Bu Blogda Ara

Arşiv

serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Süratsiz ve Suratsız Kargoya Açık Mektup

Çöplük değil Sürat Kargo

Size ulaşmak neden bu kadar zor?

27 Mayıs 2020 tarihinde Manisa'dan kargoya verilen gönderimiz, o günden beri "İZMİR AKTARMA" durumunda kalmış.Yani muhtemelen, siz bana hiçbir tepki vermeyeceksiniz, ben de bu metni umuma açık platformlarda paylaşmak zorunda kalacağım ve bunu okuyacak kişilerin anlaması için ek bir açıklama yapıyorum: kargo, Manisa'dan İzmir'e gitti, araçtan indirildi ve 10 günden fazla bir süredir deponun bilinmeyen bir köşesinde mahzun bir şekilde şehirlerarası yolculuğuna çıkmayı bekliyor.
 
Web sayfanızdaki formları doldurdum ve bana sisteminiz bir kayıt numarası verdi, numaram: 578902. Peki, bu kayıt numarasını nasıl kullanabiliyorum? Sayfanızda hiçbir modül/tool yok bunun için.

EKLEME: Bu arada, Sürat Kargo sistemlerinde form doldurulduğunda verilen takip numarası var ya, o sabitmiş! Yeni öğrendim. Ne yazarsanız, ne zaman yazarsanız yazın, hep aynı numarayı veriyormuş. Lojistik biliminde çığır açan bir buluş: "Sürak Kargo Sabiti: 578902" https://eksisozluk.com/surat-kargo-sabiti--6559494

"Hiçbir müşterisini diğerinden ayırmayan ve herkese eşit davranıp aynı numarayı veren sürat kargo'ya bu toplumsal şikayet eşitliğini sağladığı için teşekkürlerimi sunuyorum. Yalnız, bu numara bir noktadan sonra bayatlayabilir, başka yeni numaralar da bulmalarını kendilerine tavsiye etmek istiyorum. Bu tavsiyem için kayıt numarasını numaramı kendime veriyorum: 578902"
 
Şikayetvar.com'a sizin için bir şikayet girdim (linki:https://www.sikayetvar.com/surat-kargo/surat-kargo-bir-haftadan-uzun-suredir-aktarmada ), otomatik bir cevaplama metni haricinde bir şey gelmedi, arayan soran olmadı. Dayanamayıp tweet attım, ona da cevap vermediniz.

Çağrı merkezi numaralarınızın hattı düşmüyor(daha arama yapamadan çağrı sonlanıyor), düşse, daha çağrı sisteminiz menü ile ilgili otomatik ve robotik bilgileri sayarken hat aniden kapanıyor. Defalarca arayıp her seferinde aynı saçmalıklarınıza maruz kalarak, inatla gerçek bir insan sesine ulaşma çabalarımın bir an için gerçeğe dönüştüğünü hissettiğim zaman da, ne oldu biliyor musunuz? Operatörler "Sesinizi alamıyorum, benim sesimi alabiliyor musunuz?" deyip kapattılar! Hem de ezbere bir şekilde, karşıdan cevap beklemeyerek(ki bana göre, cevap gelse bile duymamış gibi yaparak) beş kere üst üste aynı cümleyi tekrarlayıp kapattılar.

Sistemli bir müşteri bıktırma politikanız olduğunu anlıyorum. Gerekirse sizi mahkemeye de verebilirim. Beklediğim ürünün maddi karşılığının yüksekliğinden değil, sizi avukat-mahkeme masrafına sokmak ve durduk yere meşgul etmek için.

İsminizdeki sürat kelimesinin tam bir oksimoron örneği oluşturduğunu anlıyorum. Muhtemelen pek çok müşteriden, daha önce aynı lafları ve belki daha kötülerini bile duymuşsunuzdur. İşi pişkinliğe vurup duymazdan geliyorsunuz ya da yüzsüzlüğünüz üzerinizde. Müşteri karşısına çıkacak yüzünüz yoksa bu da demektir ki, süratsiz olduğunuz kadar suratsızsınız da aynı zamanda! Bu kafayla giderseniz, başkaları önem taşımaya devam ederken siz, virgülün sağındaki sayılar kadar önemsiz kalır ve korkarım "küsurat kargo" olursunuz...

“Harcadın Kendini Be Adnan!”


Harcadın kendini be Adnan

Üniversite tahsilimi 9 senede bitirdim. 1997’de girdiğim yüksek tahsil hayatım 2006 yılında bitti. Neden bu kadar uzadığını soran arkadaşlarıma “hocanın biri bana taktı, öğrenciliğimi yaktı” diyordum şakasına...
Halbuki lise yıllarında hayaller başkaydı. Fen lisesi okuduğum için default olarak sayısalcı idim. Bense sayısalcılığı becerebiliyor olmakla birlikte sözel bölümlere daha çok ilgi duyuyordum. Hukuk mesela... Çok havalı bir bölüm gibi duruyordu ve kendime çok yakıştırıyordum. Niyeyse cesaret edemedim ve hayata çabucak atılabileceğim bir bölüme girmeye karar verdim. İki yıllık bir program olmalıydı ve iş fırsatları parlak olmalıydı. Para kazanmaya başladıktan sonra kimseyi dinlemeden istediğim bölümü seçip okuyabilecektim. Nasılsa ekstra çalışma ihtiyacı duymadan istediğim bölüme girebileceğim gibi kaynağı müphem bir özgüvenin tetiklemesiyle Bilgisayar Programcılığı bölümünü kazandım. 

Benimle ilgili beklentileri yüksek olan çevremde şok etkisi oluşturdu önlisans programı. Babama “yav Ahmet Abi, sizin çocuğun kafası çalışıyordu, neden dört yıllık kazanamadı? Fen lisesinde okuyan en gerizekalı çocuklar bile tıp kazandı” diyenler oldu. Yazık, rahmetli babam da “çocuk öyle istedi, ne yapalım, dediğine göre güzel bir bölümmüş” deyip duruyordu. Ben, ne yaptığımı bildiğimi sandığımdan öyle çok etkilenmedim. Ama bir dönem okuyup yarıyıl tatilinde Afyon Kocatepe Üniversitesi Biyoloji bölümü kazanan arkadışımla karşılaşınca biraz kendime kızdım. Söze en iyi iki yıllık programın bile en kötü dört yıllık lisans programından aşağı bir seviyede olduğunu söylemekle başladı. Konuşmalarında bir kaç defa akü kelimesi geçti ve bunun benim bildiğim elektrik yükü depolamaya yarayan akü olmadığını anlayınca merak edip akünün ne demek olduğunu sordum. Meğerse, Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin kısaltmasıymış. Yani kısaltma kullanabilme yetkinliğine sadece ODTÜ, İTÜ, KTÜ gibi belli okulların sahip olduğunu düşünen bizler için çok garip geldi doğrusu. 

Şimdi hemen kıyas edebilmeniz için söylüyorum, “AKÜ” kazanan arkadaş merkez kampüste değil Uşak kampüsündeki ikinci öğretim programı olan bölümü kazanmıştı. ÖYS puanı ile 372 puanla yerleşmişti. Taban olarak herkese 300’e yakın bir puan veriliyordu, Ortaöğretim Başarı Puanı ve ilk basamak sınavı olan ÖSS’den gelen belli puanlarla zaten 370 puan toplanıyordu, daha ÖYS sorularından gelen puanlar eklenmeden... 1997 ÖSS’de ben ayıptır söylemesi, sıralamada ilk 1500 kişi arasındaydım. İki yıllık programa bu puanla yerleştim. Ha, ÖYS’de bilerek çok yüksek bölümler yazdım, gelse gidip oralarda okurdum. Birkaç yerin tıp fakültesine yerleşecek bir puan almış fakat oraları tercih etmemiştim. Bizim zamanımızda önce tercihler yapılır, sonra sınava girilirdi. Belki puanımı gördükten sonra tercih yapmış olsam tıp veya eczacılık yazardım, bilemiyorum, zira ÖYS’de cidden kendime göre çok düşük bir puan almıştım.

İngilizce hazırlık senesi ile birlikte benim iki yıllık okul oldu mu sana 3 yıl! Güya iki yıl sonunda çalışmaya başlamayı planlıyordum. Şimdi ise tahsilimi 4 yıllık bir programla tamamlamadan çalışmaya başlamayı düşünmüyordum. "Allah insanı iddiasından vurur" diyen İsmet Özel gibi iddiamdan vurulmaya hazırlanıyordum. Yeri gelmişken, İsmet Özel de bu sözüyle bir iddiada bulunmuyor mu? Ve eğer bulunduğu iddiası gerçekleşmezse iddiasından vurulmuş olacak. Ama iddiası iddiasından vurulmak ise o zaman iddasının gerçekleşmemesi gerekirdi... Neyse, fazla kurcalamayalım.

Madem 3 yıl gitti, "bari lisans programına geçiş yapayım da okuduğuma değsin" diyerek DGS’ye (Dikey Geçiş Sınavı) girdim. Benim şansıma, DGS o sene ilk olarak uygulanmaya başladı. Hacettepe Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleşince, çevremin takdirini geri kazandım. Tabii işimi şansa bırakmamak için o sene bir de ÖSS’ye girmiş ve Akdeniz Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü de kazanmıştım. Almanca hazırlığı olan Makine mühendisliği bölümüne kayıt yaptırıp hiç okumadan, Hacettepe Üniversitesi’ni kazandığım belli olunca ayrıldım. Lise diplomamın arkasında üç üniversitenin damgası oluşmuştu. 

Hacettepe’de okuyamadım, sistemin ilk kez uygulanıyor oluşundan kaynaklanan eksiklikler, mevzuatı kimsenin bilmiyor oluşu ile birleşince beni bunalıma sürükledi. İntibak programı en fazla üç dönemde bitmeliydi ve bitmezse okulla ilişik kesilecekti. İntibak kapsamının ise net bir tanımı yoktu ve her okul kendi meşrebine göre yorumluyordu. Hangi dersten muaf olup hangilerini alacağımızın netleşmesi iki ay sürdü. Bu sürede hiç derse girmedim. Bir dönemde alınabilecek ders saati sayısı sistemsel olarak belli bir sayının üstünde olamıyordu ama biz o dersleri almasak intibak bitmemiş olacaktı ve okuldan atılacaktık. Sonradan ÖSYM başkanlığı da yapmış olan dönemin Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği bölüm başkanı Ünal Yarımağan, derslere kayıtlı olmasak bile girip geçmemizi, zamanı gelince bir şekilde sisteme ekleyebileceklerini söyledi ama bu bana hiçbir güvence vermedi. Ben önümü net olarak görmek istiyordum ve bu belirsizlikten rahatsız oldum. Okula bir türlü uyum sağlayamayınca yeniden sınava girip bu sefer Galatasaray Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleştim.

Galatasaray’da Fransızca hazırlık okumaya başladım. Bu esnada, benden tam dört yaş küçük olup İstanbul’da bir üniversite kazanmış olan memleketten bir tanıdığımla karşılaştım. Düşünün bu çocuk orta üç’te iken ben üniversite kazanmıştım, beni gördüğü yerde neredeyse saygı duruşuna geçerdi, ki yine aynısını yaparak halimi hatırımı sordu. Öğrenciliğimin devam ettiğini duyduğu anda saygı seviyesinde kritik bir düşüş başladı. Hazırlıkta olduğumu söylediğim anda ise küçümseme ve acıma dolu ifadelerle yüzüme baktı, elini omzuma attı ve “harcadın kendini be Adnan!...” dedi. İşte o anda kendimi cidden harcanmış hissetmedim değil…

Yargı-Çay!

Yargıtay başkanı ve yüksek yargı üyelerinin Reis-i Cumhur ile Rize ziyareti yapıp çay toplaması, yargı bağımsızlığı tartışmalarını beraberinde getirdi. Tartışmaların odağındaki isim olan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit “Ben onu anlayamadım neden eleştiri konusu oldu. Devlet oradaydı. Türkler, Türk geleneklerimize göre devlet başkanına çok ayrı bir değer veririz. Devlet başkanı, devletin başı ve birliğimizin sembolüdür. Onun katılmış olduğu, meclis başkanının, milli güvenlik sekreterinin katılmış olduğu, tüm yüksek yargının katılmış olduğu bir çay toplantısının yapılmış olması ve buna iştirak etmemiz kadar doğal bir şey olamaz” dedi.

Bu ifadeye göre ya önceki yargıtay başkanları gelenek göreneklerimize bu kadar bağlı değildi, ya da önceki cumhurbaşkanlarımız çay partisi verdiğinde yargı mensuplarını çağırmamıştı. Veyahut önceki Reis-i Cumhurlarımızın çay dahil bütün partilerle bugünkünden daha farklı etkileşimleri olmuş olabilir. Gelenek demişken aklıma, hakkındaki rüşvet iddialarını cevaplarken hediyeleşmenin bir Türk geleneği olduğunu söyleyen bir siyasi geldi. Gelenek bilmek, hayat kurtarabiliyormuş bazı durumlarda.
AKP cenahına göre de bu olay normaldi. Numan Kurtulmuş önce “Yargı kurum ve kuruluşları son olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır” dedi, tepkilerin ardından “Bağlı sözü doğru olmadı” diye düzeltti.

Kurtulmuş’un bu sözü bana “Organize İşler” filminde geçen “Müslüm bey, benim o kelimeyi kullanmam güzel olmamış da, arkadaşların çok tekrar etmesi tabi, hiç hoş olmamış yani..” repliğini hatırlattı.
Peki AKP’li arkadaşlar bu konuda başka neler söylemişti? Burhan Kuzu ile Galip Ensarioğlu’nun konuşmalarını hatırlayalım mesela; Ensarioğlu “Yasama bizde, yürütme bizde, yargı bizde, her şey bizde” demiş, Kuzu da “Oğlan bizim, kız bizim, niye denetleyelim?” diye cevap vermişti.

Burhan Kuzu’nun sözünde geçen “kız”, şu adaleti temsil ettiği söylenen, bir elinde kılıç, ötekinde tartı olan ve gözleri bağlı duran heykeldeki kız olmalı. O heykel artık Yeni Türkiye şartlarına göre değişmelidir. Adalet kızının gözlerini bağlamak nedir Allah aşkına? Adaletin gözü açık olacak, hiç bir şey kaçmayacak gözünden. Bağlanması gereken bir yer arıyorsan, başını bağlayacaksın başını! Tabi, iki manada da bağlanmalı adalet kızının başı. Münasip bir kısmet bulmak da Burhan Kuzu’nun görevi. Ölü ele geçirilen teröristlerin etnik kökenini tespit için kullandığı yöntemleri düşününce, en iyi o anlar zannedersem bu izdivaç işlerinden. “Oğlan bizim, kız bizim” diyerek aslında baklayı ağzından çıkardı, kendisinin de katkısıyla adaletimiz everiliyor!
Kız tamam da, “Oğlan” kim acaba? Onu söylemedi ama yakında o da çıkar herhalde. Bir “çay” içmeye giderler muhakkak… Adalette şeffaflık önemlidir, açık çay olur içtikleri. Muhabbet iyi giderse fazla uzatmadan, hayırlı işlerde acele edip evermek lazım bunları. Hemen söz kesilir, ki adaletin kestiği söz acıtmaz. Halkımız da SMS’ler ile görüşlerini belirtir. Böylece ilk kez halk oyu ile seçilen yerli ve milli damat adayımız, fiili eniştemiz olur. Türk tipi bir düğün yapılmalıdır. Kınasında da “çay”da çıra oynanır, “yüksek yüksek mahkemelere kız vermesinler” türküsü söylenir, adettendir. Üç tane de çocukları olur; Yasama, Yürütme ve Yargı koyarlar adlarını. Ne güzel, tek elde ve tek evde toplanır bütün kuvvetler!

Bir de hala utanmadan “yargının çay toplamakla ne işi olur?” diyenleri anlamıyorum. Mesele bir iki çay yaprağı değil, hala anlamadınız mı?
Yargıçlarımıza çay toplatıp “yargıçay” yaptık. Sırada, Amerika’nın meşhur (en azından Türkiye’de meşhur) savcısı Preet Bharara var. Onu da çağırıp çay toplattık mı tamamdır. Artık ona da kendi memleketinde “Preetea” mi derler yoksa “pretty” mi derler bilemem…

Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu

sigara içişlerini kontrol komisyonu

“Dünya yanıyor ve Türkiye kavruluyorken” ülke olarak bizim en büyük meselelerimizden birinin sigaranın yanması olduğu anlaşıldı. 9 Şubat “sigarayı bırakma günü” olunca tabii ki gündeme geldi, durup dururken değil. Ben sanki başka bir gün olarak hatırlıyordum ama olsun, 9 Şubat da olur. Gerçi bizim memlekette kulaktan kulağa söylenirken o dokuz otuz olarak değişir, sonra da herkes 30 Şubat tarihinde sigarayı bırakması gerektiğinde hemfikir olur.

Ülkemizde sigara ile ciddi bir mücadele var. Kapalı mekânlarda tütün ve türevi ürünlerin tüketilmesi kanunen yasak. Her yerde bu yasağı hatırlatan tabela asma zorunluluğu gelince bu işin de piyasası oluştu ve tabelaların da “çakmaları” çıktı. Sigara ile etkin bir mücadele için bir an önce bu çakma tabelalara el konulmalı ve imha edilmelidir. “Beş bin üçyüz bilmem kaç” no’lu yasa gereği…” yazan bir tabela varsa bilinmelidir ki korsandır. İlgili madde numarası 4207’dir. Madde bağımlısı olduğumdan dikkat ederim. Kanun maddelerine son derece bağlıyımdır.

Dönelim 9 Şubat’a. O gün devletimizin en tepesinden gelen açıklama ile sigara içmenin bir intihar biçimi olduğu ve intihar etmenin özgürlüğü olmadığı ifade edildi. Mesaj alınmıştı. Aradan bir hafta geçti, 16 Şubat 2016 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), akciğer kanseri hastalara ilaç parası ödemek için ‘hiç sigara içmemiş olma’ şartı getirdi.

Bu durumda birileri insanların sigara içişlerini kontrol etmesi gerekiyor. Aklıma hemen İçişleri Bakanlığı geldi. Neticede bütün “içişleri” bu bakanlık kontrol etmiyor mu? Sonra düşündüm de, bakanlık alkol “ala ala” kafayı bulmuş adamlara mı baksın, uyuşturucu içe içe beyni uyuşmuşlara mı baksın, yoksa sigara içenlere mı? Ciddi bir iş yükü getireceği için, bu işe özel ayrı bir komisyon kurulsun, adı da Sigara İçişlerini Kontrol Komisyonu olsun. Bence bu komisyonun ilk işi, yerde satılan sigaralardan içen insanları tespit etmek olmalı.  Yerden sigara içen insanlar 2016 yılbaşından sonra sigaralara getirilen SGK vergi kalemini ödemiyorlar. Üstüne üstlük, genelde işsiz insanlar bunlar! Bu da SGK primi yatırmadıklarını gösteriyor.  “GSS primi de mi ödemiyorlar?” demeyin, onu şimdilik kimse ödemiyor, en yakın seçimde de hükümetimiz tarafından lütuf gibi sıfırlanacak. Bu vatandaşlar belirlenip, herhangi bir sağlık sorunu için başvurdukları ilk sağlık kuruluşunda derhal itlaf edilmelidir. Aldıkları nefes zarar ziyan!

Komisyon ismi uzun olduğundan kısaltmasını kullanayım isterdim ama kısaltmak için komisyon ismindeki kelimelerin baş harflerinden oluşan şey, pek de matah bir kelime olmayınca sadece komisyon demeye karar verdim. Peki, komisyon kimlerden oluşacak? Benim favorim muhtarlar. Bir kere muhtarlar “parlamenter” sistemin zararları konusunda her hafta bilgilendiriliyorlar. İlk toplantılarında da komşularını ihbar etme görevi verilmişti kendilerine.
Bana kalırsa  SGK, benzer uygulamayı her hastalık ve her ilaç için yapmalıdır; mesela, çok yemek yiyip kendine zarar veren insanlar da mide rahatsızlıkları için ilaçları kendi alsın, fazla TV seyrettiği için gözlerini bozduğu tespit edilen insanların göz tedavilerini neden devlet versin? Hard rock dinleyen gençlerin kulak zarı patlarsa bunun tedavi masrafını kamuya mal etmek adil midir?
Sırf devleti zarara uğratmak için kendine dikkat etmeden belini inciten ve bel fıtığı olanlar az mı?
Hele o madende çalışan işçiler yok mu, yaşamaları ayrı dert, ölmeleri ayrı…
Kot taşlama atölyelerinde çalışıp silikozis hastalığına bilerek yakalananlara ne demeli?
Kalp rahatsızlığı olduğu halde haberler seyreden insanlar masum mudur? Hayır, hangi ülkeyle barışığız, kime atar, kime gider yaptık, an be an değişiyorken, dolar-borsa aniden yükselip duruyorken, haberler izleyen kalp hastası insanlar intihar ediyor demektir. Bunların da masrafını niçin biz ödeyelim?

Daha da genişletilebilir ama ben bu kadar örnek yeterli olur diye düşünüyorum. Sonunda şuna karar verdim: yaşayanlar ölüyor! Yaşamasalar ölmeyeceklerdi. Sınırlı tabii kaynakları tüketen, durmadan masraf çıkaran bir şey bu yaşamak! İstediğimiz gibi yaşamayanlar da, ya mali külfetine katlanacaklar veya bi’ zahmet gidip bir köşede kendi imkânları ile ölecekler.

Sigara bu kadar zararlı mı peki? Olmaz olur mu? İçinde uçak yakıtı dâhil 4000 zararlı madde var diyorlar. Filistin’i bombalayacak uçaklara satılmayacağının garantisi verilirse sigara içindeki o yakıtların çıkarılıp ekonomiye kazandırılmasından yanayım. Biz içmeyen insanların da SGK primleri düşürülsün lütfen! Kendimize bakmak suretiyle devletimizi kalkındırıyoruz!

Miyavgate


2014 yılı 30 Mart tarihinde yapılan yerel seçimler sırasında, bakan düzeyinde bir itiraf ile gündeme bomba gibi düşen ve halk arasında “MiyavGate” olarak bilinen skandal (açıkçası benden başka kimse bu tabiri kullandı mı bilmiyorum, “halk arasında” kalıbıyla kullanınca havalı duruyor) ile ilgili bomba haberlere ulaştım. Hatırlanacağı gibi seçim gecesi, oyların sayım işlemleri devam ederken yurdun çeşitli yerlerinde eş zamanlı elektrik kesintileri olmuş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, kesintilerin nedenini açıklarken, kedilerin trafolara girdiğini ve trafolarda arızalar meydana getirdiğini itiraf etmişti.

Neden trafolara giriyorlar?

Tam olarak nerede olduğunu şimdi size söylememin çok uygun olmadığı, kedilerin kendi aralarında “Old Trafford” dedikleri trafoya sizin için girdim. Aklımda deli bir soru vardı: “neden trafo?”
Kediler aslında ilk zamanlarda kendilerini tehdit eden düşmanlardan ve soğuktan korunmak için trafolara girmeye başlamış. Mart aylarında, vücutlarında birikmiş olan elektrik yükünü trafolara aktarmak için giren kediler bile olmuş, ülke ekonomisine katkıda bulunup cari açığı düşürmeye çalışmışlar, sağ olsunlar. Ancak zamanla trafoların paylaşımı kediler arasında bir problem haline gelmiş.

KPSS İle girilen trafolar

Trafolar A grubu (elit yerleşim birimlerinin trafoları) ve B grubu (kırsal kesim trafoları) olarak iki kategoriye ayrılmış durumda. A grubu trafolara girebilmek için KPSS şartı aranıyor. (Tabi her yerde olduğu gibi burada da KPSS’ye hiç girmemiş olduğu halde istediği trafoya yerleşen kediler de yok değil!) Tahsil ve kültür seviyesi yüksek kedilerin yerleştiği bu trafolarda, üretime dayalı projeler gerçekleştiriliyor. Mesela, Japon bir kedi firmasının yapımını üstlendiği, İstanbul Boğazı’ının iki yakasındaki ana trafo merkezlerinin bağlantılarını yenileme projesinde sona yaklaşılmış durumda. Geçtiğimiz sene, enerji ana nakil halatlarından biri kopunca, Karate Cat filminden de tanıdığımız sempatik kedi Bay Miyavgi, halat kopması olayındaki bütün sorumluluğu üstlenerek intihar etmiş ve millet olarak bizi derinden üzmüştü. (İçimizdeki İrlandalı sokak kedileri de “değer mi yav?, hahah miyav!” diyerek kafa bulmuşlardı garibim Bay Miyavgi ile)
B grubu trafolara giriş sınavsız, ancak buralar tam olarak kurtlar sofrasına dönüşmüş durumda. Bazı bölgeler tamamen mafya denetiminde bulunuyor. Liderleri Ak Sarman olarak bilinen bir Ankara kedisi. Gençlik yıllarında bir jedi olduğu bilinen Sarman (bazı kaynaklarda Saruman diye de geçiyor) gücün karanlık trafosuna girdikten sonra yedi jeddine ihanet etmiş ve jedilikten atılmıştır. Özellikle seçim zamanlarında trafolara daha çok girdikleri biliniyor.

Listeler trafolara asılıyor

B grubu trafolara girmek isteyen kediler, ikamet ettikleri bölgeye en yakın trafolara yerleştiriliyor. Seçimlerden önce aday kedi isimleri trafolara asılıyor. İtirazlar ve nakiller için bir aylık süre bekleniyor ve kesinleşmiş listeler oluşuyor. Listelere girmek her babayiğidin harcı değil, Ak Sarman’a biat etmeyenlerin işi oldukça zor…

“Ekmeğimizin Peşindeyiz…”

Yoksul bir mahalle trafosunun, emektar kedisi Tekir Amca, işlerinin kolay olmadığını ve her seçim görevinde ölümle burun buruna geldiklerini anlatarak şunları söyledi: “Neticede ekmeğimizin peşindeyiz… Evet, çok arkadaşımızı trafolarda kaybettik ama bu da bizim işimizin fıtratında var”. Yaktıkları trafolar karşılığında aldıkları ise sadece bir ay yetecek kadar balık…

Kadrolu Karınca İle Outsource Böceği

kadrolu karınca ile out source böceği

Çalışma hayatına ilişkin çocuklara bir davranış dersi vermek üzere kurgulanmış “Karınca ile Ağustos Böceği” masalı vardır. Bu masalda karınca çalışkanlık timsali olarak “yazın başı, kışın aşı pişen” bir bireyi temsil etmektedir, ağustos böceği ise yazı aylaklık yaparak geçirmekte ve çalışıp yiyecek biriktirmediği için kışın aç kalmaktadır, günlük hayatta tembel ve tutumsuz insanı simgelemektedir. Çocuklara çalışmanın ve tutumlu davranmanın önemini anlatmak için iyi bir masaldır, çocuklar büyüyüp iş hayatını yakından tanıdıkça, gerçeklerin masaldakinden farklı olduğunu görmeye başlarlar.

İş dünyasında da başka her yerde olduğu gibi belli kavramlar veya yöntemler bir dönem moda olur, bilir bilmez herkes bu yöntemleri kendi anladığı şekilde kullanmaya çalışır. Bunlardan biri de ingilizcesi “outsource” olan ve Türkçe tam karşılığı “dış kaynak kullanımı” olarak çevrilebilen yöntemdir. Bu yöntem kısaca bazı işleri başka bir kurum veya kişilere devredip parası, masrafı neyse ona katlanmak suretiyle iş yapmaktır.

Daha anlaşılır bir ifadeyle bazı işleri taşerona yaptırmak da diyebiliriz. Temizlik, güvenlik,  yemek hizmetleri gibi özel bir yetkinlik isteyen işler genelde bu yöntemle halledilir.  “Sahip olma ve onu sürdürme maliyetine katlanmaktansa kirala, kullan, istemezsen atarsın” diye fısıldarlar patronun kulağına, İyi bir şey olduğuna karar verdikten sonra bir bakmışsın ki patron aklına gelen her işi “outsource” etmeye başlamış! Outsource sadece hizmetlerle sınırlı kalmaz, ekipman ve personel de pekala outsource edilebilir. Fiziksel olarak çalıştığı işyeri, odası, masası ve iş tanımı hiç değişmediği halde bir anda kendini “outsource” edilmiş bulabilir çalışanımız.

Çok buruk bir histir, bir anda kümes dışına atılmış bir tavuk gibi hisseder kendini. Hemen avutmaya çalışır, insani kaynaklar üretmeye çalışan departmanın elemanı:“büyütme be oğlum, bütün hakların baki kalacak, aslında senin açından hiçbir şey değişmeyecek!”. En kötüsü de bunların tamamen doğru olmadığını bilmektir. Çalışanımızın bordrosunda işveren olarak artık muhtemelen bir insan kaynakları firmasının ismi geçecektir. Beyaz yakaya sahip olan bu outsource’un yemek kartı değişebilir, değişmese bile kartına yüklenen kredi azalabilir, yol yardımı, özel sağlık sigortası gibi yan haklarda kısıtlamalar gelebili ve artık “outsource” böceği olduğunu hisseder. İlk anda hiçbir kısıtlama olmasa bile ilk zam döneminde karşılaşacaktır kısıtlamalarla. Karınca ile ağustos böceği masalının ikinci evresindedir artık ve kadrolu karıncalar keyif sürmektedir. Outsource böceğimiz kadrolu karıncalara bakıp bakıp iç geçirecektir.

Peki her şey outsource edilebilir mi, veya outsource edilmesi faydalı olur mu? Bence olmaz. Misal, Diyanet İşleri Başkanlığı tutup “artık kadrolu imam istihdam etmeyeceğiz, taşeron firmalardan imam tedarik edeceğiz” dese hiç olur mu? Düşünsenize, imam outsource’sa cemaat ne yapmaz? Ordunun taşeron sistemi ile asker istihdam etmesi durumunda “ucuz asker” bahanesiyle Çin’den adam getirecek “dayıbaşlar” çıkar emin olun. Eee, insan “made in...” dememeli...

Taşeron sisteminin uygulayıcısı ister özel sektör olsun ister kamu kurumu olsun, aracı insanların emeksiz para kazanmasına, çalışan insanların sosyal haklarının kaybına, adam kayırmacılığa, sömürüye neden oluyorsa kötüdür. Maalesef ülkemizde taşeron sistemi ile ilgili ciddi rahatsızlıklar mevcuttur. Devletin outsource ettiği bir maden ocağında yaşanan  ve yüzlerce işçinin ölümüne neden olan facia buna en somut örnektir. Yine aynı firmanın çıkarıp devlete sattığı kömürün yarısının taş çıktığı sayıştay raporlarında işlenmiş ve haberlere konu olmuştu. Sonuçta ranta gebe bir sistem taşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir!

Drone, Orda Durun!


Drone orda durun

İngilizce adı “drone” olan ve dilimize “insansız hava aracı” şeklinde çevrilmiş fakat “dron” şeklinde kullanımı daha yaygın olan araçlar, giderek günlük hayatımızın bir parçası oluyor. Drone’ları kabaca tarif edecek olursak; uzaktan kumanda aracılığıyla, radyo frekanslarını kullanarak insansız bir şekilde havada uçurulabilen nesnelerdir. Çok gelişmiş olanları otonom hareket edebilme kabiliyetine bile sahiptir. Yani otonom hareket edebilen bir aadrona gitmesi gereken koordinatları tarif ediyorsunuz, herhangi bir operatör kontrolü olmadan kendisi kalkıp oraya gidebiliyor.

Drone’lara kamera veya başka aparatlar takıp pek çok alanda faydalanma imkânı bulunması insanları heyecanlandırıyor. Mimariden, sinemaya, tarımdan, arama kurtarma faaliyetlerine, güvenlikten lojistiğe pek çok alanda drone kullanarak yeni ve hızlı hizmetler tasarlanabiliyor. Tabii bu arada insana ve çevreye verebileceği zararlar, uçuş izinleri, özel hayatın gizliliği gibi pek çok sorun da beraberinde akla geliyor. Kız öğrencilerin kalmakta olduğu yurt binalarının pencerelerine drone yaklaştırıp içeriden görüntü almaya çalışmak, hastalıklı bünyelerin eline drone geçince yapabilecekleri çirkin fiillerden sadece biridir.

Hayatımıza giren her yeni kavram, nesne veya teknoloji, belirli bir kabullenme seviyesine ulaşıncaya kadar travmatik bir süreçten geçer. Bu süreç Kübler-Ross modeli olarak bilinen üzüntünün kabullenme aşamaları ile benzerlik gösterir. Kübler-Ross modeli ölümcül bir hastalık haberi alındığında bu gerçekle nasıl yüzleşildiğini anlatır, aşamaları şunlardır:
  1. İnkâr
  2. Öfke
  3. Pazarlık
  4. Depresyon
  5. Kabullenme
Drone’ların hayatımıza dâhil olması sürecini Kübler-Ross modeli ile açıklarsak:

İlk Aşama: İnkâr (küçümseme ve alay ile birlikte)

İnsanımız görmediği şeyi inkâr etmeye meyillidir. Örnek tepkiler:
-Olmaz abi, havada insansız uçacak… yok artık!
**
-Drone’lar mı? Nedir onlar?
**
-Ne dron’lar gördüm, içinde insan yok… şarkısını da yapayım mı Duran abi?
“Ne dronlar sevdim, zaten yoktular..
Böyle bir uçmak görülmemiştir…”


İkinci Aşama: Öfke

Bu aşamada drone’ların sebep olabileceği zararlar vurgulanarak şiddetle karşı çıkılır. Örnek tepkiler:
-Sadece insansız değil, insafsız hava aracı bunlar!
-Katil dronlar! Canidir onlar…
**
-Dronaaa direneee, kazanacağız! (dron karşıtı eylemler sırasında atılacak “sologanlardan”)
-Dıııron uçurmaaaa, sabrımızı taşırmaaaaa!

Üçüncü Aşama: Pazarlık

Kısmi olarak bir kabullenme olsa da, bu aşamada bir uzak durma söz konusudur:
-Benden uzak, Allah’a yakın olsun…
+Uçsun diyorsun yani drone?
-Ne yaparsa yapsın…


Dördüncü Aşama: Depresyon

Bu aşamada gerekli olursa amaca uygun olarak kullanılmak üzere:
Gerektiğinde ambulans drone’lar…
Gerektiğinde itfaiye drone’lar…

Beşinci Aşama: Kabullenme

Drone’lar günlük hayatın bir parçası olarak yerleşmiş ve iyice ayağa düşmüştür… Merdiven altı üretim olmasa bile neredeyse seyyar satıcılarda satılmaya başlanmıştır:
-Drone lazım mı, drone? Nasıl bir şey baktın sayın abim?
+ Sağlam bir cihaz bakıyordum ben…
-Şimdi hemen arkadaşlar sana ayakları yere sağlam basan, güzel bir dron paketlesinler…
+Abi iyi bir drone’un ayakları yere değmemeli, uçuracağız biz… Neyse, bırak, iyice ayağa düştü bu drone işi…
-Bizde drone ayağa düşmez evelallah… “dronunu düşüren kahraman olamaz…”
**
Atasözleri, bilmeceler içerisinde kendisine yer bulmaya başlar:
**
-Çok gürültülü çalışan drona ne denir?
+Senin de dırdıron hiç çekilmiyor!
-Haksızlığa uğrayan drona ne denir?
+”Mağdrone”
-Bilmece bildirmece, dam üstünde uçurmaca?
+Cevabı belli değil mi? Drone işte...
**
“Drone bir saat bile… havada durur, yeter ki şarjı olsun.”
**
"Seyyar satıcı ve drone’cilerin girmesi yasaktır!" (Site giriş yazısı)
**
Şarkılar türküler yazılır:
**
“Kara drone gecikir, belki hiç gelmez…”
“Drone’a, ay drone’a,
Dron’a yar dron’a,
Drone sana gelmiyorsa
Durma sen, yardır ona!”
**
“Rüya gibi uçan yıllar…drone biraz! (Bülent Ersoy ile drone’un imtihanı…)
**
“Dronumu kaçırdılar, damdan dama uçurdular…”
**
“Drone’umun gelir kendi, ne ağa der ne efendi
Bak yine şarjım tükendi, yolun sonu görünüyor…
**
“Drone gelir hoş gelir, ley ley lümü ley…”

Köylü Köylü, Hu Hu!

köylü köylü hu hu

Bingöl’ün Sarıçiçek köyüne düşen göktaşları, köylüleri ihya etti diyor ajanslar. “Nasıl olmuş? Bize de var mı ki?” düşünceleri içerisinde haberleri okudum: göktaşları, bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere Amerikan ve Rus bilim adamları (bilim adamı demeye devam edeni dövüyorlarmış diye duydum, artık “bilim insanları” dememiz gerekiyormuş ama ben alışamadım. Bilim dediğin şey seni “adam” yapmazsa, kim veya ne yapacak? “Oku, adam ol baban gibi, eşşek olma!” sözü atalarımızdan kalma değil midir? Her neyse çok okumuş ve okuduğu bilgiler ışığında adam olmuş bilimcileri kastederek “bilim adamı” diyorum) tarafından köylülerden satın alınıyormuş. Günahı gazetelerin boynuna, gramı 60 dolardan gidiyormuş. Milyonlarca dolar tutarında para harcayarak gökte aradıkları taşlar, yerde bulunmaya başlayınca ecnebiler de üzerine düşeni yapıp köyün üzerine düşen taşları toplamak için, adeta bir overlokçu titizliğiyle köylülerin ayağına gitmiş, beş dakikada taşları almış ve parayı hemen teslim etmiş.  Mevzu emeksiz ve sermayesiz para kazanmak olunca duymayan kalmamıştır herhalde ama internetlerini sonradan açmış olan okuyucular için bir özet geçmiş olayım dedim.

Herkes konuyu kendi meşrebince değerlendirmeye başladı tabii.  “Ne güzel olmuş, keşke bize de düşse” diyenler olduğu gibi, çekemeyenler de,  gariban köylülerin “Allah vergisi” yöntemiyle elde ettiği gelirin vergisini tartışmaya başladı. Neymiş efendim; “bu adamlar havadan gelen taşları sattılar, acaba vergisini ödediler mi?” Tabi bu düşünceler maliyecileri de iştahlandırmış durumda. Neticede bu, “yerli” değil semavi de olsa, bir “milli gelir” olmalıdır, maliyeci kafası ile düşününce. Çünkü milli gelirin en önemli özelliği “kişi başına düşmesi”dir ki, bu taşlar başa düşmek için ellerinden geleni yapmış görünüyor! Köylüler “gayr-i safi” olduklarından büyük bir ihtimalle sattıkları taş için fatura veya herhangi bir başka resmi belge düzenlememişlerdir.  Bu durumda yapılacak en iyi şey, olayın geçtiği yere bir maliye müfettişi yollayıp tahkikat yaptırmak olacaktır.
Vergi tahkikatı yapmak üzere köye giden maliye müfettişi ile köylü arasında geçmesi muhtemel sonsuz diyalog ihtimallerinden birini ben şöyle düşünüyorum:

(-:Maliye Müfettişi , +: Topladığı göktaşını satan masum köylü)

-Köylü köylü!
+Hu hu…
-Meteorun geldi mi?
+Geldi geldi
-Ne getirdi?
+Göktaşı, çakıl
– Kime kime?
+Bana sana… ama biz hepsini sattık: RSA, NASA
-Başka kime?
+Valla başka kimse de ilgilenmedi yani… Zaten meteorun atmosfer dışındaki parçaları şeye doğru gidiyordu… sen söyle…  hah, kara deliğe!
-Kara delik nerede?
+Solucan deliğini bildin mi? Onun diğer ucunda.  Bu sene de ilaçlayamadık tarlaları, hep solucan bastı.
-Solucan nerde?
+Gücün karanlık tarafına geçti
-Karanlık taraf nerde?
+Paralel evrenlerde!
-İşte aradığım cevap!

Maliyeci raporuna şöyle başlar: “Göktaşının kaynağı araştırıldığında paralel yapı ile ilişkisi tespit edilmiş olup… ”

Öne Çıkan Yayın

Vaka-yı AKiye

Sefer Selvi Karikatürü   Maldivler’e tatile gidenler, Monaco’da yediği ıstakozla fotoğraf çektirip verdiği “ıstAKPoz”u sosyal medya plat...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: