Geçtiğimiz hafta Ege Denizi merkezli deprem yaşandı, etkileri Marmara bölgesindeki birçok ilde de hissedildi.
Artçıları kabilinden, irili ufaklı sallanmalar ise hâlâ devam ediyor
gibi. Ramazan ayı hürmetine Rabbim, en hafif şekilde atlatmayı nasip
etsin.
Uzmanlarının büyük bir deprem beklediği İstanbul buna ne kadar
hazırlıklı? Meşhur 1999 Marmara Depremi sonrası inşaatlara çeki düzen
verildi, ama denetimlerin düzgün yapılıp yapılmadığı hakkında kafalarda
soru işaretleri mevcut. Özellikle sahile yakın yerlerdeki yapılanmalar
ve durmadan ihdas edilen imar izinleri endişe veriyor. 99-2003 yılları
arasında İstanbul’da bulunan 493 toplanma yerinin bugün itibarıyla 77’ye
düşmüş olduğundan bahsediliyor. Betonun elli grisine sahip koca koca
alış veriş ve iş merkezleri, rezidanslar dikilmiş durumda çoğu toplanma
yerine. Allah muhafaza, muhtemel bir deprem sırasında 18 milyon nüfusa
ulaşan şehirde bu alanlar kime yetecek? Karacaahmet ve Zincirlikuyu bu
alanlar arasında mı bilmiyorum, ama “hepimizin gideceği yer” olması
hasebiyle pek çok kişiyi toplayacak bu gidişle.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın hazırladığı ve birkaç yıldır
televizyonlarda yayınlanan bir kamu spotunda tarım arazileri üzerine
inşaat yapılmaması gerektiği vurgulanıyor. Bu spotun hedef kitlesi kim
bilmiyorum, ama imar izinlerini veren kuruluşların bu uyarıyı
dinlemediği belli. Zeytinlik alanlarını imara açmak için defalarca
meclise getirilen ve sonuncusu da kamuoyundan gelen tepkiler üzerine
çekilen teklif de bahsedilen kamu spotundan hiç haberi olmayanlar
tarafından getirilmiş olmalı.
Artan nüfusla birlikte, ihtiyaç günden güne artsa bile tarım
üretimimizde ciddî manada düşüş var. Zaman zaman fahiş bir şekilde
fiyatı artan bir ürün olunca ne yapıyor şevketli devletlülerimiz, hemen
arada spekülatörlerin olduğundan yakınıyor. Stokçuları te’dip etmek için
de o üründe ithalatın yolunu açıyorlar. Haliyle, düşük marjlarla
çalışan küçük üretici havlu atıyor ve zarar etmemek için üretimi
bırakıyor. Bakanlarımız da pazarlardan “gonuşmadan geçince” vatandaş
derdini kime anlatacağını şaşırıyor. Yakın zamana kadar kendi kendine
yetme özelliği ile övünen ülke, saman dahil pek çok temel üründe dışa
bağımlı hale geliyor. Tarım arazileri boşa çıkınca bu sefer de “ziyan
olmasın bari” deyip imara açılıyor.
Ülkenin lokomotifi gözüyle bakılan grisiyle meşhur beton sektörü, tek
başına koca ülkeyi sırtlayıp götürmeye yetmiyor. Sonuçta maliyetleri
yüksek girdileri var ve bir inşaat bir defa yapılıp uzun seneler
kullanılıyor. En iddialı olduğumuz alan olan betonda bile mega
projelerimizi İtalyan, Japon ve Koreli firmalara yaptırıyoruz, bu da
başka bir handikapımız. Yabancı yatırımcılardan gelen sıcak parayı katma
değeri yüksek üretimde ve ihracatta kullanan Güney Kore gibi ülkeler
sıçrama gösterirken, biz lüks tüketimde kullandık ve betona gömmeye
çalışıyoruz. Sonuçta bankalara ve finans kurumlarına borcu gittikçe
kabaran bir toplumumuz oldu. Vel ”Hans”ılı, “hey George, versene borç!”
diyerek yürütmeye çalışıyoruz işleri, ama Hans ile George’un bizi
koruyamayacağını da biliyoruz.
Hafriyat kamyonlarını harıl harıl çalıştırıp inşa ettiğimiz siteler
kadar, “harfiyat” üzerine kurulu kodlarla çalışan yazılım dünyasına
gerekli kolaylıklar sağlanmış olsaydı, küresel çapta ses ve döviz
getiren web siteleri ve mobil uygulamalarımız olabilirdi. Belki de,
zamanında gemileri karadan yürütmekle ezber bozan Fatih’in torunları
olarak, fethin yıl dönümünü karadan gitmesiyle bilinen 1453 adet kamyonu
yine karadan geçirmekle gövde gösterisi yapılmış olmayacağını anlardık.
Link:
http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/betonun-elli-grisi_435666