Bu Blogda Ara

Arşiv

akademi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akademi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Liyakademi

 


Muhalefet etmesi, bugünlerde muhal görünen muhalefet partilerinden birinin genel başkanı olan Devlet Bahçeli, “gelin, üniversite sınavını kaldıralım” teklifinde bulunmuş.

Erken seçimden mahkum affına, pek çok konuda iktidara istediği kararı aldırabilmiş olan Bahçeli’nin, bu teklifini bu yılki üniversite sınavları yapıldıktan sonra dile getirmesi isabetli olmuş. İki buçuk milyonu aşkın kişinin başvurduğu sınav yapılmadan önce teklif kabul edilse, büyük kaos olabilirdi.

Eleştirilecek çok fazla yönü olsa da, üniversite sınav sistemi, ülkemiz şartlarında adil olmaya en yakın olabilecek yöntemlerden biri. Ortaöğretimdeki okul ders notları, üniversiteye kabul noktasında öğrencinin bilgi ve becerisini ölçme konusunda iyi bir referans sayılmaz. Kötü adam olmak istemeyip herkese bedavadan not dağıtan öğretmenler, kötü de olsa bir şöhret elde etmek iseyip kimseye puan vermeyen öğretmenler, okulun başarı seviyesi yükselsin diye mavi boncuk dağıtan okullar yok mu hiç? Ebeveynlerinin, amcasının veya dayısının nüfuzunu kullanarak notlarını yükselten öğrenciler de mi yok?

Diyelim, sınavı kaldırdık ve yüksekokul için ders notları ile öğretmenlerin öğrenci hakkında yazdığı referans mektupları başvuruda kullanılır oldu. Üniversiteler de mülakat yapıp başvuranları elesin. Adliyedeki çay ocağından, bütün personelin aynı haklarla yararlanmasını isteyen mübaşiri sürgüne yollayıp hakkında dava açan savcının çocuğu hiçbir üniversiteye giremedi diye bir haber okuyabilir miyiz? Halı saha maçı tartışması yüzünden öğretmenleri göz altına aldıran savcı veya nişanlısının kaldığı öğrenci yurdunu polisle birlikte basan savcı gibi nice yetki sahibi memur, bürokrat, idarecinin yakınları olan öğrenciler üniversiteye giremeyebilecekler mi bakalım?

Herkesin aynı sorularla imtihan edildiği ve liyakate dayalı bir sistem olmazsa, yükseköğretimdeki kurumlar ve işleyiş bence biraz değişir. Anabilim dalı başkanlığının yanına “kaynanabilim dalı başkanlığı” eklenir, enstitüler, başındaki kişiye göre “kuzenstitü” ve “eltitü” gibi isimler alır. Sadakate mi yoksa liyakate mi bakacağı ikileminde tercihini kestirmenin hiç de zor olmadığı akademi, fakülteleri “dekanka”lara veya “dekayın”lara yönettirir, or”dünür”yüs profesörlere görev verir. Ortalık “doçenişte”lerle dolar, “araştırma görümcesi”nden geçilmez.

“Accık Öğretim Fakültesi”, adı üstünde, azıcık bilgi vereceği için okuması en kolay fakülte olur. Online sınavlar sayesinde, öğrencilerin çalıştığı yerden soru gelmesi için dua etmesine gerek kalmaz, çıkan sorulara sınav anında çalışıp cevap verme imkanı olur. Askerliğini tecil etmek için yüksek lisans programlarına kaydolanlara “mastertip” denir.

Diploma aldıktan sonra, ki diploma şart da değil, sadece birilerinin şoförü olduğu için yıllarca milletvekilliği yapanlar çıkar, hayvanat bahçesi müdürü iken bilim-teknik kurumunun başına atanan olur. Kendilerine ne zaman, nasıl ve ne danışıldığı bilinmeyen, nefer sayısına kimsenin muttali olamadığı bir danışmanlar ordusu kurulur. Banka yönetim kuruluna güreşçi atanır, eş-dostun çocukları büyükelçi yapılır. Bir bakmışsın, posta müdürü danıştaya üye olmuş, Merkez Bankası’na yönetici arkeologtan, limana ise stilistten seçilmiş, belli mi olur?

Neyse ki, şimdilik bizde üniversite sınav sistemi devam ediyor. Sınav için alternatif sorularımı takdim edeyim:

Soru 1: Bir Aşık Veysel, bir dağın 3/5'ini bir günde Ferhadsizce delebiliyorsa, sadece İngilizce bilen turistler, aşıya toplam kaç sterlin verir?

a-100 Sterlin
b-Beşer-Şaşar Çetesi: “ister delin, ister delmeyin. O paralar biz gelecek!”
c-Gönül, sterlin aradığını hep mi bekler, hiç mi bulamaz!
d-En az 400 sterlin verin, bu iş huzur içinde çözülsün!
e-Aydın-Söke, Söke-Tahkim yolu ihalesi Cengizli Makalyon'a kalıp geçiş garantili olursa... Çok milyar sterlin!

Soru 2: Kimleeer, tahkimlerle beraber?

a- Müteahhitler
b- Muhalefete muhalefet edenler
c-“Beraber yürüdük, biz bu geçiş garantili yollarda” diyenler
d-Yürütme erki
e-“Londra’da hakimler var” diyenler

Not: Soruları cevaplarken, dört yanlışın bir doğruyu tahkime götüreceğini ve haklarını söke söke alacaklarını lütfen unutmayın, iki soruda dört yanlış yapamayacağınızı düşünmeyin. Hazine garantili dört yanlış bedeli, her halükârda tahakkuk ettirilecektir. Aşık Veysel’lik yapıp kuralları delmeye çalışmayınız. Bir ülkenin dış aşıları toplamının 100 sterlin ettiği bilgisini bonus olarak kullanabilirsiniz. Sınavda başarılar dilerim...

 Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/liyakademi_545743

Dış Güçler...

 


İftardan önceki saatlerde sokağa çıkma yasaklarının başladığı, teravihsiz-camisiz ve bayramı ziyaretsiz-el öpmesiz, değişik bir Ramazan yaşadık bu sene. Minareler arasına asılan mahyaların değil, videoları internete atılan mafyaların konuşulduğu bir Ramazan...

Eski Ramazan’larda sahurda tok tutan gıdalardan bahsedilir, “Hakan Peker, tahin-pekmez” şakaları yapılırdı. Bu sene, yok satan Sedat Peker videoları tartışıldı.

Videolarda pek çok ifşaat var; siyaset-mafya-iş dünyası ile ilgili çarpık ilişkiler, uyuşturucu ticareti, kara para aklama, haraç almak için bir yerlere çökme, cinayetler, adam dövmeler, mekân basmalar ve akla gelebilecek türlü türlü ahlaksızlıklar...

Dehşet verici bu iddiaların bir kısmına karşı yalanlama gelmiş olmakla birlikte, vatandaşlar, yapılan açıklamalardan tatmin olmuşa benzemiyor, daha fazla bilgi ve belge bekliyor. Her işte olduğu gibi cumhur reisinin resmi açıklamasına göre kendini konumlayan çevreler, 25 gün boyunca beklediği işareti aldıktan sonra özetle şunları dedi: “Bütün bu olanlar dış güçlerin oyunları, ezanlar susmayacak ve bayrağımız inmeyecek...”

Başları her sıkıştığında dış güçlere vurgu yapan kesim öncelikle şu soruların cevabını vermeli; ülke olarak dışardan güçlerin saldırısını celbedecek özelliğimiz ne? İştah kabartacak bir servet vaat eden maden-tabiî kaynağımız mı var, dünyanın başka yerinde yetişmeyen hayati öneme sahip zirai ürünler mi yetiştiriyoruz, kimselerin sırrına vakıf olamadığı teknolojik ürünler mi geliştiriyoruz, sanat ve kültür alanında dünyanın hayran olduğu eserlerimiz mi var?

Enerji ve hammadde konusunda çok büyük oranda dışarıya bağımlıyız. Tarım üretiminde, yanlış tohum politikası, verimli arazilerin heba edilmesi, kaynakların verimli kullanılamaması, üreticilere destek olunmaması, kısıtlı desteklerin yanlış uygulanması, samandan buğdaya, arpadan pirince her ürünün ithal edilmesi gibi sebeplerle gün geçtikçe daha kötüye gidiyoruz. Dünya üretiminin büyük çoğunluğunun ülkemizde yapıldığı mahsüllerin bile borsası ülkemizde değil, fiyatını başka ülkeler belirliyor. Ham ürünü bizden 10 liraya alıp işledikten sonra 100 liraya satıyorlar, o derece yani.

Yandaşlık esasına dayalı kadrolaşan üniversitelerimizin akademik başarısı malum. Hiçbir uluslararası yayına makale göndermemiş üniversitelerimiz var, kütüphanesindeki kitap sayısı öğrenci sayısından az olan okullarımız var... İyi-kötü, eskiden kalma akademik başarısı olan üniversiteleri de bozma eğilimindeyiz. PISA sınavlarında son sıralarda yer bulabiliyoruz. Yerli teknolojik üretim iddiasında olanların büyük bir kısmı, Çin’de merdiven altında ürettirdiği parçaları, ülkemizdeki montaj hattından geçirerek birleştiriyor.

Sanat hiç demeyin, atalarımızdan miras kalan eserlerin restorasyonlarındaki rezaletler yeteri kadar fikir veriyor. Hiç dokunmasak çok daha güzel kalacaklar. En gözümüzün bebeği Ayasofya’da bile 1500 yıllık kapı parçalanmış, giriş kapısının üzerinden kablolar sarkıyor, yönlendirme tabelalarının üzerindeki yazılar İngilizce’ye kötü çevrilmiş, yazım yanlışları var. Şehirlerin girişlerinde yaptırılan devasa karpuz, kavun, semaver, kol saati, bilezik gibi estetikten yoksun mimari faciaları muhtemelen görmüşsünüzdür. Sokaktaki vatandaşın hayatını yansıtmayan, ahlaki değerlerimizle bağdaşmayan bazı dizi filmlerimizin yurtdışına ihracını saymazsak, o alanda da bir başarımız yok. Kısaca, yeni bir eser oluşturamadğımız gibi, var olan eskileri de hızla bozuyoruz.

Elde kalan, en iddialı olduğumuz inşaat ve emlak işleri. Oradan da elde edilebilecek kazanç sınırlı ve sorunlu. Tarım ve orman alanlarını dönüştürdükçe ekosisteme zarar veriyoruz. İklimi bozuyor, hayvan ve bitki türlerini yok ediyoruz. Tarımsal ürün çeşitliliği ve kalitesi bozuluyor, üretim azalıyor. Bir toprak veya bina bir kere satılıyor nihayetinde, peki sonra ne yapacağız? Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık öldüğünde paranın ve betonun yenmeyen bir şey olduğunu anlamayı mı bekleyeceğiz?

Bütün bunları boşverelim, diyelim ki, sebebini veya kaynağını bilmesek de çok güçlü olduğumuz için dış güçler bize saldırıyor olsun. Bize saldıran tam olarak kim? Güçlüysek, korkmadan onları ifşa edebilmeli değil miyiz?

Bize nasıl saldırıyorlar ve neden bu saldırılardan etkileniyoruz? Bize sürekli aynı yerden saldırıyorlarsa, o yöndeki zayıflığımızı neden gidermiyoruz? Farklı yönlerden saldırıyor ve her seferinde bizi etkilemeyi başarıyorlarsa, çok fazla zayıf noktamız olduğu anlamına gelmiyor mu, güçlülük iddiamızı gözden geçirsek mi acaba?

Yabancı etkisinden bu kadar şikayet ediyorken, neden Londra’daki yatırımcılara şirin görünmek için taklalar attık? ABD şirketlerine nasıl güvenip de yatırım için çağırıyor ve onlara güvence vermeye çalışıyoruz? Onlara muhtaç mıyız? Ülkemizi karıştırmaları için mi çağırıyoruz?

En önemlisi, köfteci-etçi gibi esnafın haraca bağlandığı, yat limanlarına “çöküldüğü”, iş adamlarının, gazetecilerin cinayete kurban edildiği, basına saldırı dahil her türlü hukuksuz cezalandırma sisteminin işletildiği iddialarını duyan, gece yarısı hangi kararname ile hangi yükümlülükler altına gireceğini kestiremeyen yabancı yatırımcı ülkeye gelir mi?

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dis-gucler_543712

Yeeeni Türkiye…


 

Eski Türkiye ne kadar kötüydü… Çalış, çabala, notlarını yüksek tut… Sınavlara hazırlan, iyi okullara gir. Girdiğin okulu iyi derecelerle bitir, iş sınavlarına hazırlan… Yazık, ömrü çalışmakla geçiyordu insanların.

Yeni Türkiye’de bunları yapmaya gerek yok artık. Yani, isteyen yine hobi olarak yapsın da, pek bir sonuç elde edemeyebilir. Sınıfta kalmak nasılsa yok, temel eğitimi istediğin gibi bitirebilirsin. Sonra Almanya başbakanı Merkel’e “üfff” dedirten 207 üniversitemiz var. Üniversiteye girmek isteyen illa ki onlardan birine girer. Yahu, girmese de çok dert değil. Yeeeni Türkiye’de, mülakatta tek bir soruyu doğru cevaplayan, en iyi işleri ve makamları kapar: “kimin yeeenisin?”

Diploma istenirse, sahte diploma kolayca sağlanabiliyor zannedersem. Milli Eğitim Bakanlığı’nda bile sahte diplomayla öğretmenlik yapanlar varmış. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’na yönelttiği, sahte diplomalı kaç öğretmen ve personel çalıştırıldığı sorusuna MEB Strateji Geliştirme Başkanlığı tarafından, sayı meselesine hiç girilmeden şöyle cevap verilmiş:

“Bakanlığımız personellerinin, diploma veya geçici mezuniyet belgeleriyle ilgili yürütülen inceleme soruşturma çalışmaları sonucunda sahte olduğu tespit edilen diploma veya geçici mezuniyet belgesine dayalı olarak yapılan atama işlemleri iptal edilmiş olup ilgili personellere yönelik adli makamlara suç duyurusunda bulunulmuştur. Başvuru yapan öğretmen adaylarının, başvuru esnasında mezuniyet ve diploma bilgileri YÖKSİS’ten gelen mezuniyet ve diploma bilgileri ile karşılaştırılarak bilgilerin doğruluğu sağlanmaktadır.”

Aslında sahtelik işlerine girmeye çok gerek kalmadı çünkü üniversitenin kazandırdıkları artınca üniversite kazanmak kolaylaştı. Bir kere, hazırlığıydı, sene uzatmasıydı derken dört yıllık bir okul 5-6 yılda anca bitiyor. Bu gençler bu süre boyunca işsiz sayılmıyorlar. İşsizlik oranımız muazzam bir şekilde düşüyor. Okumakla geçirdiği süre boyunca memleket meselelerine de fazla kafa yormayacak bu gençler. Okusun, eğlensin ve gençliğinin tadını çıkarsın. Okul bittikten sonra, "yeeeni" olduğu kerlifelli bir dayısı-amcası yoksa istediği gibi iş bulamayacağını anlayan gencimiz, iş aramaktan da vazgeçmek suretiyle bir kez daha işsizlik oranlarını düşürecektir. Daha ne olsun…

Üniversite dediğin, geniş bir kampüs ister. Arsalar bulunacak, imarlar düzenlenecek, binalar dikilecek. Müteahhit arkadaşlara mükemmel bir kazanç kapısı… Şehir dışından gelecek öğrenciler ev tutacak/yurtta kalacak, yiyecek-içecek, kıyafet alacak, kırtasiye malzemeleri sarfiyatı olacak, kitap alacak, fotokopi çekecek. Genelde kampüsler şehir dışında olur, toplu taşıma kullanacak. Kaç esnaf ihya olur, siz hesaplayın.

Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi

Eğitimci kadrosu ve idari kadro ile bir üniversite istihdam kapısıdır aynı zamanda. İşine gelen adamı rektör yap, kim ne karışır. İşine gelen adam, işe gelme şartlarını mı karşılamıyor, bir kararnameyle şartları değiştir, öyle işe al. Sonra bir başka kararnameyle yine eski haline getirirsin nasıl olsa. Rektörler akrabalarını doldursun kadrolara, ortalık şenlensin. En son, Kâtip Çelebi Üniversitesi ile ilgili bir haber çıktı: rektör, rektör yardımcısı, dekan ve öğretim görevlileri arasındaki 27 kişi akrabaymış ve bunlardan 16’sının şube müdürlüğü kadrosuna ataması sınavsız yapılmış. Rektör bey, adeta “Kâtip benim, ben rektörüm, el ne karışır? Yakınlarıma akademik cübbe ne güzel yaraşır” ve “kadrolar açayım, eli kalem tutan akrabalara, kâtip arzuhalim yaz ilana böyle...” türküleri eşliğinde doldurmuş kadroları. Akrabalara özel, sadece onları tarif eden ve başka birilerinin karşılamasının imkânsız olduğu şartları listeleyip, o şartlara uyan kişileri almıştır muhakkak... Akraba içinde liyakatin gözetilmediğini söyleyemeyiz. Akraba-i taallükat, liyakat ve Kâtip kelimelerini birleştirerek “Akraba-i TaallüyaKatip Çelebi Üniversitesi” diye ismini değiştirsek yeridir.

Üniversitenin kazandırdıkları bitti mi? Bitmedi; Oksijen gazetesinin haberine göre yüksek lisans ve doktora öğrencileri için para karşılığı tez yazma sektörünün büyüklüğü 200 milyon lirayı aşmış. Yılda yaklaşık 30 bin tezin üçte birini para karşılığı yazılan tezler oluşturuyormuş. Tez yazdırmanın maliyeti 4 bin ila 15 bin lira arasında değişiyormuş. Tee Zeki Müren’den bir şarkı gelsin konuyla ilgili: “Tez geçse de, her çalışmada bin hatıra vardır, tez işinde iyi para vardır…”

Tezleri yazanlar da akademisyen tabi. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu hareketler akademinin ruhuna zıtlar, âdem-i akademi olan zatlar, oluşturursa böyle tezatlar, adem-i akademi olur, eğitim sistemi hepten patlar…” Ben de derim ki, “mesele, yükseltmekse AK âdemi, gerekirse yıkılsın akademi…”

Link: 

Rektörel Hız


Rektörel Hız

Ülkemizde üniversitelere ve ilimle uğraşan kişilere yeterli önemin verilmemesinden yakınırdık yakın zamanlara kadar... Hamdolsun, özellikle üniversitelerdeki seçimler kaldırılıp atama yöntemiyle görevlendirilen rektörlerle birlikte çok yol kat edildi. Zaman zaman gazete haberlerine konu olacak kadar da gündeme geldiler. 

İlk olarak çekişmelere ve kutuplaşmalara sebep olan seçimler kaldırıldı, mis gibi oldu. Ne kavga artık, ne gürültü... Hemencecik atanıyor, hızlı bir şekilde de yönetmeye başlıyor rektörlerimiz. Sonra, üniversitelerin olmazsa olmaz özelliklerinden biri de bağımsızlıktır. Kurumları bünyesinde açtıkları akademik kadrolara eşini, çocuklarını, kardeşlerini ve hiç bulamasalar arkadaşlarını yerleştiren,  neredeyse aşirete bağlayıp bağımsızlıklarını ilan edecek seviyeye yaklaşmış bazı hamiyetperver(!) rektörler var mesela. O kadar ki, üniversite ve yükseköğretimde “Üni’ler ağlamasın!” temalı  “çözüm süreci” ilan edilse yeridir. 

“Canım, her kadroya bir akrabasını/yakınını yerleştirmek, her ihaleyi istediğine vermek bu kadar kolay mı?” diyeceksiniz. Şöyle oluyor; açılacak kadrolara yerleştirilecek kişiler bulunduktan sonra sadece o kişileri tarif eden şartlarla alım duyurusu yapılıyor mesela. Efradını cami ve ağyarını mani bir ilan olup ilgisiz kişilerin başvurması engellenebiliyor. Hiç ayırt edici özelliği olmasa bile mülakat ve benzeri yöntemlerle istenmeyen kişiler eleniyor. Koskoca Ulaştırma Bakanlığı bile, Mardin-Diyarbakır arası demiryolu ihalesini değerlendirirken “fiyat dışı unsurlar” sebebiyle en düşük fiyatla katılan firmaya ihale vermeyebiliyor.

Almak-vermek ve böylece ekonomiye can vermek isteyen bir rektörümüzün üniversitesi lojman olarak kullanacağı evinin eşyaları için ihaleye çıkmış ve tam olarak 145 bin liralık mobilya almış. Tabii ki tasarruf tedbirleri gözetilerek yapılan bu alışverişteki eşyalar demirbaşa kaydedilmiş. Ekonomik hareketlilik sağlarken enflasyonla da mücadele eden rektör ve üniversitesini kutluyoruz.
Bir üniversite rektörü de kiralamak istediği makam aracı sebebiyle gündeme geldi. Gazetelere “uzay mekiği” gibi ifadelerle haber konusu olan makam aracı için verilen şartlardan bazıları şöyle: “Yabancı menşeli, türkçe navigasyonlu, siyah renkli, ısıtmalı koltuklu, uzunluğu 4 bin 932 mm., genişliği bin 874 mm, yüksekliği bin 455 mm, ağırlığı bin 660 kg, 4×4 dizel motor, 2000 cc, en az 190 beygir güç, start stop, ısıtmalı koltuklu, uydu telefonlu, saatte 232 kilometre yapabilecek nitelikte ve 0-100 kilometreye 8.2 saniyede çıkabilen...” Bu adrese teslim tarifi duyan insanlar ister istemez hemen “au” diyor... Şu anki satış fiyatı 600 bin lira üzerinde olan bu araç 28 aylığına kiralanacakmış. Rektőr kendini “Sanki Ferrari istedik, ne var bunda herkeste var!” diyerek savunmus.

Bir rektör saatte 232 km yapacak bir makam aracını neden ister ve nerede kullanacaktır ki... Sonuçta karayollarımızda yapılabilecek azami hız sınırlarının üzerinde. Hemen aklınıza yasak işleyeceği gelmesin, belki de trafiğe kapalı bir alanda kullanacaktır, değil mi ama? Ya da, motorsiklet yarışlarında dünya şampiyonluğu olan, kartvizitine “senatör” yazdırmış, ayaklarını masaya uzatarak “emirerlerim” dediği insanlarla fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşmak suretiyle şaka yapan bir milletvekili ile kapışmak istiyordur, kimbilir... Her türlü kapışırlar bence. Hızın vektörel bir büyüklük olduğunu biliyorduk da rektörel olduğunu yeni duyduk. 

Hız demişken, internet kullanımında operatörlerin uyguladığı Adil Kullanım Kotası denilen ve belli bir kullanım sonrası düşük hızlarda internet kullandırtan uygulama sona eriyor. Yani şöyleydi, diyelim sınırsız bir internet bağlattınız, operatörler sizin iyi niyetinize güvenmeyip, sağda solda konu komşu ile paylaşmanızdan korktuğu için o kadar da sınırsız bir paket vermiyordu. Belli bir miktar kullanımdan sonra bağlantınızı yerlerde süründürecek bir hızla devam ediyordunuz. Artık bu uygulama kalktı ve sınırsız olan tarifelerde kota uygulanmayacak. İyi, güzel de... Yeni fiyatları gören vatandaşlar da operatörlerin motorcu vekil gibi şaka yaptığını söylemesini bekliyor, zira bazı tarifelerde fiyat neredeyse iki buçuk katına çıkıyor! Bir GSM operatörü de, cep telefonlarında bulunan ve kablosuz anten gibi internet paylaşımı yapabilme özelliğini kullanacak kişilerden para alacağını duyurdu. Kapsamı ve sınırları belli olan bir hizmet satın alıyorsunuz ama bunun kullanmını satıcı size bırakmıyor. Bakkalın, aldığınız ekmeği kaç kişinin yiyeceğini sorduğunu ve başkasına da yedirirseniz sizden fazladan para alacağını söylemesi gibi... Neyse ki, gelen tepkiler üzerine operatör geri adım attı. 

Adil kullanım kotasının olmadığı makul fiyatlı internet ve devlet imkanlarının şahıslar hesabına ve horca kullanılmasının adiyattan sayılmayacağı seneler dilerim...

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: