Bu Blogda Ara

Arşiv

İmrengi

 



Annler günü, babalar günü gibi özel gün kutlamalarını pek samimi bulmayanlardanım. Tamam, iyi niyetlerle ortaya çıkmış olabilir bu özel günler ama o kadar ticarileştirildiler ki, günler, hatta haftalar öncesinden başlayan reklamlar bizi bunaltmaya yetiyor. Sevginin/saygının tek ifadesi hediye almak değil, her hediye de maddi olmak zorunda değil. Hadi, diyelim çiçek almaya karar verdiniz. Bir gün öncesinde veya sonrasında 10 liraya satın alınabilen bir çiçeğe, o günlerde 50 lira fiyat biçiliyorsa burada istismar yok mudur?

21 haziranın gündüzünde “en uzun gün indirimi”, gecesinde “en kısa gece kampanyası” gibi SMS, mail ve bildirimlerle bizleri ihtiyaç duymadığımız şeyleri almaya çağıranların yerinde olsam, teyzeler günü ve amcalar günü diye yeni satış günleri icat ederdim. Sonuçta, teyze dediğiniz anne yarısı, amca da baba yarısı... Ramazan’da tam gün oruç tutamayan çocuklar yarım günlük tekne orucu tutar ya, teyze ve amcaların günleri de öyle yarımşardan olabilir zannımca. Akılda kalması için de 21 Mart ve 23 Eylül gibi, gece gündüz sürelerinin eşit olduğu tarihler seçilebilir.

Anneler günü, okul ders kitaplarında işlenir, şiirler okunur yazılır, resimler yaptırılır çocuklara ödev olarak. Sıkıysa kutlama o günü... Babalar günü öyle mi? Laf olsun diye ihdas edildiği nasıl da belli... Babalar gününü öyle bir zamana denk getirmişler ki, okullar ekseriya kapanmış olur o tarihte. Kim öğretip hatırlatacak çocuklara? Babalar da çok dert etmez kutlanmadığını, rahat olun.

Kendi adıma, babalar günü diye bir şey olduğunu, üniversite okurken yaz tatillerinde tezgahtar olarak çalışırken duydum ilk. Tezgahın sahibi abimiz, müşterilere “babanıza hediye almak ister misiniz?” şeklinde soru sormamız yönünde telkinlerde bulundu. Hakikaten, babalar günü ve önceki gününde bir haftada yaptığımız ciroyu yapmıştık.

Geçen hafta, babalar günü vesilesiyle, video konferans yoluyla gençlerle buluşma gerçekleştirmiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi: “Biz gençliğimizde yurt dışına gittiğimizde oraları görürdük, ‘Bizim ülkemiz niye böyle değil’ derdik. Gelişmiş ülkeler için diyorum. Ama şimdi onlar buraya geldiğinde diyorlar ki, ‘Bizim ülkemiz niye Türkiye gibi değil?’ Ve bize imreniyorlar.”

Yurt içinde yaşayan bizler belki farkında değiliz ama dışarıdan gelenler imrenerek bakıyorlar demek ki. “Mavi-yeşil” vatanımızdan “gri” pasaportlarla çıkıp geri gelmeyerek, “kırmızı” bültenle aranma seviyesine gelen kişiler de diyorum, acaba, memlekete yabancı bir gözle bakıp imrenebilmek gibi “pembe” hayaller için mi yapıyorlar bunu? Bünyesinde bu kadar rengi barıdıran imrenmeye “imrengi” diyebiliriz herhalde...

Nasıl imrenilmesin kardeşim? Türkiye’ye girdiğinde cebinde 500 Euro varsa, bir öğretmen maaşından fazla paran var demektir. Avrupa standartlarında maaş alıp burada harcayan yaşadı!

Sonra, on parmağında on bir marifet olan ve marifetleri sayısınca maaşla iltifatlandırılan siyasetçi ve bürokratlarımız var. Gelişmiş diyebileceğimiz herhangi bir ülkede bunun örneği var mı? Birlik ve onluğa-pardon, beraberliğe- en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, iki 1’i yanyana getirip 11 yapan ve “maşallah, 11 ayrı kurumun sultanı, mübarek!” diyebileceğimiz adamlar çıkıyor. Burnu hassas olan kişiler, o haberleri fazla okumasın, zira kesif bir gübre kokusu kendilerini rahatsız edebilir.

Ticarette ileri seviyeye gelmiş kişiler bakanlık yapabilir, hatta bakanlığa geçtikten sonra da aynı şekilde ticaretine devam edebilir. İsteyen, şirketlerini eşi-çocuğuna devredip ballı bakanlık ihalelerini rahatça o şirketlere verebilir. Avrupa’da bunu yapmak mümkün mü?

Avrupalı çocuklar, üçgenleri sadece geometri dersinde teorik olarak öğreniyor. Bizde ise gazeteci-mafya-siyaset, ticaret-sanat-siyaset gibi üçgenleri bizzat hayatın içinde görmek mümkün. Görerek, dokunarak ve koklayarak “pis”agor bağıntısını bu üçgenlerden öğrenen çocukla, tahtada çizilen iki boyutlu ABC üçgeni üzerinden formülü ezberleyen çocuk, hiç bir olur mu?

Durmak yok, “imrengirmeye” devam!

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/imrengi_545359

Kutup Kutup Ense...



Gün geçmiyor ki, yeni bir ihtilaf konusu bulup, bu konu üzerinden toplumsal çatışmalar çıkarmayalım.

Eskiden, milli sevinç veya felaketlerde, toplumun hemen hemen her kesimi ortak bir paydada buluşurdu. Ayrıştırma ve kamplaştırma temelli siyasetler, nüfuz ettiği hayatın her alanını bir kavga platformuna dönüştürmeyi başardı maalesef.

Küçüklüğümde, Avrupa kupası maçalarında mücadele eden hangi futbol takımımız olursa, her birini sanki milli takımımızmış gibi gönülden desteklediğimizi hatırlıyorum. Takımlar arasında da dış maçlarda birlik ve beraberlik vardı. Galatasaray, İsviçre’nin Neuchetel Xamax takımını 5-0 gibi müthiş bir  skorla yendiği maç sonrası haksız bir şekilde disiplin cezası alıp elenmek üzereyken, ezeli rakibi Fenerbahçe’nin efsane başkanı Ali Şen’in şahsi gayretlerinin büyük katkısıyla ceza almaktan kurtuldu. “Kutu kutu pense” oyunu oynadığımız dönemlerdi. Şimdi ise koca koca insanlar “kutup kutup ense” oynuyor.

Bir oyun ve spor dalı olan, eğlence için izlenen futbolun, sadece futbol olmadığı hususu yeni olmasa bile, zamanla futbol, futbol harici çok daha fazla şey ifade etmeye başladı. Milyonlarca dolar transfer ücretleri, yayın hakları, tescilli ürün satışları, bilet hasılatları ve bahis oyunları gibi para mevzuları büyüdükçe büyüdü. Üstüne, çok satmak isteyen spor gazeteleri ve televizyonlar rekabeti köpürtmek adına düşmanlıkları körükledi. Kulüp yönetimleri de bu düşmanlık gösterilerine çanak tutmadı değil hani... Sevmediği takımın Avrupa maçlarında, karşısındaki takımı destekleyen taraftarlar çıktı. Yine de, milli maçlar herkesi bir araya getirebiliyordu...

Bugün, milli maçın yayınlandığı kanalın yayın politikasını beğenmeyen, maç öncesi ve sırasında siyasi propagandaya maruz kaldığını düşünen, spikerlerin hamasi anlatımını itici bulan bazı insanlar, milli maçları seyretmiyor bile. Milli takımımızın mağlubiyetine sevinenlere ne demeli?

Deprem, sel ve göçük gibi tabii afetler bile kenetlenmeye vesile olamıyor. Felaketin gerçekleştiği bölgedeki etnik yapıya bakarak oh çekenler mi dersiniz, o bölgenin son seçim sonuçlarını nazara verip “müstehaksınız, hiç acımıyoruz!” diyenler mi... Millete yardım etmeyi kendi tekeline almak isteyenlerin, felaketzede insanların mağduriyetlerini katladıklarını da görüyoruz.

Bütün dünyayı, iktisadi, sosyal ve psikolojik olarak derinden Sars’an virüs felaketi çıktı, zayıf görünmemek ve halkı korkutmamak için, başlarda “bizde yok” dendi. İçeride maske dağıtımı becerilememişken yabancı ülkelere uçaklarla ve bazı hayırseverlerin valizleriyle maske, test kiti gibi yardım malzemeleri gönderildi. Sağlık sistemi ile övünüldü, İsveç’ten ambulans uçakla hasta aldırıldı. Bir kronik hasta, boş yatak bulunamadığı için İzmir’de ölüme terk edildiğinde de aynı sistem işliyordu halbuki. “Hasta-vak’a sayısı farklı şeyler” denilerek sayılar gizlendi. Birbiri ile çelişen ve anlamsız bazı yasaklamalar yürürlüğe konarak, yasaklar keyfi biçimde işletilerek salgınla mücadele edilmeye çalışıldı. İktidar mensupları lebaleb kongre, iftar, düğün ve cenaze yaparken, sokakta yürüyen vatandaşa ceza kesildi.

Aşıların temini ve uygulanması da ayrı bir tenakuzlar silsilesi oldu. Vaat edilen rakamlar ve tarihler tutmadı. Tam olarak hangi sıra ile kimlere uygulanacağı iyi planlanmadı. Seyircisiz maçlar yapan sporcular, her gün onlarca öğrenci ile muhatap olan öğretmenlerden önce sıra kaptı. Siyasetçilerin ve bazı meşhurların, yaş şartını sağlamadığı halde nasıl ve ne zaman aşı olduğu hala bilinmiyor. Çin aşısı siparişi verildiğinde Alman aşısı kötülendi, Çin sözünü tutmayıp aşı göndermeyince Alman aşısına dönüldü. Şimdi de Alman aşısının daha iyi olduğu bilgisi veriliyor. Öyle bir kutuplaşma oldu ki, “Sinovac’çılar ve BioNTech’çiler arasında çıkan kavgada 3 kişi hafif yaralandı” diye bir haber okusak şaşırmayacağız.

Sonunda, bir şekilde aşılar bol bol geldi, daha çok kişiye randevu alma imkanı tanındı. Fakat o da ne, aşılama işini şova dönüştürmek isteyenler, “randevusuz gelenleri de kabul edin” dedi. Ne de olsa, işini zamanında ve düzgün yapan herkesin cezalandırılması bizim için bir sürpriz değildi. Bir anda hastanelere hücum oldu, insanlar kuyruklara girdi. Aşı kuyruğunda beklerken virüs kapma riski önemsiz kaldıysa artık...

Sistem kilitlendi, bir süre randevu alınamadı. Randevusunu bir kaç gün öncesinde almış olanlar, zamanında gelmiş olsa bile saatlerce sıra bekledi, aşı kalmadıysa, artık bahtına küssün ve başka bir zaman bir daha denesindi...

Velhasıl, virüs salgını gibi bir felaket bile bizi bir araya getiremedi! Gerçi, salgını önlemek için bir araya gelmemek gerekiyor galiba... Belki de, “madem, bir türlü birlik olamıyorsunuz, bir süre hastalık zoruna tecritte kalın!” mesajı vardır, kimbilir...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kutup-kutup-ense_544944

Müslimaj

 

Müslimaj
Sefer Selvi Karikatürü

Haziran ayına girmemizle birlikte güzel haberlerin ardı arkası kesilmedi maşallah: büyüme rakamlarımız, o rakamlara inanan inanmayan her yüzde gülümseme oluşturacak şekilde gerçekleşti, enflasyonumuz düşük çıktı. Gerçi, enflasyon düşük çık(arıl)masa o büyüme rakamını bulamayacağımızı söyleyenler var ama olsun...

Akabinde, doğalgaz müjdesi geldi. Doğalgazı Akdeniz’de ararken Karadeniz’de bulduk! Allah’ın hikmeti işte. İç-dış bütün mihraklar şaşırmıştır buna. Üstüne, Ağrı’da altın ve gümüş de bulunmasın mı? Rabbim verdikçe veriyor. Hayır, en yakın seçim 2023’de olmasa, seçim yaklaşıyor diyecektik.

Bitmedi; İçişleri Bakanı Soylu, ekonomimizin Temmuz ayı ile birlikte atağa kalkacağının müjdesini verdi. Tam olarak, "Öyle bir sıçrayacak ve büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya'sı, Fransa'sı, İngiltere'si, İtalya'sı ve hele o her şeye burnunu sokan ABD'si de çatlayacak, patlayacak" dedi. Halihazırda, zaten ayakları resmen yere basmıyor olan ekonomimiz, bu atılımla nereye varır, siz hesaplayın.

Uçmak demişken, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay da, uçan arabalardan bahsederken “..yani uçan araçlara geldiğimizde artık dünya liderliğine oynayacak bir Türkiye göreceksiniz” dedi. Bizim arabaların uçma hazırlığı yaptığı yeni değil aslında. Fiyatları öyle bir ka(na)tlandı ki, sormayın. Şimdiden uçuşa geçtiler bile...

Bu kadar müjde ve güzel habere rağmen milletin aç olduğunu söyleyenlere Cumhur reisi cevap verdi: “Neymiş; millet açmış, bundan bahsediyorlar. Aç olarak dolaşanları buyurun, siz de doyuruverin!”

Muhalefet tarafı bu sözlere ateş püskürdü, halkın durumunu bilmemekle suçladı. Şunu demek istemiş olamaz mı: “Fakir insanı doyurmak kolaydır, asıl mesele zenginleri doyurabilmektir”

Zenginleri doyurmak, hakikaten öyle masraflı ki... Vergi borçları mesela, milyarlarca lira çıkabiliyor. Bir kalemde sıfırlayayım dediğinde dünya para! 5 milyar dolarlık işi 25 milyar dolara yapıp bir de devleti 20-30 sene garanti ödemelere bağlıyorlar ya, para mı yetişir bunlara? Pandemi zamanı, millet sokağa çıkamaz durumdayken bile garantili kullanım bedellerini ödemek ve iş yapamadıkları gerekçesiyle kira borçlarını yarıya indirmek az bir şey mi?

Her işte olduğu gibi, en zor kısımları iktidar üzerine alıyor ve bazı zenginleri doyurmayı seçiyor. Çok konuşan muhalefete de kolay olan işi bırakıyor. Adeta şunu diyor:

“Millet aç diyenlerin fesat dolu içleri
Sanki kalmamış gibi başka işleri
İktidara bırakın bütün Richie Rich'leri
Bana ne ya, siz doyurun açları”

Muhalefet de, kusura bakmasın ama elini taşın altına koyup açları doyurmaya başlasa fena olmaz yani... Her şeyi devletten beklemeyin canım...

***

Marmara Denizi, müsilaj veya deniz salyası denilen bir felaketin tehditi altında. Yıllarca denize arıtılmadan dökülen atıklar, yanlış avlanma, kıyıların betona boğulması gibi pek çok sebepten kaynaklandığı söyleniyor.

Yine bugünlerde, yıllar boyunca iktidar lehine mitingler düzenlerken, Suriye’ye zırhlı araç ve mühimmat gönderirken, milletvekili dövdürürken, gazetelere baskın düzenleyip camlarını kırarken kahraman kabul edilen ama tam olarak ne zaman ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde suç örgütü lideri ilan edilen kişi ifşaatında rüşvetlerden, balya balya taşınan paralardan bahsediyor.

Bu iddiaların doğruluğunu şimdi bilemiyoruz ama “devletin malı deniz...” deyip yolsuzluklar yapanlar varsa, zamanla bu pis işler birikir ve bir noktada yüzeye çıkar. Buna devlet malı olan denizin balyaları denir. Müslüman kimliğini öne koyarak oy toplayan kişilerin bu balya işlerine bulaşmasından dolayı imajlarının etkilenmesine de “müslimaj” denir.  Kendi şahıslarını günah işleme özgürlüğü ile savunabilirler ama dine ve samimi dindarlara verdikleri zararı nasıl telafi ederler, bilemem...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muslimaj_544530

Öne Çıkan Yayın

Siya-Nur

Siya-Nur     Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağd...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: