Bu Blogda Ara

Arşiv

Sosyal Medya ve Beğenme

Eskiden “sosyal” kelimesi, insanların kalabalıkça bulunduğu “meydan” çağrışımı yaparken, günümüzde “medya” kelimesi ile ilişkisi olduğuna dair bildirim yaptı.
Özellikle halkımız, bu birlikteliği çok “like” etti ve hesaplı hesapsız kullanmaya başladı. Daha doğrusu hemen bir hesap alıp onu hesapsızca kullanmaya koyuldu.

Sosyal medya kullanımının insanlar üzerindeki etkileri psikoloji alanında bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Cafcaflı isimleri olan yeni hastalıklardan bahsediliyor. Benim o konularda uzmanlığım yok, kimseyi herhangi bir kalıba ve kategoriye de sokmadan diyorum ki aşağıdakilerden birini veya birkaçını yapıyor olmak, sosyal medyanın kullanımı konusunda patolojik bir durumun göstergesi olabilir:

* Eskiden feyiz alınan kitaplar okuyup “fesübhanallah” diyorken, kitap okumayı tamamen bırakıp “feysbukhanallah” diyerek ibretlik paylaşımlarda bulunmak.
* Tevatürle sabit rivayetlere itibar etmeyip twitter’da sabitlenmiş tweetlerde okuduğuna delil ve ispat aramadan inanmak.
* Tweetini retweet etmeyen dostlarını neredeyse “mürtet” ilân etmek.
* “Elfu elfi salatin…” tesbihatını bırakıp, “elfu selfi” fotoğraflarını çekip yayınlamak.
* “Ya Sabur” demeyi bırakıp “whatsapper” olmak.
* “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmini izleyip “sevgi neydi, emekti” diyerek dolaşıyorken, “selfie boylu” sevdalar peşinde dolaşıp, tabak tabak yemek resmi paylaşmak.

Sosyal medya araçlarında en önemli gösterge, bir paylaşımın aldığı tepkilerdir. En önemli tepki şüphesiz “beğen” sayısıdır. Beğenilme sayısını hüccet göstererek “sağlam irade, millî irade” şovu yapanlar da var, sosyal medyanın elitist “like” kesimi gibi “benim aldığım beğeni ile dağdaki trolün fake hesaplarla aldığı beğeni bir mi?” diyenler de…

Peki “beğen” butonu ne anlama geliyor acaba? Facebook son güncellemeleriyle “beğen” butonuna tepkiler ekleyerek beğenmenin tonlarını arttırmış oldu, ama telefonlardaki “çaldırıp kapatma” gibi iki durumlu bir değişkeni kullanarak masrafsız bir iletişim aracı olarak kullanan bir milletten söz ediyoruz, muhakkak başka anlamlar yükleyerek kullanıyoruz. Beğen butonuna yüklediğimiz anlamlardan bazıları:

* Beğendim (düz, sade).
* Onaylıyorum.
* Yetmez, ama “evet” (ilgimi çekmeyi başardı bu paylaşım, azıcık beğendim işte… ama öyle büyütme yani, çok beğenseydim altına bir de yorum yazardım…)
* Mesajını gördüm.
* Bunu bir yere yazdım!
* Yıllar önce yaptığın ve senin bile unuttuğun bir paylaşımı beğendiğime göre profilini didik didik ettiğimi anlamışsındır!

Beğenilen taraf nasıl anlayacak bunu? İşte belirsizliğin gizemi burada devreye giriyor, ama yanlış anlaşılma riski de var tabi. Bir “beğen” butonundan bu kadar anlam çıkarabilecek bir potansiyelimiz varken, sosyal medyanın anayasasını çıkaracağımızı iddia etmek ve “Bu metin sosyal medyanın, internetin, siber suçların, siber ortamın anayasası olacak. Herkes oraya bakacak, ona göre bu suçtur, değildir, şu işlem yapılsın, bu işlem yapılmasın diye karar alacak” demek, çok kaygı verici duruyor. Siber ortam anayasası ile neler gelecek bilemiyoruz henüz, ama pek çok kişi arkadaş listesini gözden geçirmek durumunda kalabilir.

YOLDA GÖRSENİZ TANIMAYACAĞINIZ KİŞİLER LİSTENİZDEYSE…

Bazen çok sayıda ortak arkadaşınızın olduğu, ama tanımadığınız kişiler size arkadaşlık teklifi gönderebiliyor. Bu durumda kabul etseniz bir dert, etmeseniz ayrı dert… Etmezseniz sizin herkesle muhatap olmayan burnu havada biri olduğunuzu düşüneceklerinden korkarsınız. Yüzyüze hiç görüşmediğiniz, daha önce belki adını bile duymadığınız birini arkadaş olarak eklemenin ne zararı var diyebilirsiniz, buyurun o zaman:
Yaklaşık bir sene kadar önceydi, facebook hesabımın şifresini birileri almaya çalışmış olmalıydı ki, uygulamayı açtığımda facebook bana kimlik doğrulaması yapması gerektiğini söyleyip, bu işlemi yapabilmek için arkadaşlarımı resimlerinden tanıyıp tanıyamayacağımı sordu. Ben de “tabi ki…” dedim, en yakın arkadaşlarımdan birinin vesikalık fotoğraflarını göstereceğini zannederek… Göstere göstere, uzaktan çekilmiş ve içindeki insanların suratlarının belli olmadığı bir resim gösterdi. “Bu resim olmadı, bir tane daha göster” mi desem diye düşünürken aklıma takıldı: ya bir gül resmi gösterse? Allah Allah… ne cevap verirdim? Hayır, verdiğim cevapta tahmin ettiğim kişiye de cevabımı ulaştıracak mıydı, onu da bilmiyordum. Ya yanlış tahmin ettiysem? “Her halde çiçeklere meraklı bir bayan arkadaştır” diye düşünüp birini tahmin edecektim, ama…. Tahminimi o arkadaşa şu şekilde mi iletecekti acaba: “Flaş flaş flaş… Adnan Nacir bu resimdekinin siz olduğunu düşünüyor, bilemem artık! Bir çay için derim, yine siz bilirsiniz de…”

Bu fitne fücur dolu mesajı alan bayan benim hakkımda ne düşünürdü acaba? Ben evli barklı, çoluklu çocuklu ve mutlu mesut bir adamım, düşünün yani felâketin boyutunu… Bir erkek arkadaşıma da böyle bir mesajın ulaşması, işin skandal yönünü azaltmazdı her halde. Kimlik doğrulamak için başka bir alternatif kullandım tabiî ki… Bu vesileyle bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Tanımadığınız, ama paylaşımlarını görmek istediğiniz kişileri arkadaşlık listesine eklemeden de, takip etme seçeneğini kullanabilirsiniz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/sosyal-medya-ve-begenme_387543
Tarih: 29 Şubat 2016

Metrobüs ve Boşkoltuk Sistemi


Türkiye’de görsel-işitsel, yazılı-basılı velhasılı bütün haber kaynaklarında en çok kendisinden bahsedilen ilimiz İstanbul’dur. Ülke nüfusunun neredeyse beşte biri burada yaşıyor. Anadolu’da yaşayan herkesin ya bir akrabası veya bir yakın tanıdığı vardır İstanbul’da.

Böyle olunca İstanbul’un dertleri bütün memleketin derdine dönüşüyor. Çorum’da yaşayan biri bile İstanbul’daki içme suyu barajlarının rezervlerini ezbere biliyor ve “72 günlük suyu kaldı İstanbul’un” diyebiliyor meselâ.

İstanbul’da yaşamanın en dertli kısmı ulaşım. Yerli yersiz göçlerle sürekli artan nüfus, her geçen gün daha da artan araç sayısı, trafik keşmekeşini arttırıp tam bir çileye dönüştürüyor. Eskiden belli saatlerde belli yollar kilitlenirdi. Artık hangi yolun hangi saatte kilitlendiği bile belli değil. Özel bir şoför veya servis kullanmayanlar için en iyisi toplu taşıma kullanmak. Zaten çevresini düşünen, bilinçli bir “vatan şaşmaz” toplu taşımadan.

Toplu taşıma denince İstanbul’da akla ilk gelen araç metrobüstür. Hizmet ettiği güzergâhın kritikliği ve kat ettiği mesafenin uzunluğu sebebiyle onu kullanan pek çok kişi için vazgeçilmezdir, hatta bazıları için maalesef, alternatifsizdir. Esir kamplarını aratmayan bir kalabalık vardır, bazen içeri girebilmek için insanlıktan çıkmak gerekebilir. Koltukların dolma süresi milisaniye mertebesine yakındır. Merkezi bir kaç durak haricinde, oturanların inmek için kalktığı neredeyse görülmemiştir. Bindiğinizde ayakta kaldıysanız, o yolculuk boyunca ayakta kalacaksınız demektir. Metrobüs, minyatür bir İstanbul’dur aslında, kendisinden yaka silkinen, ama onsuz da olunamayan haliyle…

Boş bir koltuk bulup oturarak seyahat etme ideali, bazı metrobüs yolcuları için uğrunda fedakârlıklar yapmaya da değerdir. Meselâ gitmek istediği yönün tersine, birkaç durak geri gelerek başlangıç noktası olan Beylikdüzü durağına ulaşıp “kaynaktan su içmeye” çalışan yolcular vardır. Bu yolcular, geçen hafta acı bir sürprizle karşılaştı; indikleri yerde yeni İstanbul kart turnikeleri onları bekliyordu. Yani İETT, “çakallık” yaptığını düşündüğü bu yolcular için, artık ekstra bir ücret almak suretiyle “metrobüse” kondurmak yöntemini seçmişti!

Metrobüs sisteminde itiş kakış anlayışına saplanıp kalmamak için konuyu duraklarüstü bir yerde incelemeye karar verdim. Şirinevler istasyonu üzerindeki üst geçide merdivenlerden yürüyerek çıktım, çünkü tabelâlarda engelli vatandaşların kullanabileceği bir durak olarak gösteriliyor olsa da, bu durakta herhangi bir asansör yok. Bırakın asansörü, Zincirlikuyu durağında bulunan ve yağmurlu havalarda “yürüyemeyen” merdivenlerden bile yok. Alman malı en kaliteli merdivenlerden kullanılmış olmasına rağmen bu merdivenlerin bazıları, havada bulut göründü mü, yürüyememeye başlıyor. Ben romatizmadan şüpheleniyorum! Duraklar üstü bir noktadan bakan biri olarak dedim ki: “Yerli ve millî bir ‘Boşkoltuk Sistemi’ gelmeden metrobüs problemi çözülemez. Eyyy İETT! En az 400 koltuklu bir metrobüs verin, bu iş huzur içinde çözülsün… Diyelim 400 koltuklu olmadı da 335 koltuklu oldu, o da olumlu.”

Metrobüste oturarak gidebilmek için hiç uğraşmıyorum, daha doğrusu uğraşamıyorum. Araç içerisine giriş mücadelesini kazanmak bana yetiyor. Bir seferinde, başucunda ayakta beklediğim koltukta hiç kalkmayacak ve inmeyecekmiş gibi uyuyan yolcu vardı. Ben de elimdeki telefonla uğraşıp dalmışken, birden başım çevrilir gibi önüme baktım, kurt kuş ilişmemiş bir boş koltuk duruyor. Adamın ne ara kalkıp gittiğini görmemiştim ve işin garip tarafı, başka kimse de görmüyor gibiydi. Geçip oturdum ve şükrettim, mutluydum. Kimsenin kafasını gözünü yarmadan ve iki bilet ödemeden oturabilmiştim! Velâkin, bir problem vardı; koltuklar arası mesafe dardı ve rahat edemiyordum. Ayakta giden o kadar insan varken zaten rahat oturulamaz. Kısa bir süre sonra ayaklarımda karıncalanma ve uyuşma başladı. Boş koltuk, metrobüs, İstanbul ve dünya… Üç günlük dünyada hiçbir “koltuk” için kalp kırmaya değmezmiş, onu anladım.

Özetle; raylı bir sistem öncesi pansuman bir tedbir olarak duyurulan metrobüs, zaman içerisinde raylı bir sistem yapılması bir yana, mevcut banliyö treninin iptal edilmesi ve metrobüsle aynı güzergâhtaki otobüslerin sayısının oldukça azaltılması sonucu, kapasitesinin üstündeki sayıda yolcuya hizmet etmek durumunda kalmıştır. Sosyal medyada adına parodi hesaplar açılmış, televizyon programlarında mizah programlarına konu olmuştur. “Havasız insan aracı” tanımlaması ve “winrar’ın İETT’den öğreneceği çok şey var” sözü yaşanan sıkışıklık ve kalabalık hakkında yeterince fikir veriyor olmalı. Faruk Çakır Ağabeyimiz de konu ile ilgili gazetemizde bir yazı yazmış ve feryat niteliğinde bir tweet atmıştı: “Otobüs ve metrobüsler; ilmen, dinen, fıkhen binilmeyecek derecede yoğun. İmdat!”

Sosyal medya hesaplarımda bir kaç defa benim de metrobüs ile ilgili gönderilerimi görüp beni tenkit eden dostlarım oldu. Metrobüse çok yüklendiğimizi düşünen arkadaşlara söylüyorum: “Problem de bu zaten; çok yükleniyoruz, onu söylüyoruz biz de…”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/metrobus-ve-boskoltuk-sistemi_386403
Tarih: 22 Şubat 2016

Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu

sigara içişlerini kontrol komisyonu

“Dünya yanıyor ve Türkiye kavruluyorken” ülke olarak bizim en büyük meselelerimizden birinin sigaranın yanması olduğu anlaşıldı. 9 Şubat “sigarayı bırakma günü” olunca tabii ki gündeme geldi, durup dururken değil. Ben sanki başka bir gün olarak hatırlıyordum ama olsun, 9 Şubat da olur. Gerçi bizim memlekette kulaktan kulağa söylenirken o dokuz otuz olarak değişir, sonra da herkes 30 Şubat tarihinde sigarayı bırakması gerektiğinde hemfikir olur.

Ülkemizde sigara ile ciddi bir mücadele var. Kapalı mekânlarda tütün ve türevi ürünlerin tüketilmesi kanunen yasak. Her yerde bu yasağı hatırlatan tabela asma zorunluluğu gelince bu işin de piyasası oluştu ve tabelaların da “çakmaları” çıktı. Sigara ile etkin bir mücadele için bir an önce bu çakma tabelalara el konulmalı ve imha edilmelidir. “Beş bin üçyüz bilmem kaç” no’lu yasa gereği…” yazan bir tabela varsa bilinmelidir ki korsandır. İlgili madde numarası 4207’dir. Madde bağımlısı olduğumdan dikkat ederim. Kanun maddelerine son derece bağlıyımdır.

Dönelim 9 Şubat’a. O gün devletimizin en tepesinden gelen açıklama ile sigara içmenin bir intihar biçimi olduğu ve intihar etmenin özgürlüğü olmadığı ifade edildi. Mesaj alınmıştı. Aradan bir hafta geçti, 16 Şubat 2016 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), akciğer kanseri hastalara ilaç parası ödemek için ‘hiç sigara içmemiş olma’ şartı getirdi.

Bu durumda birileri insanların sigara içişlerini kontrol etmesi gerekiyor. Aklıma hemen İçişleri Bakanlığı geldi. Neticede bütün “içişleri” bu bakanlık kontrol etmiyor mu? Sonra düşündüm de, bakanlık alkol “ala ala” kafayı bulmuş adamlara mı baksın, uyuşturucu içe içe beyni uyuşmuşlara mı baksın, yoksa sigara içenlere mı? Ciddi bir iş yükü getireceği için, bu işe özel ayrı bir komisyon kurulsun, adı da Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu olsun. Bence bu komisyonun ilk işi, yerde satılan sigaralardan içen insanları tespit etmek olmalı.  Yerden sigara içen insanlar 2016 yılbaşından sonra sigaralara getirilen SGK vergi kalemini ödemiyorlar. Üstüne üstlük, genelde işsiz insanlar bunlar! Bu da SGK primi yatırmadıklarını gösteriyor.  “GSS primi de mi ödemiyorlar?” demeyin, onu şimdilik kimse ödemiyor, en yakın seçimde de hükümetimiz tarafından lütuf gibi sıfırlanacak. Bu vatandaşlar belirlenip, herhangi bir sağlık sorunu için başvurdukları ilk sağlık kuruluşunda derhal itlaf edilmelidir. Aldıkları nefes zarar ziyan!

Komisyon ismi uzun olduğundan kısaltmasını kullanayım isterdim ama kısaltmak için komisyon ismindeki kelimelerin baş harflerinden oluşan şey, pek de matah bir kelime olmayınca sadece komisyon demeye karar verdim. Peki, komisyon kimlerden oluşacak? Benim favorim muhtarlar. Bir kere muhtarlar “parlamenter” sistemin zararları konusunda her hafta bilgilendiriliyorlar. İlk toplantılarında da komşularını ihbar etme görevi verilmişti kendilerine.
Bana kalırsa  SGK, benzer uygulamayı her hastalık ve her ilaç için yapmalıdır; mesela, çok yemek yiyip kendine zarar veren insanlar da mide rahatsızlıkları için ilaçları kendi alsın, fazla TV seyrettiği için gözlerini bozduğu tespit edilen insanların göz tedavilerini neden devlet versin? Hard rock dinleyen gençlerin kulak zarı patlarsa bunun tedavi masrafını kamuya mal etmek adil midir?
Sırf devleti zarara uğratmak için kendine dikkat etmeden belini inciten ve bel fıtığı olanlar az mı?
Hele o madende çalışan işçiler yok mu, yaşamaları ayrı dert, ölmeleri ayrı…
Kot taşlama atölyelerinde çalışıp silikozis hastalığına bilerek yakalananlara ne demeli?
Kalp rahatsızlığı olduğu halde haberler seyreden insanlar masum mudur? Hayır, hangi ülkeyle barışığız, kime atar, kime gider yaptık, an be an değişiyorken, dolar-borsa aniden yükselip duruyorken, haberler izleyen kalp hastası insanlar intihar ediyor demektir. Bunların da masrafını niçin biz ödeyelim?

Daha da genişletilebilir ama ben bu kadar örnek yeterli olur diye düşünüyorum. Sonunda şuna karar verdim: yaşayanlar ölüyor! Yaşamasalar ölmeyeceklerdi. Sınırlı tabii kaynakları tüketen, durmadan masraf çıkaran bir şey bu yaşamak! İstediğimiz gibi yaşamayanlar da, ya mali külfetine katlanacaklar veya bi’ zahmet gidip bir köşede kendi imkânları ile ölecekler.

Sigara bu kadar zararlı mı peki? Olmaz olur mu? İçinde uçak yakıtı dâhil 4000 zararlı madde var diyorlar. Filistin’i bombalayacak uçaklara satılmayacağının garantisi verilirse sigara içindeki o yakıtların çıkarılıp ekonomiye kazandırılmasından yanayım. Biz içmeyen insanların da SGK primleri düşürülsün lütfen! Kendimize bakmak suretiyle devletimizi kalkındırıyoruz!

Resmi İdeoloji


Son zamanlarda CHP’de ortalık fena karıştı: M. Kemal resminin duvardan indirildiği ve hatta çöp kutusuna atıldığı iddia edildi.

Üstelik bunu yaptığı söylenen ve adı ısrarla açıklanmayan bir genç milletvekilinin “Artık yeni şeyler söylemek lâzım” dediği de konuşuldu.

Haberin gazetelere yansıması ve bazı gazetecilerin olayı bir “varoluşsal mesele” haline getirmesiyle konu uzadıkça uzadı. Parti yönetiminden “bunu yapan partili olamaz” sözleri duyuldu, duyuruldu. Giyim kuşamı ve Melih Gökçek’le karşılıklı yaptıkları atışmalarla gazetelere konu olan bir milletvekili “kesin ihraç istemiyle” yüksek disiplin kuruluna sevk edildi. Olayın ardından nerdeyse 2 ay geçtikten sonra, genç bir milletvekili çıkıp “o bendim, ama tam olarak da öyle olmadı” gibisinden bir şeyler söyledi.

CHP ve resim krizi ile ilgili şöyle bir haber okusam hiç şaşırmazdım: “Resim üzerinde yapılan kriminal inceleme sonucunda resmin ağırlık merkezinin değiştiği anlaşıldı. Bunun üzerine şüpheler Bülent Arınç ismi üzerinde yoğunlaştı. Bülent Arınç’ın CHP’li olmadığının ortaya çıkmasıyla bu ihtimal devre dışı kaldı. Ancak resim üzerinde pati izleri tesbit edilince gözler partinin maskotu haline gelmiş olan kediye, yani Şero’ya döndü. Yapılan DNA testi ile Şero’nun olayın faili olduğu kesinleşince, genç milletvekillerinden birinin olayı kedi üzerinde bırakmayıp kendi üzerine almasına karar verildi. Buna göre genç bir milletvekili itiraf edip suçunu kabul edecek ve bunun sonucunda hapse düşecek olursa kendisine ve ailesine bakılacaktı”
Böylesi kısır tartışmalar içerisinde yuvarlandıkça CHP’nin “yeni bir şeyler söylemesi” mümkün olmaz. Geçmişte yaptığı hatalarla yüzleşmeden ve kendisini yeniden tanımlamadan, halk nezdinde geniş bir temsil tabanı elde etmesi çok zor görünüyor.
Çünkü CHP denince istemsizce akla gelen bazı çağrışımlar vardır:
  1. Mukaddesat düşmanlığı: Dinî, millî ve manevî değerlerle savaş… Kur’ân okuma ve öğrenmenin yasak olduğu, camilerin ahır olarak kullanıldığı dönemler… “Kâbe Arab’ın olsun” edebiyatı…
  2. Vergiler: Ayağında çarık, sırtında devletin sopası olan ve yokluklar içerisinde yaşamaya çalışan halktan alınmadık vergi kalmamıştır; emlâk, miri, öşür, yol vergisi, kamçı vergisi ve varlık vergisi en akılda kalan vergi türleridir.
  3. Memur ve asker zulmü: Meclis çatısı altında tek partinin bulunması ve bu durumun 27 yıl sürmesi, bu tek partinin devletin bütün kılcal damarlarına kadar nüfuz ettiği anlamına gelir. Bütün memurlar tabiî olarak birer parti mensubu gibidir. Bu memurlar göze girmek ve yükselmek için kraldan çok kralcılık yaparlar, özellikle vergi memurları ve jandarmalar…
  4. Yokluk içindeki savaş yılları: Vatandaşların elindeki tarım, hayvan ve orman ürünlerine el konulması, karneyle ekmek dağıtımı ve Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu meşhur “geldi İsmet, kesildi kısmet” sözü…
Kendini “dindar” olarak tanımlayan bazı AKP’lilerin “günah işleme özgürlüğü” olduğunu savunan, bunu hak olarak gören ve siyasilerin bu hakkın gereklerini yerine getirip  getirmedikleri konusunda bir sorgulamayı bile kabul etmeyen “Siyasal İslâm” savunucularımız var. Bu arkadaşlar hakkaniyet ölçüleri ile hareket ediyorlarsa, CHP’nin de “tövbe ve istiğfar edip değişme hakkı” olduğunu da kabul ederler. Böyle bir hakkı kullanmak isteyip istememesi CHP’nin kendi tercihidir.

Son dönemlerde Risale-i Nur eserlerinin basımını devlet tekeline veren kanun maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurması, genel başkan Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir televizyon programında “Atatürk’ü korumak için kanuna gerek yok” demesi ve Sabahattin Ali’yi CHP’nin öldürmüş olduğuna ilişkin özeleştiri getirmesi, resmin büyüğünü görüp resmî ideoloji kalıplarının dışına çıkacağının sinyalleri olabilir mi, şimdilik bilemiyoruz. Olacaksa, eleştirecek hiçbir şey bulamasa bile “o kedilerinin adı neden Şero, çünkü şer odağı bu parti” diyecek insanlara karşı samimiyet testini nasıl geçeceklerini merak ediyorum.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/resmi-ideoloji_385142
Tarih: 15 Şubat 2016

Muhtar Antino Filmleri


Muhtar, genel idarenin en küçük yerleşim birimindeki temsilcisidir.
Devleti temsil eder yani. Seçimle göreve gelir ve görev süresi 5 yıldır.

Yakın zamanlara kadar bir köyün en önemli adamlarından biri iken, haberleşme teknolojilerinin gelişmesine bağlı olarak elektronik bilgi ve belge işleme imkânlarının artmasıyla, muhtarlık müessesesi eski önemini kaybeder gibi oldu. Doğum ve ölüm olaylarının kaydedilmesi ile ikamet değişikliklerinin işlenmesi artık nüfus müdürlüklerinin kontrolünde.

Muhtarlık müessesesi tam iyice gözden düştü derken, muhtarlar Cumhurbaşkanı tarafından toplantılara çağrılmaya başlandı. Neredeyse her hafta 400 muhtar toplantıya geliyor oldu, diyelim 400 olmadı da 330 muhtar gelebildiyse, o da olumlu karşılandı. Şu ana kadar 19 muhtar toplantısı gerçekleşmiş durumda. Muhtarlar Federasyonu eldeki muhtar stoklarının azalmasını mesele etmemeli bence, Muhtarlar henüz bitmemişken Kaymakamlar da toplantılara çağrılır oldu.

Kaymakamlarla yapılan toplantıda kendilerine “mevzuatı bir kenara koyun” denildi. Mevzuat denilen şey, kalın kalın ciltlerden oluşan bir külliyat olabiliyor. “Neresinden tutup neresinden bırakalım?” ikilemi yaşamamak için bütün mevzuatı bir kenara koyacak Kaymakamlar da çıkacaktır. Kaymakamlık binaları bunun için elverişli olabilir, ama Muhtarlar bu konuda çok zorlanacak gibi. Muhtarlık odaları çok küçük, devletin yer göstermesi lâzım bu konuda.

Toplantılar Salı günleri yapılıyor, yani hafta içi bir gün… Uzaktan gelenler en az bir gün boyunca ikametgâh ilmuhaberi veremiyorlar vatandaşa. Nüfus Müdürlüğünden alıyor ihtiyacı olan. Hem orada ikametgâha para da almadıklarını öğrenmiş oluyor vatandaş, güzel bir hizmet oluyor. E-devlet üzerinden de ikametgâh alınabildiğini ben de bu vesileyle, duymamış olanlara duyurmuş olayım.

Salı günlerinin bir diğer özelliği, mecliste temsil edilen partilerin grup toplantılarının yapılması. Muhtar toplantıları ahval-i âlemi değerlendirme ile başlayıp “dosta güven, düşmana korku veren” bir konuşma ile devam etme mahiyetinde tezahür edince, kimse parti toplantılarını dinlemez oluyor. “Acaba bugün kime ‘ayar’ verilecek?” merakıyla dinlenen toplantılarda “parlamenter sistemi fetiş haline getiren anlayış”lardan bahsedildiği de görülmektedir. Bu cümlenin, elindeki muhtar çakmağı ile ilişkili olabilecek ve şimdi adını burada zikretmenin doğru olmayacağı bir ürüne ait bir marka ile ilgili olduğunu düşünen muhtarlarımızın olmadığını kimse söyleyemez diye düşünüyorum. “Fetiş” kısmının “paralelle mücadele” çağrışımından hiç bahsetmiyorum bile…

Tam da bu noktada aklıma Reis-i Cumhur-u Muz geldi. Önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim bu ülkeden. Muz Cumhuriyetinin Reis-i Cumhurunun adı Muhtar Antino’dur. Ülkenin her bakımdan yönetimini üstlenmiştir, film yönetmenliği dahil! Baş yönetmen, başkomutan, başöğretmen, başhekim ve baş ön ekini alabilecek her türlü sıfat kendisinde toplanmıştır.Filmlerinden, Quentin Tarantino’dan çok etkilendiği anlaşılabilir, bolca aksiyon vardır. Muhtar Antino, yazıp yönettiği filmlerde oyunculuk da yapar. Zaman atlamaları ile meşhur olmuştur. Bir bakıyorsunuz “şöyle bir geçmişe bakıyorum…” deyip 1800’lere gitmiş, bir bakıyorsunuz gelecekten sahneler sunuyor. Mafya hesaplaşmalarına ve güç savaşlarına yer verir. Filmleri şiddet sahneleri ihtiva eder ve etrafa bol bol kan sıçradığı görülür. En meşhur eseri olan “Killi Milli”, bir toprak mücadelesini anlatan ilk yerli filmdir.

Başlıca filmleri:

İnlerarası: Paralel evrenleri kullanarak inlerarası ve sıradışı bir yolculuğa çıkan birinin hikâyesi. Zaman atlamaları bolca yapılmıştır.

Pahalı Şiir: Tehlikeli bir şiir okuyup hayatı değişen bir insan anlatılıyor. Bir harfin bir kelimeyi, bir kelimenin bir şiiri, bir şiirin bir insanı, bir insanın da bir ülkeyi yakabilecek etkileri olabileceğini anlatan, duygusal yoğunluğu fazla bir film.

RTErvuar Köpekleri: En kanlı filmidir. Birbiriyle ilgisiz menfaat avcısının yolları kesişir. Kimin kime silâh çektiği ve kimi tehdit ettiği belli değildir. Meksika açmazının bolca örnekleri görülür.

Dünya Orta Oyunu: Kaybettiği yüzüğü bulmak için tozu dumana katan Savuran isimli hükümdarın hikâyesidir. En fantastik filmidir ve aksiyon sahneleri ile doludur.

Son olarak, “Killi Milli” filminin devamı niteliğinde olan ve çekimleri devam eden “Kill Büllo” filminden de bahsetmek istiyorum. Bu filmde, ilk filmde killi ve milli toprakları ele geçirip çınar ağacı dikmeyi başaran ekipteki Bülent’in ihanet ettiğini düşünen arkadaşları, cezalandırılması için eski bir tetikçi grubu ile anlaşır. Bol bol kılıç sahnesinin filmde yer alacağı kulislere yansımış durumda, heyecanla bekliyoruz.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muhtar-antino-filmleri_383980
Tarih: 8 Şubat 2016

Rahat, Hadron! Işık Hızına Marş Marş!

Geçtiğimiz hafta, bazı yayın organlarında, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nde yapılan deneylerde ışık hızının aşıldığına dair haberler yayınlandı.

Bilim insanlarının bazılarını (İsviçreli olanları özellikle) kalpten götürecek kadar heyecan verici bir gelişmeydi bu. Pratikte bugüne kadar ışık hızını geçen bir mekanizma olmamıştı (belki de vardı, ama en azından şimdiye kadar gözlemlenememişti diyelim) ve pek çok teorinin de gözden geçirilmesini gerektirecekti.

Haberi okuyunca “Vay ANAM vay” diyerek tepki vermek üzereydim ki, bu araştırma merkezinin isminin Türkçe’sini değil, Fransızcasını ifade eden Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire kelimelerinin başharflerinden oluşan “CERN” kısaltması ile anıldığını hatırladım.

Ne var ki, kısa bir süre sonra bu haber yalanlandı, hem de bizzat işin içinde olan insanlardan biri Doç. Dr. Umut Köse tarafından. Bana kalırsa CERN’in yapamadığını, bu haberi yayınlayan basın organlarımız yapmış ve haberi ilk kendilerinin vermiş olması, haberin muhteviyatının anlamı hakkında çok fazla bilgilerinin olmaması veya bilmediğimiz başka saiklerin de tesiriyle, ışıktan hızlı hareket ederek yayınlamışlardı.
 Demek ki istediğimiz zaman yapabiliyor ve ışık hızını egale edebiliyorduk. Nitekim, yerli uçak işine girmiş bir ülkeydik ve 2011 yılı milletvekili genel seçimlerinde, ismi lâzım değil, bir siyasî partimizin seçim afişlerinde “yerli uçağımız göklerde” deniyordu. Çok hızlı gidiyor olmalı ki, 2016 itibarıyla hâlâ o uçak yere inmiş değil! Önümüzdeki ilk seçimde yere inebileceğine dair kuvvetli hislerim var. Evet, o uçak bir gün gelecek, hissediyorum. Fikri Işık bakanımız kadar olmasa da, hislerim kuvvetlidir.

Peki bu deneyler bizim ülkemizde neden yapılamıyordu ki? Düşünsenize, hadron çarpıştırıcı laboratuvarı ülkemizde olsaydı… Neticede Bolu Tüneli’mizin 9 katı büyüklüğünde bir yer olacaktı. En iyi bildiğimiz, millî uzmanlık alanımız inşaat kısmı bizim için çocuk oyuncağı.

Hadronlar muhtemelen sıraya dizilir, istikrar marşı okunur ve “rahat, hadron! Işık hızına, ileri, marş marş!” komutuyla hızlandırılırdı. Her halde bu araştırmaları TÜBİTAK yürütecekti. Baktın ki ışık hızını aşınca paralel evrenlere geçiş yapacaklar, tüp takardın, hem yokuşta hızını keser hem de daha az yakardı.
Bir laboratuvarın az yakması önemlidir, çünkü bilimsel araştırmalar yapmak pahalı bir iştir. Elin Amerikalı’sı yeri geldiğinde milyonlarca dolar para harcayarak bir kuyruklu yıldız peşine düşer, yerden bir roket fırlatır, yıllarca roketin kuyruklu yıldıza ulaşması için bekler. Roket ulaşınca iş bitmez, “güneşi gördüm” deyinceye kadar uykuya dalar ve daha bilmediğimiz türlü badireler atlatır. “Milyarlarca dolar paramız olsaydı, o araştırmaları biz de yapmaz mıydık?” diyenlerimiz için Cenâb-ı Erhamur Rahimin, rahmet hazinesinden bize de bir göktaşı gönderdi. Hem de Amerikalı’ların araştırmak için peşinde koştukları kuyruklu yıldızdan kopan bir parça! Gökte aranan taş, bir overlokçu titizliğiyle ayağımıza kadar gelmişti.

Peki bu göktaşı parçalarını biz ne yaptık? Sattık… Parasını da inşaata ve arabaya verdik. “Hayatı tesbih yapıp sallamakla” övünen bir milletin efradı olarak, bu fırsatı da kaçırmayıp göktaşı parçalarını tesbih yapıp satanlar da oldu. Diyeceğim, bütün alıcılar bilim için almadılar.

Maliyemizi bir düşüncedir aldı: “Vergisi alınacak mı, yoksa alınmayacak mı?” Millî gelir kapsamına girebilirdi pekâlâ, çünkü “kişi başına düşme özelliği” vardı. Neyse ki, “gayr-i safi” köylülerimiz herhangi bir fatura veya fiş kesmemişlerdi taşları satarken. Maliye Bakanımız vergi alınması konusunu twitter üzerinde yayınladığı bir ankette millete sormuş ve kahir ekseriyet, vergi alınmasının uygun olmadığını düşündüğünü belirtmişti.
Son bir hafta içinde gerçekleşen bir ikinci önemli olay da, 666 gün boyunca bandrol verilmeyerek basımına izin verilmeyen Nur Risaleleri’nin özgürlüğüne kavuşmuş olmasıydı. Bilindiği gibi yasal bir düzenleme ile önce basım yetkisi sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmek istendi. İtirazları değerlendiren Anayasa Mahkemesi, bu kanunu iptal etti. Hangi kritere göre akredite edildikleri meçhul bazı basımevlerine, dayatılmış bir metnin bastırılmasını, “metnin aslını korumak” adı altında kamuoyuna lanse etmişlerdi.
Türkiye’de kimler ışık hızını yakalamaya ve geçmeye çalışır ve ne kadar başarılı olur bilemem. Ama son gelişmeler gösterdi ki NUR’un hızını kesme çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Kâfirler ve zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/rahat-hadron-isik-hizina-mars-mars_382801
Tarih: 1 Şubat 2016

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: