonu var ki koymuşlar adamlar, değil mi?

“Bu dört yüz meselesinin başka bir anlamı da olmalı” diye düşünürken aklıma nedense makarna ve kömür geldi. Makarna karbonhidrattır, kömür de karbon… Ortak noktaları karbondur yani. Peki, karbon atomları düzgün dörtyüzlü tabir edilen geometrik dizilimle bir araya gelse ne olur? Tabiî ki elmas! Kömür ve makarna dağıtıp bunlarla bir “düzgün dörtyüzlü” isteyen ve alan “elmas” bir fırsat elde eder denebilir.

Pek çok kişinin “asgarî ücret” tabirine dili dönmeyip veya yanlış bildiği için “askerî ücret” dediği sizin de dikkatinizi çekti mi? Benim çekti. “Askerî ücret 1404 TL oldu” cümlesini duyduğumda, Ankara Çubuk Savaşı’nı hatırladım hatta. 1402 yılında gerçekleşen bu savaşta Yıldırım Bayezid Timur’a mağlûp olmuş, ardından yıllarca sene süren “Fetret Devri” başlamıştı. 1404 TL dolaylarında sonuçlanan “askerî” ücret mağlûbiyeti ve rüesa takımımızın iş kazaları karşısında takındığı “Fıtrat Kalkanı” duruşu, Anadolu sathındaki çalışanların durumu hakkında fikir veriyor. Son çeyrekte negatif çıkan büyüme verisi, döviz karşısında % 20 değer kaybeden TL ve açıklandığı kadarıyla % 8 dolaylarında enflasyon varken, gelir vergisi dilimlerinin sadece yeniden değerleme oranı olan % 3,83 oranında arttırılması 2017’de daha çok vergi vereceği anlamına geliyor.

Fıtrat Kalkanı, ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan iş kazaları/cinayetleri sonrasında tepkileri azaltmak için kullanıldı. 302 madencimizin vefat ettiği kaza sonrası ilk açıklamalardan biriydi, bu mesleğin fıtratında ölüm olduğu… Öyle ya, su boğar ve ateş de yakar; fıtratında var çünkü. Bunu anlamak için Cahit Sıtkı Tarancı gibi yolun yarısına gelmeye gerek yok. Velâkin eşyanın tabiatı ve fıtratında var olan özellikler bilindiği halde, gerekli tedbirler alınmıyor ve bu da elim sonuçlara sebebiyet veriyorsa, “fıtratında var” açıklaması ile yetinip başka bir şey yapmamak, suç ve suçluları örtmekten başka bir işe yaramaz.

Özelleştirilen veya taşeron kullanılarak deruhte edilen çoğu kamu hizmetinde pek çok sıkıntılar olduğu ifade edilmektedir. En son yapılan milletvekili genel seçimlerinden önce şimdiki hükümeti oluşturan partinin o anki yöneticileri, taşeronluk müessesesini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapacakları şeklinde vaatler veriyordu.

Taşeronluk sistemi ile ilgili; can güvenliğinin sağlanması, sosyal güvenlik ve sosyal haklar noktasında eksikliklerin yaşanması, ihalelerde usûlsüzlük gibi pek çok konuda şikâyet var. Hatta 302 kişinin vefatına sebep olan madeni işleten firmanın alım garantili olarak çıkarıp devlete sattığı kömürlerin yarısına yakınının taş çıktığı, Sayıştay raporlarına bile geçmiş durumda. Sonuçta ranta gebe bir sistem (t)aşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/askeri-ucret-ve-fitrat-kalkani_419889

Öne Çıkan Yayın

Siya-Nur

Siya-Nur     Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağd...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: