Bu Blogda Ara

Arşiv

beyin göçü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
beyin göçü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

P(H)aramparça...

 


Kitle iletişim araçlarının gelişmesi sayesinde, eski zamanlara kıyasla uzaklar artık daha yakın. Dünyanın öbür ucunda olup biten şeyleri saniyesi saniyesine takip edebilme imkanı geldi. Cebinde kamerası olan araçlarla isteyen herkes kendi hayatındaki ve çevresindeki gelişmeleri dünya ile paylaşabiliyor. Bunun yapılabileceği pek çok sosyal medya aracı mevcut.

Sosyal medya ortamında yapılan paylaşımlarda göze çarpan şöyle bir genel husus var: Herkes mutlu, herkes zengin, herkes kraliyet ailesine mensup gibi asil bir tavır takınmış, lüks arabalar, şatafat, debdebe alabildiğine… Televizyon ve internette gördüğü bu hayatları yaşamak isteyen gençler özeniyor tabi: Yalılarda geçen hayatlar, bitmeyen bir tatil ve eğlence…

Elindeki imkanlarla bu lüks hayatı yaşayamayacağını idrak eden gençlerden bazıları iyi bir tahsil ile güzel fırsatları yakalayacağını düşünebilir. Uzun süren, ortaokuluna, lisesine, üniversitesine girmek için bitmek bilmeyen sınav maratonlarından geçecek kadar meşakkatli ve masraflı bir eğitim süreci sonunda çok da hayat pratikleri ile uymayan ve kalitesi tartışmalı bir eğitim aldığını fark edene kadar… Bitmedi, ağır iş sınavları, mülakatlarda kaybetmeler, atama beklemeler, kadro peşinde koşturmalar… Hadi, kamu olmadı, özel sektörde şansını denemek isteyenler en az beş senelik tecrübe duvarı ile karşılaşıyorlar. Herkes tecrübe arıyorsa bu tecrübe nerede ve nasıl elde edilecek ki? İstediği gibi bir iş bulmasını geçtim, bulabildiği ya da çalışmaya razı olduğu işte en temel insanî ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücret alıp almayacağı belli değil. “Sigortası tam yatacak mı, fazla mesaiye kalacak mı, tamamlaması için kendisine verilen hedefler üzerinden baskı yiyecek mi, görev tanımı ile ilgisiz bir sürü başka iş kendisinden istenecek mi?” gibi pek çok soru var cevap bekleyen.

Bunun yanında, sınava girmeden veya girmişse soruları önceden temin etmişlerin en güzel kurumların en güzel makamlarına yerleştiğini görmek, sadece birilerinin yakını olduğu için mülakat sınavlarında kendisine torpil yapılanları duymak, belediye ve devlet ihalelerini en iyi rüşveti verenlerin aldığını haberlerde okumak kişilerde geleceğe dair umutları kırıyor. İyi bir mevkiye gelmenin ve yüksek hayat standartlarına yetecek maaşlar almanın çok çalışarak elde edilebilecek şeyler olmadığını anlayıp buna isyan edenler, ya çalışmalarının takdir göreceği ülkelere göç ediyor ya da en kısa yoldan para ve itibar kazanacakları işler peşinde koşuyor.

Düğünyevîleşme

İşi gücü bir şekilde yoluna koydu diyelim gencimiz, sıra geldi mi evlenmeye… Altın, çeyiz ve ev eşyaları, hadi diyelim evlenecek gençler kullanacağı için, onlara yapılan yatırım kayıp değil. Kıyafetler, hediyeler, ikramlar ve bahşişler gibi masraflar ele güne karşı birer gösteriş vasıtası. En mazbut insanların içinde bile konu düğün olunca en dünyevî endişelerle hareket edenleri görebiliyoruz maalesef. Söz konusu düğün olunca en dünyevî duyguları takınmaya “düğünyevîleşmek” diyebiliriz. Düğünyevî masraflar öyle çok olur ki şöyle düşünün: İki 14 Şubat, bir 28 Şubat eder ki, o da neredeyse 1000 ay sürecek taksitleri kredi kartına getiren “POS” modern bir darbe olarak maaşa yansır. Pos cihazlarını uzatan tezgahtarların şifreyi görmemek için “çevik bir” hareketle başlarını yana çevirmeleri bile ironiktir.

Kısaca, hayatının her devresinde gençler, bir şekilde kısa yoldan çok para kazanma arayışlarına sürüklenirler. Yapılan iş ne olursa olsun, kanuna ve ahlaka aykırı hareket edilerek çok para kazanılabilir. Allah’tan korkusu ve kuldan utanması olmayan herşeyi yapabilir. Sattığı süte su katmak, tereyağına patates ezmesi karıştırmak, inşaat yaparken malzemeden çalmak gibi. Bunların dışında, “legal” görünen ama “etik” olarak tartışmaya açık olan bahis oynama, arsa, borsa, coin gibi alternatifler maalesef gençler arasında oldukça yaygın. Etik olarak tartışmaya açık olması, sistemde birilerinin kazancının diğerlerinin kaybından oluşması sebebiyledir. 10 kişi para yatırır, sekizi kaybeder, ikisi kazanır ama sonuçta kasa hep kazanır.

Alınan emtianın haddizatında katma değer üretecek yapısal olarak bir değişim olmadığı halde spekülasyonla değer kazanması durumu vardır. Bir devlet başkanı veya iş adamının attığı tweet sebebiyle kazanılan değer, başka bir tweetle veya söylenti ile de pekala bir anda kaybedilebilir. Kârlı bir yatırım yaptığını düşünen kişiler üşüşür, araç balon gibi şişer ve zamanı gelince de patlar. Patlayan balonda kaybedenler, zararlarını telafi etmek için olmadık yöntemlere başvururlar, Allah korusun. Haram bir parça peşinde koşarken, paramparça olma tehlikesi var.

İşine hile-hurda karıştırmadan, kolayca para kazandıracak yöntem, yazılım, mobil uygulama veya teknolojinin imkanlarından faydalanarak en az emekle en çok parayı kazandıracak yeni bir araç geliştirme arzusunda bir beis yok. Yeter ki, “helâl ya da haram, yeter ki artsın param” denilerek haram yollara tevessül edilmesin. Kazanırken şunu düşünelim: param mı artıyor yoksa haram mı?

Link: https://www.gencyorumdergisi.com/2021/05/pharamparca/

Kriz Yönetimi Krizi



Kriz Yönetimi Krizi
Mevcut siyasi iktidarımız, kriz yönetimini nev’-i şahsına münhasır usullerle yürütmeye çalışıyor. Diyelim, ufukta bir tehlike göründü ve gümbür gümbür yaklaştığı hissediliyor.  “Geliyor, yaklaşmakta olan” diyerek tehlikeye karşı uyaranlar olsa da, iktidarın ilk tepkisi tehlikeyi inkar etmek şeklinde oluyor. Tehlike geldiğinde “kuşa bakın, kuşa” kabilinden nazarları başka yönlere tevcih etmeye çalışıyor. Velakin, bütün uğraşlarına rağmen saklanamayacak hale gelince çok büyük bir tehlikenin atlatıldığını anlatmaya başlıyor. Bu aşamada atlatılan/atlatıldığı söylenen tehlike, normal ebatlarının kat kat üstünde tasvir ediliyor. Neticede alt edilen düşman ne kadar büyük olursa, zafer de o derece büyüyecektir. Ayrıyeten, şişirilmiş bir düşman her zaman kullanışlıdır, arada bir bu düşman  hatırlatılarak halk sindirilebilir. 

Şimdi ekonomik kriz konusunda yukarıdaki formülün nasıl işletildiğine bakalım. Bir kaç yıldır, farklı göstergelerle geleceğinin sinyallerini veren ekonomik kriz, türlü yollarla ertelenmeye çalışıldı. Uzmanların uyarılarına kulak asılmadı, elalemin ülkemize getireceği paralarla atlatılacağı zannedildi. Derken, işlerin iyice zıvanadan çıkacağı anlaşılınca hiç gündemde değilken bir erken seçim ilan edildi. Halbuki, halka neler yaşanabileceği konusunda doğru bilgi verilse ve herkesin kabul edebileceği bir yol haritası çizilseydi güven içerisinde ve en az kayıpla kriz atlatılıyor olacaktı, vatandaş da daha samimi katkıda bulunurdu. Bunun yerine rayından çıkmaya başlamış olan ekonomi, seçim zamanı ekonomisi diye normalleştirilmeye çalışıldı. İşsizlik, faizler, enflasyon ve döviz kurları yükselmeye başladı. Yediği bir ton dayağa rağmen koçunun “acı yok Rocky, acı yok!” telkiniyle ayakta durmaya çaılışan boksör gibiydik ve hükümet “kriz yok, ne krizi!” diyordu. Ekonomi ile kriz kelimelerini aynı cümlede kullanmak terörist diye suçlanmak için makul bir delil sayılıyordu. Şaka değil, “dolar yükselmiyor, paramızın değeri düşüyor, dolar 7 lirayı aşacak bu gidişle” diye tweet atanlar gözaltına alındı. 

Adına ekonomik kriz denmese bile ortada bütün vatandaşları yakan bir durum vardı ve bir şekilde  izahı gerekiyordu tabii... Papaz aşağı, papaz yukarı derken ekonomik saldırı var dediler. Kim saldırdı, neden ve nasıl saldırdı, bu saldırı karşısında nasıl bu kadar çaresiz kaldık sorularının cevabı yoktu ama... Hükümet kontrolünde yayın yapan televizyonlar (mevcut TV kanallarının %99’undan fazlasına tekabül ediyor) ve gazeteler (hadi bunlar da %98 diyelim) ekonomide işlerin iyi gittiğini söyleyedursun, Bakan Albayrak, krizi atlattığımızı, en kötüyü geride bıraktığımızı açıkladı. Yandaş basını takip eden insanları düşünsenize, adamların olaydan haberi bile yok!

Konkordatö!

Bugün geldiğimiz noktada, girdi maliyetlerindeki artışa müdahale edilmeden zabıta marifetiyle fiyat artışları kontrol altına alınmaya çalışılıyor ve iflas ertleme OHAL döneminde kaldırıldığı için yüzlerce firma konkordato ilan etmiş durumda. Tam olarak kaç firma ilan etti, gerçekten zor durumda olduğu için mi ilan etti yoksa borç ödememek için bahane olarak mı kullanıyorlar bilmiyoruz. Konkordato ilan eden firmaların durumu suistimal ettiğini ileri sürerek her an bu firmalar finansal terörle suçlansa şaşıracak mıyız, KONKORDATÖ (TÖ: Terör Örgütü) isimli bir terör örgütü olduğu ilan edilse mesela?

Tulumba Ne Durumda?

Bankalar verdiği kredileri tahsil etmekte zorlandığı için  kredi musluklarını kıstı. Vergi-imar barışları art arda ilan edilip süreleri ha bire uzatılıyor. Trafik cezaları yüksek oranlarda artırıldı, asayiş polislerine bile koçan verilip trafik cezası yazmasının istendiğini Fatih Altaylı köşesinde yazdı. Bedelli askerlik ücretleri düşürüldü ki rekor sayıda başvuru olsun. KHK’lı doktorlar için çıkarılan kanunda bile özel hastanelerde çalışmak isteyen KHK’lı doktorların 75 bin-120 bin TL para yatırması gerektiği şeklinde değişiklik yapıldı. Tulumba için başka bir şey söylemeye gerek var mı? Eğitim firmaları bile  Telefonda Etkin Tahsilat Becerileri” ve “Satışta Müşteri İstihbaratı, Etkin Tahsilat ve Risk Yönetimi” başlıklı mailler ile reklam göndermeye başladıysa, düşünün artık...

“24 Bin Lira Aylıkla Silivri’ye Gel!”

Ekonomik darboğazdan çıkışın reçetesini elbette uzmanları bilir. Ancak katma değeri yüksek ürün ve hizmet ihracatımızı artırmadığımız sürece çok zorlanacağımız kesin. Bu da AR-GE çalışmaları gerektirir ve yetişmiş kaliteli beşeri kaynaklarla olur. Aylar öncesinde, ülkeyi terk etmek isteyenlerin bilet parasını devletin karşılayacağına dair bir duyuru yapılmıştı. Bu promosyondan kaç kişi yararlandı bilmiyoruz, açıklamadılar. Şimdi de göçmüş beyinlere “24 bin lira aylıkla ülkene geri dön!” çağrısı yapılıyor. Keşke, “başka promosyon ve kampanyalarla birleştirilemez” kaydı düşselerdi, bilet parasını devlete aldırıp, yurtdışında tatilini yaptıktan sonra 24 bin lira aylıkla dönmek isteyenlere kapı kapanmış olurdu. 

En çok göç edenlerin yazılım sektöründe olduğu söyleniyor. Yazılımcılar, “Ülkemizde kod yazalım” parolasıyla vatanına dönmek istedi diyelim, çağrının hemen ertesi günü Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin gözaltına alındığını gördüğünde “hangi kod isminden bahsediyorsun, ‘ya zalım’ derken kimi kastettin?” gibi sorularla karşılaşmaktan korkmayacak mıdır? Başka ülkelere gidişleri durdurmanın çaresi para vermek midir? 24 bin lira aylık kampanyasından kimler yararlanacak ve bunun ülkemize ne kadar katkısı olacak merak ediyoruz. İnşallah 23 bin lirasını kumara mumara verip zayi edecek insanlar olmaz...

Parlak Beyin Göçü


Beyin göçü
Bugünlerde parlak beyinlerin ülkemizden terk-i diyar etmeleri konusu konuşuluyor.
Vakıa, ülkemiz başta olmak üzere İslâm âlemi bu dertten muzdarip. Bunun pek çok sebebi var. Parlak beyinler münbit bir arazi arayışındalar ve nerede onu bulurlarsa orada filizleniyorlar. Kanaatimce, bilimsel ve ekonomik özgürlüğün üst seviyede yaşandığı, liyakatin belirleyici olduğu ve insana öncelik verilen yerleri tercih edip orada boy veriyorlar.

Bizde üniversite yıllarında başarılı olan kişiler öncelikle ekonomik getirisi çok daha fazla olan piyasada çalışmayı tercih ediyor. İnsanları akademik çalışmalara iten en öncelikli sebep, bedenli askerlik vazifesini olabildiğince erteleyip, bir şekilde “bedelli” çıkmasını beklemek oluyor. Tezsiz yüksek lisans programları patlama yapmış durumda ve üniversiteler bunun ekonomik avantajını kullanma konusunda yarışıyor maalesef. Çalışma hayatına devam ederken arada master ve doktora çalışmasını lâf olsun diye yapan insanlar, bilimsel bir katkı sunabilir mi? Tez konularına bakın meselâ, çoğu daha baştan başarısız olmak üzere kurgulanmış oluyor. Örnek vermek gerekirse, “Her akşam güneşin batması ile burnumuzun kaşınması arasında bir korelasyon var mıdır?” gibi ispatlanmayacağı belli olan önermeleri konu ediniyor ve çalışmanın sonunda ilgi bulunmadığı ortaya konmuş oluyor.

Hayatını akademik ve bilimsel çalışmalara adamak da çok kolay değil. Öncelikle düşük maaş ve çalışma için ödeneklerin çok az olması veya hiç olmaması en önemli faktör. Bugün üniversitelerimizde sadece öğretim üyeliği geliriyle yaşamak zor olduğundan çoğu akademisyen, piyasadaki firmalara danışmanlık hizmeti vermek durumunda kalıyor. Diyelim, parlak beyinli bir gencimiz bunu göze aldı ve ne olursa olsun kendini ilmî çalışmalara vakfetmek istedi. Rektörlerin parti il başkanlarıyla partizanlıkta yarıştığı ortamda “birilerinin adamı” olmadan bunu yapabilir mi?
2008 yılında yapılan bir değişiklikle üniversitelere istedikleri kişiyi nokta atışı tarif ederek seçme imkânı tanınmıştır. Yani üniversite yönetimleri, çok özel niteliklere sahip olunması gereken kadrolarda bu özel nitelikleri ek şart olarak öne sürebiliyor. Böyle “efradını cami ve ağyarını mani” ilânlar ile fikren kendilerine yakın kişileri tarif edebiliyorlar.

Gazete haberlerine konu olmuş iki örnek verelim, ilki Düzce Üniversitesi’nden geliyor; 31.12.2015 tarihinde verdiği ilânda üniversite, tıbbî biyokimya alanında açılacak kadro için kök hücre çalışmaları yapmış olmak ve veteriner hekim olmak şartlarını eklemiş. Konuyu haberleştiren kişiler, Nobel ödüllü Aziz Sancar’ın bu kadroya başvurmasının bile mümkün olmadığına dikkat çektiler. İkincisi Aksaray Üniversitesi’nden. Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda “Fatma Karabıyık Barbarosoğlu üzerine çalışmış olmak” kriterini de eklemiş. Saydıkları kriterlerin toplamına bütün Türkiye’de uyan sadece bir kişinin olduğunu söylemeye gerek var mı?
686 numaralı KHK ile muhalif duruşlarıyla bilinen tam 330 akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Öncesinde ve sonrasında kaç kişi daha atıldı, toplam sayı ne oldu bilmiyorum. Henüz atılamamış olanlar da kanlarının oluk oluk akıtılması ve bu kanlarla duş alınacağı fantazisinin tehdidi ile karşı karşıya.

Efendim, yerli ve millî parlak beyinlerimizi elimizle kapı dışarı ederken mülteci olarak bize gelmiş kişilerin değerini bilip kullansak ayıp olurdu. 13 Aralık 2015 tarihli Milliyet Gazetesi haberine göre, Suriye’den iltica etmiş olan ve Türkiye’de geçinme imkânı bulamayan akademisyene ABD sahip çıktı. Kendi ifadesi şöyle: “2 yıldır İstanbul’dayım, şu evin kirasını bile ödeyemiyorum. Hayatım, saygınlığım yok oldu. Doktoram var, ama çalışmama izin verilmiyor. İstanbul’da bir üniversitede benim yazdığım kitap okutuluyor, ama orada ders veremiyorum. Geçinebilmek için tasarımlar yapıp Türklere veriyorum. Onlar da kendi isimleriyle kullanıyorlar. 270 konutluk bir projenin çizimlerini yaptım. Ama bir Türk mimarın kazanacağının yüzde 1’ini bile alamadım. Mide kanseri oldum. Sigortam olmadığı için tedavi göremiyorum. ABD’deki arkadaşlarım basit bir ameliyatla kurtulabileceğimi söyleyince iltica başvurusunda bulundum ve kabul edildim.”

Bu şartlar altında hâlâ “parlak beyin göçü neden oluyor?” diye hayıflanmak timsah gözyaşı dökmek anlamına gelmiyor mu?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/parlak-beyin-gocu_442754

Öne Çıkan Yayın

Siya-Nur

Siya-Nur     Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağd...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: