Bu Blogda Ara

Arşiv

iktidar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iktidar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

"Saldım Çayıra Mevlam Kayıra..."

 

Saldım çayıra mevlam kayıra
İbrahim Özdabak Karikatürü

İktidar partisinin problem çözümüne dair yaptığı şeyler, çoğunlukla çözüm bulma veya problemin kökünü bulup onu ortadan kaldırma niyetli değil.

Sorumluluğu üzerine yıkacak bir günah keçisi bulup oraya yönlendirebilirlerse ne âlâ... Bulamazlarsa, ya günü kurtarmak için hesapsız plansız işlere girişiyorlar ya daha büyük bir problem oluşturup öncekini unutturmaya çalışıyorlar. Olmadı, “bizim işimiz kötüyse rakibinki daha kötü olsun” diyerek işi yolunda gidenleri durdurmaya çalışıyorlar. Kendi evinin elektriği yok diye şikayet eden hane efradını susturup, bak kimsede yok diyebilmek için bütün binanın elektriğini kesmek gibi...

Diyelim, gıda ve tarım ürünlerinde pahalılık var. Temel problem üretimimizin azalmış olması. Muktedir abilerden Binali Yıldırım çıkıp diyor ki “Maliyetler, mazot ve gübre yüksek diye düşünmeyin, ekebildiğiniz kadar ekin kardeşim.” Halk arasında söylenen “saldım çayıra, mevlam kayıra” sözünün canlı misali. 

Halbuki, sen iktidarsın, ülkenin ihtiyacını analiz eder, üretim kapasiteni gözden geçirirsin. İhtiyacı karşılayacak kadar değilse, kapasiteni geliştirmenin hesaplarını yaparsın. Gerekiyorsa, teşvik ve destek paketlerini açıklayarak üretime yönlendirirsin. “Kervan yolda düzelir” mantığıyla hareket eden çavuşların işini ne kadar bildiği malumdur. Elde, avuçta bir şey kalmaması riski var. 

Türkiye’ye yatırım yapmaları hususunda yabancı yatırımcıları teşvik etmek isteyen Hazine ve Maliye Bakanı Nebati şöyle dedi: “Bir problem yaşadığınızda bize hemen ulaşırsınız. En sevmediğim konu da şu; yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim, bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda cumhurbaşkanımız var rahat olun, mevzuatı da değiştiririz. Cumhurbaşkanlığı sisteminde hızlı adımlar atıyoruz…” Günlük acil sıcak para girişi problemini çözmeye çalışırken, “parayı veren düdüğü çalar” fıkrasına nazire yaparcasına, hukukun işlemediği ve yerleşik kuralların hiçe sayılabileceği bir ülke görüntüsü çizdi. 

Hukukun işlemediğinden bahsetmişken, hakkını yemeyelim, İçişleri Bakanı Soylu daha önce “Bir uyuşturucu satıcısını gördükleri zaman, beni ne kadar kınarlarsa kınasınlar, ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, o uyuşturucu satıcısının ayağını kırmayan polis görevini yapmamış demektir. Benim ülkemin gencinin canına mal olacak, onu zehirleyecek ve aileleri huzursuz yapacak bir kişiye gereğini yerine getiren suçunu bana atsın” ve “Muhtarlarımız diyor ki ‘Efendim şurada metruk bina var burada metruk bina var. Ama mahkeme kararı var yıkamıyoruz.’ Ya arkadaş sen gece yık, mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin” demişti. 

Sıradaki örneğimiz, iktidarın dümen suyundan giden birinden: İstanbul Taksiciler Esnaf Odası Başkanı, ihtiyacı karşılamadığı için taksi sayısının arttırılması talebine karşılık olarak taksi ücretlerinin yükseltilmesi gerektiğini iddia ederek “..taksi yolcusunda azalma olur, taksi ihtiyacı varmış gibi hissedilmez” dedi. Vatandaşın taksi ihtiyacını çözmeyi değil, hizmeti ulaşılmaz kılarak ihtiyacı düşürmeyi hedefleyen bir bakış açısı. 

Üniversite sınavlarında tercih yapabilmek için gerekli baraj puanı geçemeyen öğrencilerin neden başarısız olduğunu irdelemek yerine barajı komple kaldırdılar, yakında sınavları da iptal edebilirler bu gidişle.

Doktorlar başta olmak üzere, yetişmiş insanların yurtdışına göç etmesi konusunda bir iktidar mensubu, yurtdışına gidişleri zorlaştıracak mevzuat düzenlemeleri yapılması gerektiğini söylemişti. Yani bu adamlar neden kaçmak istiyor, şikayetlerinin kaynağını ortadan kaldıralım demek yerine kapıları kapatalım, kimse kaçamasın düşüncesi... 

Doktorların şikayet ettiği başlıca şeyler; uzun nöbet süreleri, haddinden fazla sayıda hasta ile çok kısa sürede ilgilenme, canlarını tehlikeye atabilecek seviyede şiddete maruz kalma, haklı-haksız çok sayıda malpraktis davaları ile uğraşma, maaş ve emeklilik gibi özlük hakları ile ilgili şikayetler. Aile hekimlerinin azlığı ve sevk zincirinin işletilmemesi sebebiyle uzman hekimlerin üzerine yığılan hasta sayısı da cabası...

Sonra, en tepeden “Varsın gidiyorlarsa gitsinler, bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam eder, buralarda yola devam ederiz” çıkışı geldi. Tıp bayramı olarak kutlanan 14 Mart’ta verilen müjdeler bir geri dönüş işareti olarak algılandıysa da doktorları pek tatmin etmişe benzemiyor. 18 Mart tarihi itibarıyla, TUS’la girilebilecek asistan kadrosu sayısı, önceki senelerde açılanın 5 katını geçerek 17266 olarak açıklandı. Senelik yaklaşık 16 bin tıp öğrencisinin mezun olduğu düşünülürse, açıkta hiçbir mezun kalmadan hepsi bir uzmanlık eğitimi alabilecek. Hocaların sayısı, hastanelerin sayısı ve büyüklüğü aynı kalmışken, bu eğitim hakkıyla nasıl verilecek, Allah bilir. Anlaşılan, “yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam” konusu hayata geçiyor. Hepimize geçmiş olsun. Yarım yamalak doktor görmeye alışsak iyi olur.

Doktor kelimesinin yarısı Tor olur, elindeki çekici etrafa sallayan mitolojik varlık Thor’u hatırlatır. Elinde çekiç olan, her şeyi çivi gibi görürmüş. Ne diyelim, yarım ekonomist maldan, yarım “dokthor” candan eder...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/saldim-cayira-mevlam-kayira_560711

Barajın Altında Kalanlar

 

Barajın Altında Kalanlar

Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı seçimi için çatı aday çıkaran tarafta iken, 7 Haziran 2015 seçimi sonrası yön değiştiren Bahçeli, akabinde ülke yönetimi konusundaki fiili duruma kanuni bir boyut kazandırmak için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ve dünya üzerinde eşi bulunmayan sistemin Meclis’e getirilmesine ve referanduma gitmesine önayak olmuştu.

O günlerde “Fiilde Çatı” başlıklı bir yazıda şöyle demişiz: “Vaktiyle çatı adayı çıkarmış ve bugünkü fiili durumdan rahatsız olup hukukileşmesi gerektiğini savunan biri fiilde çatıya dikkat ederek hareket etmelidir. Kısaca fiilin ‘geçişlilik’ derecesini öğrenmeli, başka durumlara geçiş için kullanılmayacağından emin olmalıdır. Nesne alıp almadığına dikkat etmelidir. Kendisinin etken mi yoksa edilgen mi kalacağını görebilmeli, atacağı bütün adımların kendilerine dönüşlü bir etkisi olacağını bilmelidir. Çatı önemlidir…”

Erken seçim talebinden mahkûm affına kadar pek çok konuda istediği şeyi yaptıran Bahçeli’nin etken fiiller kullandığına ve iktidardan kendisine dönüşlü fiilleri tercih ettiğine bakılırsa fiilde çatı meselesinden şu ana kadar kârlı çıktığını söyleyebiliriz. Yakın zamanlarda üniversite sınavlarının kaldırılmasını istedi. Çok geçmeden YKS sonuçları açıklandı ve sınava giren adaylardan %32’sinin barajı geçemediği ortaya çıktı. Neredeyse, her üç adaydan biri barajı geçemedi! Sayın Bahçeli, yine fiili duruma hukukî bir hüviyet kazandırmak için baraj puanlarının düşürülmesini istedi. Jet hızıyla hazırlanan teklif Cumhurbaşkanı’na sunuldu ve kabul edildi.

Bu hamlesiyle iktidar, daha çok gencimizin yüksek tahsil yapmasına vesile olmak istiyor gibi. Neden istemesin? Lise gibi ilçelerde bile kurulan üniversitelerin kontenjanları dolmuş olacak, yerleşen gençler okul kazanmanın keyfiyle başka şeylere kafa yormayacak, gelecekle ilgili endişelerini okul bitimine kadar erteleyecek ve bu süre içerisinde işsiz de sayılmayacaklar. Gittikçe yaklaştığını hissettiğimiz seçim öncesi gençlerin memnun edilmesi önemli tabii... Daha çok öğrenciyi şehirlerinde gören esnaf da bayram edecek, daha ne olsun!

Bir sonraki aşamada, barajı geçebilmek için adayların ittifaklarına da yeşil ışık yakacaklar mı acaba? Kurbanda danaya girer gibi yedi kişinin bir diplomaya ortak olduğunu düşünsenize... Ya da çoklu baro sistemi gibi çoklu sınav merkezi sistemine geçilir mi? Bu soruları bize sorduran, iktidarın başka konularda müşahade ettiğimiz problem çözme metotlarıdır.

Öncelikle, hiçbir konuda iktidar mesul değildir. Ortada bir aksaklık varsa ve atılabiliyorsa suç dış mihraklara atılır. Olmadı, dış mihrakların içerideki uzantıları da iş görür. En kötü ihtimalle takdir-i ilahi eseri bir şeyler olmuştur ve kimsenin yapabileceği bir şey yoktur denilir. Bununla birlikte, o problemi çözme konusunda dünyaya örnek oldukları anlatılır.

Orman yangınları ilk çıktığında hemen Yunanistan’ı ve içerideki işbirlikçilerini işaret ettiler. Eksik ve ihmalleri soran kişileri ihanetle ve yakanlarla aynı tarafta bulunmakla suçladılar. Afet üzerinden siyaset yapmakla suçlayıp birlik ve beraberliğe çağırdılar ama bütün dünyanın bizi konuştuğunu söyleyerek ve olmayan uçaklarımızı komşulara göndermek isteyerek siyasi şovlara devam ettiler.

Düşünüyorum da, Çernobil faciası AKP iktiarı döneminde ve Türkiye’de yaşanmış olsaydı... Önce inkar ve örtbas teşebbüsleri gelirdi. Sesini, kokusunu, dumanını ve radyasyonunu yedi düvel duyup rezil olunca, hemen bizi kıskanan bir ülkenin parmağı sorgulanırdı. Bir sonraki adımda da destansı kurtarma çalışmalarından bahsedilirdi. Konuya yabancı vatandaşlarımız için Çernobel Ödülü aldığımızı söyleyen troller bile çıkardı. Şöyle bir türkü bile yakılırdı meselâ:

"Nükleerlerinde sezyum bulunur
Çernobellerinde ödül alınır
Reaktörde atomlar bölük bölük bölünür
Katip arzuhalim yaz millete böyle

Kul olayım ihaleyi alacak ellere
Katip yaz şartnameyi böyle
Kullanım garantileri düzeyim şirin müteahhitlere
Katip yaz şartnameyi böyle”

Üniversite sınavı sonuçlarındaki başarısızlığın da sorumlusu iktidar değildir, kısa aralıklarla sil baştan yenilenen eğitim sistemi değildir, kendi dilinde okuduğunu anlamakta zorlanan öğrenciler değildir, lise müfredatına uygun soru sormayan sınav sistemi değildir, peki kimdir? Tabii ki barajlar! O hain barajlar indirilerek Merkel’e “üfff” dedirten sayıda üniversite öğrencisi yakalamışız, daha büyük başarı var mı?

Öğrencilerin bile dert etmediği sınavlardaki barajları düşürenler, acaba Karadeniz bölgemizin sular ve seller altında kalmasında önemli bir sebep olan barajlar, dere kenarlarına verilen imar izinleri, turistik tesisler için kesilen ağaçlar, maden aramak için katledilen tabiat hakkında ne düşünüyor?

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/barajin-altinda-kalanlar_547895

Müteahhit Fikri İktidarı


 

Geçen yıllarda “Müteahhit Fikri” başlıklı bir yazımız yayınlanmıştı. Müteahhit Fikri, Vizontele filminde Cem Yılmaz’ın canlandırdığı karakterin adıdır.

Aldığı ihaleler için avans istemeye gittiği belediye başkanının kendisine söylediği gibi “iş sevmeyen ve para seven” biridir. Bir şekilde şehirdeki ihaleleri alır, fakat pek iş yapmaz. Kendisine peşin olarak verilen istihkakları çarçur eder, türlü vesilelerle avanta koparmaya çalışır. Menfaatleri için her duruma anında uyum gösterir, sık sık taraf ve yön değiştirir. Akrabasının sinema salonu zarar etmesin diye televizyona karşı çıkar, ama yeğeni evlenince hediye olarak en kaliteli ve pahalı televizyonu alır. 

İşini düzgün yapan kişileri tenzih ederiz, ancak ülkemizde müteahhit, genellikle arsası, malzemesi, işgücü ve parası olmasa bile bunlara sahip olan farklı kişilere çeşitli taahhütlerde bulunarak, ellerindeki imkânları kendi istediği tarzda kullanmalarını sağlayan, kısaca oturduğu yerden para kazanan kişi olarak algılanır. Umumiyetle sorumluluk almaz, ters giden işlerde muhakkak suçlayabileceği birileri vardır; malzemeci geç teslimat yapmıştır, işçiler parayı beğenmeyip işi bırakmıştır, arsa sahibi sözleşmeyi geç imzalamıştır falan... En kötü ihtimalle piyasalar bozulmuş, borsa düşmüş, dolar çıkmış ve maliyetler de artmıştır. 

Ülkemiz yönetiminde de benzer tavırlar göze çarpıyor:

Misal; hayat pahalılığı mı dediniz, cevap hazır: Fırsatçı ve açgözlü marketçiler zam yapmıştır, karaborsacı manavlar depolarda soğan stoklamıştır!

Dolar-euro artışı rekor üstüne rekor kırar; onlar dış güçlerin parası, kurları düşmanlar yükseltiyor. Dış saldırılar var, bildiğiniz gibi değil.

Emniyet-asayiş ihlâleri mi var? Herkes kendi OHAL’ini ilân ederse hiçbir problem kalmaz. 

EBA sistemi çöker, kesin siber saldırı düzenlenmiştir! Gerçi, Millî Eğitim Bakanı yeni açıklama yaptı, meğerse saldırı zannettikleri şey aynı anda bağlanmaya çalışan öğrencilerin fazlalığıymış. Öğrenci tayfası, lütfen dikkat edelim, “çökertmeden sisteme girelim, aman, sistem olsun selâmet. Dış güçler saldırmasa da, koptu siber kıyamet...”

Salgın hastalık dalgası yükselir, vatandaş maske, mesafe ve temizlik kurallarına riayet etmemiştir. Yoksa, süreç o biçim yönetiliyordur. Turizm ve hizmet sektörünün çarklarının dönmesi için kredilerle teşvik edildi diye insanların tatile çıkması şart mıydı? AVM’ler açıldı, ama gitmeseydi vatandaş da oraya... Bütün kabahat tedbirlere uymayan vatandaşta!

Depremler olur, “keşke riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi” derler. İnsanımız hep sıfır evde otursa böyle olmazdı. Herşeyi de devletten beklemek doğru mu canım... Mersin Akdeniz Belediye Başkanı “kimse evinin kontrolünü yapıyor mu, yapmıyor. Devletin bunu ille söylemesi mi gerekiyor?” dedi ve devam etti: “Eğer illa ki apartmanımızın yıkılması gerekiyorsa ya TOKİ ile ya da bir müteahhitle anlaşacağız. Cebimizden de biraz para verip sıfır bir ev alacağız. Yani her şey devlet tarafından yapılmaz, vatandaşın da biraz eğitim bilincinin olması ve oturduğu yerlere bakması gerekiyor. Arabana baktır, boğazın ağrıdı doktora git hem baktır gargara yaptır, tarlanda bahçende ağacına baktır, ama namusunu koyduğun, çoluğunu çocuğunu yetiştirdiğin, sığındığın eve baktırma ne olacak? Bu kafayla gidersek daha çok başımız ağrır”

Sonra, her evde, refah göstergesi olmasının yanında hayat üçgeni oluşturmaya yarayan buzdolabı ve çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları var mı, var. Derler ki, soğan yemeye düşkünlüğü ile bilinen Zaza vatandaşlardan birinin öldüğünü gören komşusu evine bakmaya gitmiş ve hayretler içinde “soğanı, ekmeği ve suyu vardı, neden öldü ki?” demiş. Hayat üçgeni oluşturmak için Pisagor’u beklememek lâzımdı.. 

Fikrî iktidar meselesi son zamanlarda tartışılan konulardan. Fikrî iktidar olur mu, bilmiyorum, ama verdikleri cevaplara bakılırsa, ülkemizde “müteahhit fikri” iktidarda, o belli...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/muteahhit-fikri-iktidari_531314

Diyanet’in Söylemedikleri...


Diyanet'in Söylemedikleri

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Cuma hutbesi etrafında pekçok tartışma döndü. Tartışma dediysem öyle müzakere ve laf atmalarla kalınmadı, bazı BARO’lar dava açtı, dava açan BARO’lara dava açıldı. 

Tartışılan hutbede zina ve eşcinsellik konusundaki hükümler hatırlatırlatılarak hastalıklara sebebiyet verdiği ve nesli çürüttüğünden bahsedilmişti. Konuya nerden gelmişti derseniz, hemen öncesinde Coronavirüs’ün sebebinin pislik ve kirlilik olduğu söylenmiş ve insanlar taharete önem vermeye davet edilmişti. 

Başkan Ali Erbaş şahsında aslında Diyanet kurumunun söylediği şey dini hükümleri hatırlatmak nev’indendir ve hükümler tartışılmaz. Ancak hatırlatılan hükümler, sadece, kendisinin memuru bulunduğu hükümetin siyasi menfaatleri isitkametinde gidiyorsa, hatırlatma zamanı ve muhteviyatı tartışılabilir. Siyasi olarak yanlış atılmış adımlar neticesinde gelişen ve muhtemelen yine siyasi olarak çözülebilecek meselelerde, askeri-stratejik açıdan gerekliliği tartışılan sonuçları itibarıyle ne getirip ne götüreceği belirsiz sınır ötesi askeri operayonlara destek konusunda mangalda kül bırakmadılar. Ekonomik krizin hissedildiği zamanlarda halka isyan etmemeyi telkin ettiler. Akşam pazarı saatlerinde ucuz sebze-mevye alınabileceğini hatırlattılar. Hükümetin betoncuları kurtarma operasyonlarından birinde, enflasyon oranından düşük faiz konusunda cevaz verdiler.

Hastalık, deprem, çığ, yangın gibi umumi musibetlerde, bütün bir topluma taalluk eden ihmal ve hatalar var mı diye bir muhasebe yapılır. Tabii ki, dünyevi akıl ve gözümüzle pek çok hikmete mebni tasarrufat-ı ilahiyeyi çözmemiz mümkün olmayabilir ve başımıza gelen musibetleri tek bir sebebe bağlamak da yanlış olabilir. Yani, musibetin bizi bulması için herhangi bir şey yapmış olmamız gerekmeyebilir, imtihan sürecinin bir parçası olarak yaşıyoruzdur belki o musibeti. Ama toplum olarak bazı hataları yapmışsak veya o hataları yapanlara karşı bir aksiyon geliştirmeyip benimsenmesine, yaygınlaşmasına sebep olmuşsak, bunun karşılığı bir musibeti beklemek lazım.

Toplumsal hayatı ifsad eden, ahlakı zir ü zeber eden veya insanların geleceğe dair umutlarını körelten bazı hadiseler/durumlar hakkında Diyanet ehlinin tepkileri ve hatırlatmalarını duyduk mu, bakalım: Mesela, zinanın kanunlarımızda suç olmaktan çıkarılması hususunda bir tepki hatırlayan var mı? Onlarca çocuğun yıllarca maruz kaldığı istismar olayı, Erbaş Hoca’nın bahsettiği lanetlenmiş fiillerden mi değildi yoksa failin hükümete yakın bir vakıfta çalışıyor olmasından mı? Aralarında nikah olmayan kız-erkek karışık bir grubun bir adada yaşadığı yarışma(!) hakkında ne düşünülüyor acaba? 

Allah’a ait bütün sıfatların bir fani insanda toplandığını iddia eden siyasi hakkında bir düzeltme yapılmış mıdır? Cami minberlerinde eline mikrofon alıp siyasi propaganda yapıldığında nasıl karşılanmış? Peki, bu siyasi porpagandayı bazı imamların bizzat kendisi yaptığında? Kamu kurumlarında işe girebilmek için belli mahfillerin adamı olmak gerekliliği yeterince büyük bir toplumsal yozlaşma değil midir? Akraba ve taallukatının hepsini yetkili olduğu kurumlarda işe sokan yöneticiler hakkında bir yorum duydunuz mu? İstediği adamı rektör yapabilmek için rektörlük şartlarını yasayla değiştiren ve hemen atama sonrası eski haline getiren iradeye ne buyurdular dersiniz? Ya da kendine yakın kişileri taltif etmek manasında 3-4 kurumdan maaş bağlatılmasına? Rüşvetsiz-torpilsiz herhangi bir işe giremeyeceğini düşünen gençlerin geleceğe dair umutları ne durumda olur?

Vaktiyle, iktidarları döneminde çiftçilere verilen kredilerin 10 katından fazla büyüdüğünü söyleyen dönemin başbakanı, büyüttükleri faiz çemberinden “bereket” diye bahsetmişti. “Allah’ın harb ettiği faizde bereket olur mu?” dediler de, ben mi duymadım yoksa? İktisadi büyümeden ve ticari destekten tek anladıkları kredi vermek olan hükümete herhangi bir Kur’anî hüküm hatırlattılar mı acaba?
İşlerine gelmeyen herkesi terörist ve hain ilan eden, insanımızı kutuplaşmaya iten, kendi safındaki şeytanları melek gösterirken, iki gün öncesine kadar beraber hareket ettikleri zevat, siyaseten yolunu ayırdığı için korona virüsünü bile ondan bilecek ve adeta “Ali Babacan ve kırk koroniler” manşeti atabilecek tezvirat makinesi medya kuruluşlarına yönelik bir uyarı duydunuz mu?

Velhasıl, örnekler çok. Gündelik her konuda Diyanet’in fikir beyan etmesini bekleyemeyiz ama toplumsal ahlak ve kamu hukuku ile ilgili hırsızlık, rüşvet, torpil gibi konularda fikirlerini merak etmekteyiz. Söylediklerinden çok, söylemedikleri daha fazla tartışma konusu olabilir yani...

Biz Tek, Sen Hepiniz!

Biz tek sen hepiniz
Çocukluğunda sokakta oyun oynama şansı bulmuş olan insanlar hemen hatırlayacaklardır: bir takım oyunu oynanacağı zaman, takımlar arasında güçler dengesi oluşturmak önemlidir. Yaşça veya beden itibarıyla daha büyük olanların, bir özgüven patlaması ile “ben tek, siz hepiniz!” dediği zamanlar olurdu.
Ülkemizde mevcut iktidar da, iç-dış her türlü düşmanlara(!) karşı tek başına mücadele edebileceğini iddia edip “ben tek, siz hepiniz” diyerek puan toplamaya çalıştı. Askeri vesayetin, bürokrasinin, basının, sivil toplum kuruluşlarının ve bilcümle yedi düvelin tekmili karşısında durduğunu söyleyip mağduriyet üretiyordu.

iktidar Taş Yemedi, Yarımşardan Beş Yedi!

Derler ki, vaktiyle kocasını kaybetmiş, 10 çocuk annesi fakir bir kadın varmış. Günün birinde on tane yumurta bulmuş, haşlayıp kahvaltıda çocukların önüne koymuş. Her bir çocuk bir yumurta alınca anneye yiyecek bir şey kalmamış. Ne yiyeceğini soran çocuklara “ananız taş yesin” demiş. Onun bu durumuna üzülen çocuklardan biri yumurtasının yarısını annesine vermiş. Onu diğer çocuklar da takip edince, yarımşar on yumurtadan, toplam beş yumurta yemiş kadın! “Ananız taş yesin, yarımşardan beş yesin” sözü böylece deyim olarak gelmiş. Türlü mağduriyetleri bahane eden AKP, dini cemaatlerden, AB destekçisi gruplardan, liberallerden, “yetmez ama evet” bloğundan ve pek çok kişi ve gruptan destek aldı.

“Güç Bozar, Mutlak Güç Mutlaka Bozar!”

Seçimlere az bir zaman kalan bugünlerde, iktidar partisi devletin resmi televizyonunu parsellemiş durumda. “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile devam edelim” cümlesi TRT Haber kanalında sunucu tarafından sarf edilmiş. Özel televizyon ve gazetelerin kahir ekseriyeti hükümet kanalı gibi aynı manşetle ve ortak yayınlarla çıkıyor. Doğu ve Güney Doğu’da Vali, Kolordu ve İl Jandarma komutanları ile Emniyet müdürü AKP için oy istiyor. Bazı camilerde mitinglere katılım için çağrı yapılıyor. Muhalefet partilerinin afişleri kesiliyor, seçim standlarına saldırılıyor, yaralanan insanları taşıyacak ambulansa yol vermek için talimat gelmesi bekleniyor. Allah var, miting alanlarına giden yolların güvenliği çöp kamyonları ile sağlanıyor! Farklı dünya görüşleri de olsa, ortak dertlerden muzdarip olan ve evrensel değerleri savunma noktasında birleşen muhalefet adeta “biz tek, sen hepiniz!” diyor.

Bütün Diplomalara Hükmeden Tek Diploma

Hükümet propagandası yapması ile meşhur bir kanalda, varlığı tartışma konusu olan meşhur diploma ile ilgili enteresan bir iddia ortaya atıldı. Efendim, dendi ki, o diploma Cumhurbaşkanı’nın düşmanı olan bir grup tarafından yok edilmiş olabilirmiş. Çok makul gelmedi bana, neden derseniz tek bir kişi veya grubun yapabileceği iş değil. Bütün diplomalara hükmeden tek diplomayı ortadan kaldırmak için “Yüzüklerin Efendisi” adlı, filmi de çekilen meşhur kitap setindeki gibi bütün muhaliflerin “diploma kardeşliği” adı altında bir konsorsiyum oluşturmuş olması daha muhtemel. Şöyle düşünün; Öfkesini Savuran, Mormora diyarında dövdürdüğü diplomayı kaybetmiş, ona bağlı çalışan AK Karuman önderliğinde yetiştirilen kindar nesil ve “Hüloğrk” ordusu hummalı bir biçimde diplomayı aramaktadır. Bir şekilde diplomayı ele geçirmiş olan “beş benzemezler” ittifakı, diplomayı üretildiği üniversitenin öğrenci işlerine götürüp orada yok etmeyi başarır ve Kartal minibüsüne atlayıp oradan uzaklaşır. Çok mu fantastik geldi, neticede öyle iddiaya böyle senaryo!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/biz-tek-sen-hepiniz_464262

Siyasal İslam

Haber bültenlerinde zaman zaman rastladığımız bir cümle vardır: “Falanca faaliyette spor, san’at, siyaset ve iş adamları çevresi bir araya geldi” şeklinde… Duyunca bu çevrelerin çok nadir görüştüğünü, herkesin kendi işine odaklandığını zannederiz. Bu çevrelere akademi ve basın dünyasını da dahil edebiliriz.
Gerçek hayatta bu çevreler iç içe geçmiş durumdadır ve başarı merdivenlerini hızlıca tırmanmak isteyenler en çok siyaset adamları ile sürekli dirsek teması kurmak durumunda kalmaktadır.
Demokratik, şeffaf ve liyakatın esas alındığı bir ülkede, işini iyi yapan onun karşılığını alır. “Marifet iltifata tabidir” diyen atalarımız, ödüllerin başarıyı tetiklediğini görerek söylemişlerdir. Ancak sadece iltifat görüp hiç çalışmadan başarı elde edildiği görülmemiştir.

Bir ülkede sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen iş adamları, iyi sayılabilecek kamu projelerinin ihalelerini alıyorsa, aldıkları ihalelerde kendilerine belirli bir kazanç miktarı devlet garantisi ile sunulup, gün sonunda belirlenen kazanç elde edilemediğinde oluşan farklar, büyük bölümü vatandaşların ödedikleri vergilerden oluşan bütçeden ödeniyorsa, kusurlu oldukları iş kazaları sebebiyle açılan dâvâlardan ceza almadan kurtulabiliyorlarsa, vergi cezaları sıfırlanabiliyorsa, dış gezilerde ve resmî dâvetlerde devlet erkânının yanında boy gösterebiliyorsa…

Sadece iktidara yakınlıkları ile bilinen sporcu ve sanatçılar yüksek maaşlar ve taltiflerle devlet kademelerinde bulunuyor ve devlet televizyonlarındaki yapımlarda görünerek gündemde kalabiliyorsa…

Yine iktidara yakınlığı ile bilinen gazete ve televizyonlar kamu ilânları ve reklâmları pastasını yiyebiliyor, resmî organizasyonların tamammında tabiî akreditasyona sahip olabiliyorsa…

Bir üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda kriterleri sıralarken  “….(iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazarlık yapan) filanca kişi üzerine çalışmış olmak” diyebiliyorsa, belirtilen şartlardan ilgili kişi üzerine çalışma şartını taşıyan Türkiye’de sadece 9 kişi olup bunlardan 8’inin diğer şartları taşımadığını herkes biliyorsa… kimse liyakat esaslı iş yapıldığından ve şeffaflıktan söz edemez!

Bunları yapan bir hükümet, halk nezdindeki desteğini nasıl devam ettirebiliyor ve yapılan herşeyi halk nasıl sahipleniyor derseniz, bunun cevabı çok basit değildir ve ciddî sosyolojik tahliller gerektirir. Güçten ve güçlüden yana tavır koyma, mağduriyet yaşadığına inandığı bir kesimin intikam alıyor oluşuna hak verme, şahsî bir menfaat temin ediyorsa onu devam ettirme ve buna benzer daha pek çok sebep sayılabilir. Ancak bana göre en önemli husus şudur: Dini referanslar kullanarak siyaset yapılınca, taraftarları o partinin bir hareketinin dinî bir vecibe mi yoksa siyasî teamüller gereği mi olduğunun ayırdına varması zorlaşır. Hatta neredeyse her hareket için bir dinî referans vermeye kalkanlar olabilir. Bakanlık veya başbakanlık gibi bir göreve birinin seçilmesi/atanması kadar son derece arzî, siyasî ve seküler bir aksiyonu “peygamber onu görevlendirdi, rüyada görüldü” şeklinde yorumlayabilir meselâ. Bunu diyenler, sekiz-on ay sonrasında gözle görünen bir hata olmamasına rağmen seçilmesi/atanması ile aynı yöntem takip edilerek aynı başbakanın görevden alınmasını nasıl açıkladı bilmiyorum. “Peygamber onu seçti” diyen adama “-Haşa-Peygamber mi yanıldı, yoksa bu adam, peygamberi de mi yanılttı?” diye sorulduğunda, ne cevap verebilir acaba?

28 Şubat’ın hemen ertesi zamanlarda, Ankara’da öğrenci iken hasbelkader katıldığım bir sohbette, Allah selâmet versin, Millî Selamet Partisi’nde 70’li yıllarda milletvekilliği yapmış birisi vardı. Kendisine yöneltilen “Siyasal İslâm diye bir kavram var. Böyle bir kavramı siz kabul ediyor musunuz, ediyorsanız Refah Partisi’ni Siyasal İslâm’ın neresinde konumlandırabilirsiniz?” sorusuna cevaben “İslâm siyaset, siyaset de İslâm demektir. Siyasetle ilgisi olmayanın İslâm’la da ilgisi yoktur” dedi. Kendisine Bediüzzaman Said Nursî’nin konuyla ilgili olan “Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler” sözlerini hatırlatıp siyasetle ilgilenmediğini söyleyen herkesi tekfir etmesinin sağlıklı bir düşünce olup olmadığını sorduğumda, Bediüzzaman’a saygı duyduğunu, fakat bu görüşlere katılmadığını ifade etmişti.

Görünen o ki, aynı anlayış bugün de devam ediyor. Arap Baharı’nın kıvılcımlarının çıktığı Tunus’ta, oranın Millî Görüş’ü diyebileceğimiz NAHDA hareketi, dini, siyasî mücadelelerin dışında tutmak için kimliğini yeniden tanımladı. İslâmî partiden “Müslüman demokrat parti”ye geçiş yaptılar. Ne diyelim, “Din umumun mukaddes malıdır, inhisar altına alınamaz” ilkesinin haklılığı anlaşılmaya başlandı, darısı bizimkilerin başına…
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siyasal-islam_406218

Öne Çıkan Yayın

Doktor Nasıl Kalsın?

  İbrahim Özdabak Karikatürü Önceki yazımızda hastaların MHRS üzerinden randevu alma sıkıntılarından bahsettik. Sistemin yapısında probl...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: