Bu Blogda Ara

Arşiv

rant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Restorantiye

 

Restorantiye


Masal masal içinde, mesel masal içinde. Zamanların eskisinde, muhitlerin güzelinde, sayısı çok, görkemli masalar varmış bir retoranın içinde...

Alışveriş yapma, yemek hazırlama, bulaşık yıkama, temizlik yapma ve yemek servis hizmetlerini  yerine getirme gibi görevleri ifa etmek üzere seçilen zümre, işe restoranın duvarlarındaki yağlıboya tabloları ve vazolar gibi sanat eserlerini satmakla başlamış. Restoranın orta yerinde bulunan süs havuzu ve büyük mutfak tezgahı gibi demirbaşlar da satışlardan nasibini almış.

Satış işlemleri için kafilelerin biri giderken öteki geliyor, pazarlık atışmaları ve kahkahalar restoranı çınlatıyormuş. Bu arada, Şefgiller Zümresi’nin elinden yemekler düşmüyormuş. Adamlar durmadan yiyorlar ve etraflarında dolaşan yardakçılarını da bu imkanlardan mahrum etmiyorlarmış. Olan biteni gıpta ile seyreyleyen ahali “adamlar yiyor ama çalışıyor” diyormuş.

Ortaya daha çok masa atabilmek için restoranda buldukları bütün boşlukları değerlendiriyorlarmış. İyice daralan koridorlarda yürümek zorlaşmış. Taşıyıcı kolon olup olmadığına bakmaksızın, gözlerine kestirdikleri kolonları fiilen de kestirip yeni alanlar açmışlar. Restoranda rantiye alanlarını artırmak işin her köşeye adeta bir şantiye kurmuşlar. Restoranın adı oluvermiş Restorantiye...

Şef için, yanarlı dönerli ışıkları olan, kristallerle ve altın varaklarla donatılmış bir köşe yapmışlar. Bu köşe için yapılan masrafı çok bulanlarla dalga geçiyorlar “Bu köşe şefin değil ki, hepimizin” diyorlarmış. Yaz köşesi yetmemiş, benzer ihtişama sahip bir kış köşesi ve ortaya dev bir su şişesi de yaptırmışlar. Kendilerinin köşesi olduğunu zanneden halk, bu köşelere güvenlik tedbiri gerekçesiyle yaklaştırılmasa da uzaktan bakıp bakıp mutlu olurmuş.

En havadar ve manzarası güzel olan köşelerde özel localar yaptırmışlar. Masaların etrafında süslü kemerleri, yukarıdan aşağıya inen ışıl ışıl avizeleri ile göz kamaştıran bu localar için kasadan para çıkmadığını, girişimcilerin bu masrafları üstlendiğini iddia ediyorlarmış. Gelgelelim, o localarda oturma ücreti çok yüksekmiş, bu yüzden genellikle boş kalırmış masaları. Kimse gidip oturmasa bile, loca sahiplerine yüklü miktarlarda kira ödeniyormuş ve yıllarca bu ödeme katlanarak devam edecekmiş.

Şefgiller, ne yapsa tersini söylüyor ve ne söylese tersini yapıyormuş. İnsanlara, denize nazır batı tarafında terasta oturup boyoz yeme vaadi vermişler ama Restorantiye halkını beyaz torosları geri getirmekle tehdit ediyorlarmış. Herkes oturduğu yerde otursun ve haddini bilsinmiş. Yemeği ucuzlatma parolasıyla yola çıkmışlar ama garsonlara yemek fiyatının kat kat fazlasını bahşiş olarak vermeden yemek mümkün olmuyormuş.

Restorantiye’nin bakımı, yangın ve sel gibi afetlerden korunmak için kasada ayrılan parayı koridorlara yolluk döşemek için kullanmışlar. Bu yolluklar yere yapıştırıldığı için, yangın zamanında onları söndürmek için kullanmak imkansızmış. Üstelik bu yolluklarda naylon dokuma kullanıldığından, yangın zamanında kolay tutuşup söndürme faaliyetlerini sekteye uğratma riskleri de varmış.

Günün birinde, elektrik hatlarının yerde, açıktan geçtiği bir bölümde, kabloların birbiriyle teması sonucu kısa devre olmuş ve büyük bir yangın çıkmış. Masalar tutuşmuş, insanlar dumanlar altında kalmış. Yangın söndürmek için eline geçirdiği bardak-sürahiyi kapan, arabasında kullandığı yangın tüpünü kucaklayıp yangına müdahale etmeye çalışanları Şefgiller durdurmuş. Şefin talimatı olmadan kimseyi olay yerine sokmuyorlarmış. Dediklerine göre, yangın söndürme bahanesi ile koşturan insanlar, Restorantiye yönetimini aciz göstermek için bunu yapan hainlermiş.

Başka restoranlardan gelen tüplerin üzerine Restorantiye’nin amblemindeki R harfini basmak için tüpleri hemen devreye sokmamışlar. Acil durumlara müdahale ekibi, ellerinde bulunan yangın tüplerini, söndürmek için kullanmak yerine, yardıma gitmek isteyen gönüllülere fahiş fiyattan satmış ve bu işle övünüyormuş.

Kasada para bittiğinden, yemek yapmak için malzeme alamıyorlarmış. Dış restoranlardan yüklü paralarla sipariş geçip, durmadan borç hesabına yazdırıyorlarmış. Siparişi getiren garsonların giydiği “eSWAP”, yemeklerin başka bir restorandan taşındığının göstergesiymiş. Tatlı tatlı yemenin acı acı faturası ileride çıkacakmış ama o güne Allah Kerim’miş.

İşlerin böyle yürümemesi gerektiğini anlayan insanlar, altın masa etrafında birleşmişler. Kendi aralarındaki husumet ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp Restorantiye’yi kurtarmak için beraber çalışmışlar. Aynı anda, farklı kurumlardan 14 “mayış” birden alıp ona güvenen zümreye 14 mayış tokadı vurup “Yeter, söz milletindir!” demişler. Onlar ermiş muradına...

Link: 

Ekonomiye "Ranttan" Yayınla Devam Ediyoruz....

Ekonomiye ranttan yayın
Bir zamanlar, istenen bir bilgiye herhangi bir zamanda erişmek bugünkü kadar kolay değildi.
Güncel havadis gazetelerden takip edilebiliyordu. Televizyondaki kanal sayısı da, haber bülteni sayısı da bugüne nazaran çok daha azdı.

Tabiî, canlı yayınlar da muhtemelen maliyetleri ve gerektirdiği ekipman-yetişmiş eleman sayısıyla alâkalı olarak çok daha azdı. O zamanlar canlı yayın denmiyordu, naklen yayın deniyordu. Naklen Arapça kökenli bir kelime olduğundan mıdır bilmem, özel kanalların ortaya çıkmasıyla yerini “canlı” tabirine bıraktı. Gerçi, Arapça yayın yapılan kanallarda canlı yayın için naklen kelimesi kullanılmaz. (Bir keresinde, Ramazan Ayı’nda, bir iftar sırasında televizyon izlerken bir arkadaşım, Arapça okuyabildiğini bize ispatlamak için “mübaşir kanalını açsanıza, Kâbe’yi gösteriyor” demişti. Mübaşir kelimesinin kanal ismi olmadığını ve canlı yayını ifade ettiğini öğrenince de bozuldu biraz.)

Seksenli yıllarda, devre arasında 15 dakika reklâm değil, “hafif müzik”yayını yapılırdı futbol maçları yayınlarının. O zamanlar pop müzik denmiyordu ve başında “şimdi Türkçe sözlü hafif müzik yayınımızla devam ediyoruz” ya da sonunda “yabancı sözlü hafif müzik yayınımızı dinlediniz” gibi bilgilendirici anonslar yapılıyordu. Evet, müzik, televizyondan da yayınlansa dinlenen bir şeydi. Futbol maçları televizyon ve radyodan ücretsiz bir şekilde yayınlanıyordu. Canlı verilmeyen maçların banttan yayınlandığı da oluyordu. Sonucunu bilmediğimiz bir maçı banttan izlerken bile heyecanlanabiliyorduk, ama “banttan” ifadesi maça bakışımızı değiştiriyordu. Banttan yayınlanan bir maçı izlerken sesli bir şekilde futbolculara televizyon başından direktif vermeye kalkamazdık meselâ.

ORHAN AYHAN...

Aynı anda televizyon ve radyodan canlı yayınlanan bir maçtaki yayınlar arasındaki senkron farkı bile bazıları için tahammül edilebilir değildi. Radyo yayını, televizyon yayınının bir kaç saniye önünden gidiyordu genellikle ve bu durum benim için anlaşılmazdı. Gökyüzünde çakan şimşeğin önce aydınlığı sonra sesi geldiğine göre görüntü sesten daha hızlı olmalıydı ve görüntülerin en azından o senelerde  ışık hızı ile iletilmediğini yıllar sonra öğrenecektim. Radyo spikerlerinin maç anlatımı daha heyecanlı oluyordu, süsü, abartısı eksik olmazdı. Görmüyoruz ya, adam ne dese inanacağız!  “..orta yuvarlağı sol iç boşluğunun beş metre kadar gerisindeki Orhan, ceza yayı ön çizgisinin sekiz metre kadar önündeki arkadaşına pası atabilse rakip kalede çok büyük bir tehlike oluşturabilecekti, ama kademede Ayhan...” şeklindeki anlatımıyla Orhan Ayhan, hayal dünyamızın sınırlarını zorlardı. Mesafeyi nasıl ölçtün, biz kafamızda nasıl canlandıralım, Ayhan kademeye girmişse gerçekleşmemiş bir pozisyonu neden bize anlatıyorsun gibi deli sorular gelirdi akla. Bir de kendine has hızlı, fakat anlaşılabilir konuşması yok muydu... Televizyonla radyoyu aynı anda açıp televizyonun sesini kısarak görüntüyü ekrandan, sesi radyodan takip etmişliğim vardır. Anlatımını daha çok beğendiğim radyo spikeri acaba bizi mi yiyordu?

Velhasıl, teknik imkânlar ve maliyetler ölçüsünde “naklen” ya da “banttan” yayın yapılırdı. Daha fazla nostalji isteyen, İbrahim Sadri’nin “Kuş Hatıraları” isimli şiirini dinleyebilir.

***

Yıllardan beri var olan ekonomik sıkıntılarımız her fırsatta başka ve daha pahalı borçlarla ötelenmeye çalışılsa da problemler birikerek bir balon gibi şişiyor. OHAL dönemi boyunca baskılanan iflâslar ve konkordatolar fırsatını bulduğu ilk anda peşpeşe gelmeye başladı, demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti, kuvvetler ayrılığı, denge-denetim mekanizmalarının işlemeyişi gibi temel sorunlar sebebiyle yabancı sermaye ülkemizden kaçıyor. Dış borçlarımız 500 milyar dolara yaklaştı. Üstüne, dünya ekonomi devlerine bile diz çöktüren virüs meselesi çıktı. Merkez Bankası net döviz rezervlerinin eksilere düştüğü yazılıp çiziliyor. Dolar yedi, euro sekiz liralara dayanmış, ölçülenle hissedilen enflasyon arasındaki makas gittikçe açılmış. İşsizlik had safhada. Virüs sebebiyle turizm gelirlerinde büyük daralma olacak. Her işimiz ithalata bağlı, katma değeri yüksek bir üretimimiz-ihracatımız yok.

Ne var peki, betona gömülen paralar var... Sahil kenarlarını betona bulama, orman alanlarına tarım arazilerine imar izni verme, Avrupa’nın, dünyanın, güneş sisteminin en devasa binalarını şehirlere dikme var. 250 bin dolarlık emlâk alımı yapan yabancılara bedava vatandaşlık veriyoruz. Katar’la aramızdaki ilişkiler hatırına kendilerine tarla olarak sattığımız arazilerin planını değiştiriyoruz, bir anda değeri 10 katına fırlıyor. Yemyeşil Karadeniz yaylalarını turizme kazandırma adı altında satıp satıp tahribine göz yumuyoruz.

Kısacası, ekonomi yönetiminde “aklen” yayını çoktan bitirdik, “ranttan” yayınla devam ediyoruz...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ekonomiye-ranttan-yayinla-devam-ediyoruz_524937

Katar-akt


Katar-Akt

Altyapı projeleri halk için mi, yoksa rânât için mi diye, biz için için kendi aramızda tartışaduralım, elin yabancıları gelip yavaş yavaş onları satın alıyor. Bu arada rânât, rantlar manasında, “rant Arapça bir kelime olsaydı çoğulu rânât olurdu herhalde” diyerek benim uydurduğum bir kelime, boşuna sözlüklere bakmayın. 

Mesela, Çin Halk Cumhuriyeti’nden birileri altyapı projelerimize yatırımlar yapmaya başladı. Türkiye’de satın aldığı liman ve bankadan sonra şimdi de Yavuz Sultan Selim Köprüsü ile çevre otoyolları işletmeciliğinin %51’ini almak istiyorlar. 3 milyar dolara mal olan bir köprünün yarısını 600 milyon civarında bir paraya almak da ayrı bir meziyet. Türiye’de “Çin-dar” bir nesil isteyen bir grup bunun için çok çalışıyor olmalı... 

Tabii, ülkemizde yabancı yatırımcı deyince en çok aklımıza gelen ülke Katar. Merkez Bankası verilerine göre 2002-2019 yılları arasında yaklaşık 2,7 milyar dolarlık yatırım yapmışlar. Ticaret Bakanımız ise Katarlıların Türkiye’de toplam 6,3 milyar dolar yatırımı olduğunu söyledi. Ağırlıklı olarak, finans, medya, savunma sanayii ve emlak alanlarında yaptıkları satınalmalar veya kurdukları ortaklıklar var. Katar ile akt edilen ortaklıklara kısaca “Katar-akt” diyebiliriz. Bazı Katar-akt örnekleri:

Katank-Palet: 50 milyon dolarımız olmadığı için tank-palet fabrikasına ortak oldular. Katar + tank birleşiminden “Katank” elde ediyoruz. 

Katarabzon: Trabzon’da son yıllarda çok sayıda arsa ve ev, başta Katar olmak üzere Arap ülkelerinden müşterilere satılıyor. Adeta bir “Arab-zone” olan şehrimizin adı, satışlar böyle devam ederse Katar + Arap + zone kelimelerinin birleşimiyle “Katarabzon”a dönüşebilir. 
KataRant: Katarlıların satın aldıkları gayrımenkullerin, satıştan sonra imar planlarının değişmesiyle elde ettikleri rant. Emsal değeri 2 olan bir arsa alıyorlar mesela, hop bakıyorsun anında planı değişiyor ve 4.28 oluyor. Yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa tam olarak nereye yapılacağı yakın zamana kadar tarafımızdan bilinmeyen Kanal İstanbul güzergahını nasıl tahmin etmişlerse, oradan da arsalar toplamışlar mesela. Yesari Asım Arsoy’un uşşak makamındaki bir şarkısından iktibasen: 

“O rantlı gözler hülyalı
Dolar bakışlar manalı
Güzergahtaki o arsalar
Meğer ezelden Katar'a satıldı”


K’ada’r: Kanal İstanbul projesi hayata geçer de kanal hafriyatlarıyla yapılacak adalardan biri Katarlılara satılırsa adaya verilebilecek bir isim.

Tuzlu su-az tuzlu su dengesi birbirini bulur denilerek birleşik kaplarla izah edilmeye çalışılan Kanal İstanbul, başlı başına çok tuzlu bir proje olduğundan hayata geçer mi geçmez mi bilmiyoruz. Arap ülkelerinin televizyonlarında kanal evlerinin reklamları dönüyormuş. Tuzlu proje problemi Birleşik Araplar formülü ile çözülemezse ve tartışmaları da iktidarı yıpratacak olursa, her an Katar Emiri’ne hitaben “ananı da al git!” söylemini duyabiliriz. Ben, birilerine kanal sözü verip arsalar satmış olsam hiç öyle pahalı ve netameli kanal işine girmem. Çürük yumurta kokusu etrafı sarar diyorlar, depremde tehlikeli olur diyorlar, yeraltı sularının tuzlanmasına sebep olur diyorlar velhasıl, bir sürü başka riskleri de sayarak “Kanal İstanbul yapılırsa geri kalan İstanbul olur mu?” diye endişe ediyorlar. Bana kalsa, sattığım arsaların içinden geçen ve devr-i daim yapan yapay bir ırmak yaparım, hem rantlarından ırmak akan yalancı bir cennetimiz olur hem de 40-50 dönüm gibi sınırlı bir alanda kalır. Gemi neym geçmez kapı önünden, rahat rahat otururlar. Alan memnun, satan memnun, vatandaş memnun...

Kataraba: Yerli ve milli araba üretme işimiz finansman darlığına düşerse eminim ki Katar o konuya da el atabilir. Bu durumda yerli ve milli arabamızın adını “Kataraba” yapabiliriz.
Katarlılara satılmazsa, yerli ve milli araba için isim tekliflerimden biri “Devrem” olur. Devrim arabalarının devamı olduğu hissini verdiği gibi, elektrikli motora da gönderme olur. Beğenmediyseniz, bizi kıskanan Almanların Volkswagen’i gibi (volks-halk/cumhur, wagen-araba) gibi “Cumhuraba” diyelim...




Taşermek


Taşermek: 

Bir işi yapabilecek gücü olduğu halde, birilerine para kazandırmak maksadıyla o işi taşerona devretmek. Ranta gebe sistemlerde çok görülür. Taşeronluk yapan firma/kişiye de "müstaşer" ya da "müstaşeron ileyh" denir. Konuyla ilgili bir makale için bakınız: Kadrolu Karınca ile Outsource Böceği

Bir yapı düşünün ki, kendine yakın beş-on tane firma seçip bütün ihaleleri onlara veriyor. Böcekler gibi bütün ihalelere dadanan ve daha çıkılmamış ihaleleri bile kazanmakla müjdelenmiş bu on firmaya "aşeret-ül haşere-til mübeşşere" denir. 

Kömür çıkarma işini bir haşereye taşere eden bir sistem düşünün. Sistemin taşerdiğini anlayan haşere, sisteme kömür yerine taş verebilir...

Harfiyat Kanyonu ana sayfası

Rant Boğaz’dan gelir...


Rant Boğaz'dan gelir

25 yıldır İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yöneten ve bu 25 yılın son 17 yılında hem hükümete hem de belediyeye hakim olan hükümet partisi, 2019 yılında belediyeyi muhalefete kaptırdı. 31 Mart seçiminin hem sonucu hem de oy farkı olarak beğenilmeyince tekrarlandı. Gerçi, iptal ettirenler öyle demedi, “çaldılar” dediler, “kamera görüntüleri var” dediler... 

Tekrarlanan seçimde yine kaybettikleri gibi, aradan o kadar zaman geçmesine rağmen iptal edilmiş olan seçimi çalanların kim olduğu ve nasıl çaldığı ortaya çıkmadı, soruşturma açılan kişiler hakkında da bir işlem yapıldığını duymadık. 

17 yıl hükümet, 25 yıl belediye yönetimi ile AKP sayısal olarak İBB’yi hak eden partiydi bence. Şimdi parti ile özdeşleşen bu 17-25 rakamlarına bakalım; 17’yi 25’e böldüğümüzde sonuç kaç çıkar? 0,68 Peki, 68 nerenin plakasıdır? Tabii ki, Aksaray’ın. Yani görüyorsunuz, bir şey demeye gerek yok, bütün işaretler aynı yeri gösteriyordu.

İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde kaybettikten sonra hükümet, büyükşehir belediyelerinin bazı yetkilerinin fazla olabileceğine kanaat getirerek birtakım kısıtlamalar yapmak için kolları sıvadı. Boğaz köprülerinin geçiş hasılatından İBB’ye aktarılan kısımlar iptal edilecek. Geçtiğimiz haftalarda İBB iştiraki olan şirketler, Haydarpaşa garı ihalesinden garip sebeplerle çıkarıldı. Garı işletebilmek için asgari olarak tekliflerinde “müteselsil ve müşterek” ifadesini kullanmaları gerekiyordu. Eminönü’de bulunan ve kira sözleşmleri bittiği için kaldırılan balık ekmek tekneleri için jet hızıyla bir yürütmeyi durdurma kararı alındı. 

Son olarak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Boğazı’na sınırı olan ilçe belediyeleri ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin boğaziçi üzerindeki bütün imarla ilgili yetkilerinin alınıp Boğaziçi Başkanlığı ve onunla bağlantılı iki kurula devredileceği bir kanun taslağı hazırlamış diyorlar. Yeni kurulacak olan Boğaziçi Başkanlığı, parselasyon planı, arazi düzenlemesi, trampa, kamulaştırma, ihdas, alan düzeltme, cins değişikliği, taksim, terk gibi konularda yetki sahibi olurken, Boğaziçi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu ve Boğaziçi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Düzenleme Kurulu boğazlardaki yapılaşma, imar düzenlemeleri, yıkım, kentsel dönüşüm ve denetim konularında söz sahibi olacak. Kısaca hükümet, belediyeye diyor ki “Boğazların içinde dikilir yali yali, sırtındaki imar yüklerinin biz olalım hamali...”

 Sıradaki parçamız, “Boğaz’ın imarı ne kadar önemli ki?” diyenler için geliyor: 

“Nedir şu boğaz imarı, var mı ki rantının dünyada eşi,
En kaçak yapıların yükseliyor dördü beşi
Kıyıdan yol bularak geçmek için Marmara’ya,
Kaç kat sığdırılmış bir ufacık karaya?
Binalardan bir manzara bulmak için denize
İmar planları geliştirilecek, hadi yalısevenler, gelsenize!”

Bizim Oğlan Bina'yı Okur, Döner Döner Bina'yı Okur


Bizim oğlan binayı okur döner döner binayı okur
Son yıllarda toplu tesis açılışları yapmak moda oldu. Öyle ki, bazen afişlerde sayıları yüzleri bulan dev tesisler için toplu açılış yapılacağı ve ekabirden kimselerin bu açılışlara katılacağı yazılıyor.
Tesislerin bizzat başına da gidilmiyor umumiyetle, hepsi için temsili bir kurdele kesiliyor. Bir kaç yıl önce Edirne’de bir yalak açılışı hatırlıyorum, kurdeleyi “tesisin” başında bizzat Edirne Valisi Dursun Ali Şahin kesmişti. Şehrin ileri gelenleri ve mülkî idarecilerinin tamamı katılmıştı açılışa. Hatta, protokol ekibinin yanyana sıralandığı zaman yalaktan daha uzun bir kuyruk oluşturduğuna dair espriler yapıldı o dönem.

Ekonomik büyümeyi tetikleyecek üretimi yapan, istihdam üreten tesislerin açıldığını pek duymuyoruz. Geçtiğimiz sene, Isparta’da açılan, siyah renkli şekerli sıvı üretim tesisi haricinde hatıra gelen büyük bir fabrika var mı? Varsa yoksa, hizmet binaları, dev alış veriş merkezleri ve rezidanslar gibi betona yapılan yatırımlar! Eğitim alanında ne geliştirdiniz diyorsun, binaları sayıyor. Sağlıkta devrim yaptık diye devasa şehir hastanelerinden bahsediyor.

Medrese usûlü Arapça öğrenimi iki temel kitapla başlar; ilkinin adı Emsile’dir, fiil çekimleri anlatılır. İkincisi de Bina’dır. Bu kitaplardan sonra daha karmaşık olan ve okuması zor kitaplar gelir. Bütün öğrenciler aynı anda eğitime başlasa da, her bir öğrenci sorumlu olduğu kitabı tam öğrenmeden bir sonrakine geçemez. Daha zor kitaplara geçip orada takılan öğrencilere hocaları der ki, “bu çocuk tekrar Bina’yı okusun”. Bazen de çeşitli sebeplerden eğitime ara vermek durumunda kalan öğrenciler tekrar başladıklarında en son kaldıkları yerden değil, ilk kitaptan başlarlar. Başladığı işte sebat edemediği için sürekli en baştan başlamak durumunda kalan, gidip gelip aynı yerde takılan kişiler için “bizim oğlan Bina’yı okur, döner döner Bina’yı okur” denmiştir.

Emsile okuduğunu zannettiğimiz zevat, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma gibi çeşitli usûlsüzlüklerin rahatlıkla döndüğü inşaat alanına girince “emsal değeri” belirlemeye başlarsa, azimeti terk edip “ruhsatla” amel etme, iman programları yerine imar planları ile uğraşma, kısaca “mücahitlikten müteahhitliğe” dönme riski ile karşı karşıya gelir. Beton işinde ustalaşınca adeta bir “Beetonvın” olup senfoni yazmaya başlayabilir. En meşhur senfonisini de bütün eleştirilere kulağını kapadığı ve adeta sağır kesildiği zaman icra eder her halde… Tarım alanları ve ormanlık arazileri birer birer imara açar, sahil şeritleri ve şehirlerin nefes alabileceği parkları rant uğruna peşkeş çeker, Allah korusun!

Geçtiğimiz haftalarda TBMM Başkanı İsmail Kahraman, “Bu zamana kadar en çok inşaat yapan başkan ben oldum” dedi. Kendi döneminde yapılan binaların gerekliliği konusu teknik bir meseledir ve muhtemelen belli zaruretlerden kaynaklanmıştır. Ancak meclisin ve vekillerin yetkilerinin azaltıldığı, bir yılı aşan süreler boyunca tutuklu olduğu halde iddianameleri hazırlanmamış durumda birçok insan olduğu, hak-hukuk ihlâllerinin ayyuka çıktığı, “suç işlemeseler bile idarî kararlarla” işten çıkarılan binlerce insanın olduğu bir dönemde vurgulanmaya değer bir konu muydu, bilemiyorum.

Keşke sayın başkan yaptıkları bina ile övünmek yerine KHK’lar ile işten çıkarılan, özel sektörde de iş bulması zorlaştırılan, ağaç kökü yiyerek hayatta kalmayı denemesi gerektiği söylenen ve bu sebeplerden yıkılmaya yüz tutmuş yuvaları kurtarmak adına Meclis’te hakkıyla görüşüp değerlendirdikleri ve anayasayla uyumsuz oldukları için iptal ettikleri KHK’ların sayısı ile övünseydi. Meclis araştırma komisyonlarının sayısı ve çalışmaları ile gurur duysaydı. Gece yarısı torbalarla geçirilen kanunlar yerine, dört başı mamur ve usûlüyle meclisten geçen kanunların çokluğu ile iftihar etseydi.

Millete “hadim” olan vekillerin bulunduğu meclis hadım edildikten sonra daha çok “bizim başkan binayı konuşur, döner döner binayı konuşur” deriz gibi geliyor bana…

Öne Çıkan Yayın

Siya-Nur

Siya-Nur     Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağd...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: