Bu Blogda Ara

Arşiv

Aman Be Troll!


Bir tartışmada kimin sesi daha çok çıkıyor ve diğerlerini bastırıyorsa, kendini daha haklı zannediyor.
İşin kötüsü, dışarıdan bakanlar da ona hak veriyor. Mağduru seven bir milletiz ya, “yazık, adama çok haksızlık yapılmasa bu kadar bağırmaz” diye düşünüyoruz her halde. Yabancı turistlere kendi dilimizde adres tarif ederken bile, yüksek sesle bu işi yapıyor olmanın anlatımımıza kattığı retoriği düşünüp rahatlıyoruz ve daha bir özgüvenle konuşuyoruz.

Sosyal medyada da yüksek ses prim yapıyor. 5000 kişinin organize olduğunu ve belirlenen bir konu ile ilgili paylaşımları eş zamanlı olarak yayınladıklarını düşünün. 30.000 civarında robotik hesapla bu paylaşımlar desteklenirse, konu bir anda ülke gündemi haline gelebilir. İşte bu “trol” denilen kişilerin çalışma yöntemlerinden biridir.

Trol kelimesi ile ilgili wikipedia.org’ta geçen tarif: “İnternette insanların keyfini kaçırmak ya da münakaşa başlatmak için tohum ekmeye çalışan kişi. Forumlar, bloglar, sohbet odaları gibi çevrimiçi topluluklarda kasten alevlendirici, konu ile ilgisi olmayan mesajlar göndererek okuyucuları provoke edip duygusal cevaplar verdirtme ya da bir başlığın konusunu dağıtma niyetindedirler” şeklindedir.

En meşhur trol grubu “aktroller” olarak bilinen gruptur. 2013 yılında gezi olayları sonrası örgütlendikleri tahmin edilmektedir. Taraf gazetesinin 25 Eylül 2015 tarihli haberine göre; 30 kişilik bir çekirdek kadrosu, 250 kişiden oluşan bir kanaat önderleri grubu (AKP gençlik kolları yöneticileri ve iletişim görevlileri oldukları iddia ediliyor) ve 6000 civarında da “yıkım ekibi” bulunuyor.

Çoğu hesap sahte bilgilerle açılmış, “fake hesap” olarak bilinen robotik hesap sayısı da 30.000 civarında tahmin ediliyor. En düşük kademelerde yer alanların 1000 TL tutarında ücret aldıkları, ücretlerinin kayıtdışı olarak AKP’li belediyelerle iş yapan firmalar üzerinden ödendiği haberde geçiyor.


Temel görevleri; AKP muhalifliği yapan kişileri hakaret, küfür ve tehditlerle sindirmek, beyin takımının yönlendirmeleriyle topluma verilmek istenen mesajları yaymak ve AKP propagandası yapmak. Adlî makamlara şikâyet edilseler bile haklarında herhangi bir işlem yapılmayacağının güveni ile hareket ediyorlar.
Buraya kadar okuduklarınız interneti tarayarak bulabileceğiniz bilgilerin özetiydi. Aşağıdakileri ise ilk kez okuyacaksınız:

Metrolbüs: En çok kullandıkları ulaşım aracıdır. Bir metrobüste sesli bir şekilde belediye, metrobüs veya taşıma sisteminden şikâyet eden kişiyi hemen ablukaya alırlar ve sustururlar: “Şikâyet ediyorsan git taksi tut!”, “Şu trafiğe bakıp şükredeceğine söyleniyorsun!”.

MİTrolyöz: “Bordro” berelerini kuşanıp klavye başında yaptıkları operasyonlarda kullandıkları favori silâhlarıdır.

Petrol ye$ili: En sevdikleri renktir. O kadar severler ki, yeşili gördükleri yerde mutluluktan gözleri “dolar”.

Troleçe: Favori tatlılarıdır, hamuru “beyaz” olanı daha makbuldur.

“Aman petrol, canım petrol”: Favori şarkılarıdır, “hacda” veya “umre”de bulunmuş olan san’atçılardan dinlerler.

90’lı yıllarda trollük yapanlar, bugünkü teknik imkânları bulamadıkları için trollük işlerini “3D” yapıyor, korku ve dehşet saçmak için bol bol “satır” kullanıyorlardı. Satırı gördün mü korkuyordun, trolü de tanıyordun.
Günümüz trollerini tanımak da çok kolay değil. Trol ayıracı olarak kullanılabilecek bir uygulama veya araç şimdilik yok. Sosyal medya mecralarında, her kimde sadırdan herhangi bir kemalat sâdır olmayıp “satır”larından kan, küfür ve hakaret damlıyorsa, o kişinin trol olma ihtimali vardır.

Son olarak, Twitter Azamî Karakter Tespit Komisyonu, daha önce 140 olan üst sınırı 10.000 olarak güncelleyeceklerini duyurdu. Benim de aklıma takıldı, aktrollerin karakter farkını işveren olarak hükümet mi karşılayacak, yoksa platform sahibi olan twitter mi?

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/aman-be-trol_378992
Tarih: 11 Ocak 2016

ODTÜ Mescid Tartışması

ODTÜ Mescit Tartışması

Her üniversitenin kendine has bir kültürü vardır. Kampüse girdiğiniz anda havası burnunuza çarpar.
ÖSYM tam olarak nasıl ayarlıyor bilmiyorum, ama sanki her bir üniversitenin iklimine uygun öğrencileri seçip oralara yerleştiriyor gibi. Kampüsten içeriye adımını atar atmaz, bakıyorsun ki saç boyu hemen ortama uyum sağlayıp uzuyor, kulakta küpe peyda oluyor, giyim-kuşam hakeza… Hele yabancı dilde eğitim yapılıyorsa, kampüs içerisinde sadece oradakilerin anlayacağı bir dil oluşmuştur. Eğitim alınan dilden öğrenilen bazı kelimelerin, Türkçe cümleler içerisinde kendine yer bulmaya çalışırken diğer ögelerle ağız dalaşına girdikleri görülürken, bazıları da kırk yıllık ahbap gibi davranır.

ODTÜ’de eğitim dili İngilizce olunca, öğrencilerin kendi aralarında konuştuğu dil de İngilizce’den nasipleniyor haliyle. Meselâ ders ekleme-silme haftasında danışman hocası ile görüşmesi gerektiğini ifade etmek isteyen bir ODTÜ’lüyü “add drop haftasında advisor’ımla bir meeting set etmeliyim” derken duyabilirsiniz.
Ya da sınav sırasında formül çizelgesi kullanılıp kullanılamayacağını şu şekilde sorar: “formula sheet kullanmak serbest mi?”
“Fluid Dynamics dersinde curve var mı?” (Akışkanlar Dinamiği dersinde çan eğrisi metodunun uygulanıp uygulanmadığını soruyor.)
“Strict catalog abi…” (‘bellli ve sabit bir geçme notu var’ diyor)

ODTÜ’de okuyanlara yukarıdaki diyalog çok tanıdık gelmiştir. Orada okuyan ya da oradan mezun bir tanıdığı olanlar da sorup teyit edebilir. ODTÜ’de okuyan yakın arkadaşlarım oldu. Yanlış anlaşılmasın, bahsedilen durum ODTÜ’ye özel değil, hatta nerdeyse Türkçe eğitim verilen okullarda da aynı şekilde. ODTÜ örneğini vermemin sebebi, geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de malûm mescid tartışması yaşanması.
Mescid sayısı yeterli mi yetersiz mi, mescit isteği siyasî mi değil mi tartışmalarına girmeksizin, öncelikle şunları söylemek isterim: 
  • Ülkemizde din ve vicdan hürriyeti vardır ve anayasal haklarla teminat altına alınmıştır.
  • Peşin yargılara dayalı niyet okumaları yapmak yanlıştır.
  • Mescitlerin yeterli olup olmadığının tesbiti için, kavga etmek haricinde uygulanabilecek farklı bilimsel yöntemler vardır.
Bırakın ODTÜ’yü veya başka bir üniversiteyi, yurdumuzun herhangi bir camisinde bile teravih, Cuma veya Bayram namazı gibi cemaatle kılınan namazlarda yaşanabilecek muhtemel sorunlara, ODTÜ’lü kardeşlerimizin nasıl yaklaşabileceğini hayal etmeye çalıştım. Tabiî ki hayalimdeki kişiler kendi dilleri ile sorunları tanımlayıp, analitik ve pratik zekâları ile onlara bilimsel çözümler ve alternatifler üretmeye çalışacaktır.

Yer: ODTÜ’de bir cami (herhangi dememe gerek yok, zaten bir cami var)
Zaman: Cuma günüdür, ezan okunmuştur, ilk sünnetler kılınmaktadır, yer yer ilk sünneti bitirenler olmuştur. İç ezan okundu okunacaktır.
Durum: Dışarıda yağmur yağmaktadır. İçerideki kişilerin yerleşimi “optimize” edilmemiş olmakla birlikte içerisi dolu görünmektedir. İçeri girmeyi bekleyen çok sayıda kişi dışarıda homurdanmaya başlamıştır.

Dersi Bitmediği İçin Çıkamayan ODTÜ’lü1, camide olduğunu bildiği ODTÜ’lü2’yi cepten arayıp ezanın okunup okunmadığını sorar, camide olduğu için kısık sesle cevap veren ODTÜ’lü2: “İnternal ezan okunuyor şimdi…”

Organizatör Tarafı Gelişkin Bir Kişi: “Arkadaşlar, dışarda kalan arkadaşlarımız var, lütfen herkes bir adım ilerlese de onlar da içeriye girebilse…”
İçerideki Biri: “Hocam herkes bir adım ilerlediğinde totalde bir adımlık yer açılmış olur. Bir adımlık boşluk da dışardakileri içeri almak için yeterli olmaz.”
İçerideki Başka Biri: “Şöyle yapalım, n bir tamsayı olmak ve değeri 1’den başlamak üzere, her bir saffın sıra numarasını belirtsin. Herkes ‘n’ adet adım atıp ilerlesin.”
Kapıda Bekleyen Organizatör Tarafı Gelişkin Kişi: “Hocam algoritman çok recursive oldu. Biraz daha iteratif anlatsak… Arkadaşlar itmeyelim lütfen, sizin için yer açmaya çalışıyoruz burada!”
İçeride Adım Atma Formülasyonunu Yapan İlk Kişi: “Herkes dahil olduğu saffın sıra numarasının skaler büyüklüğü kadar adım atsın diyorum, oldu mu hocam?”
Kapıdaki: “Uygundur. Ancak safların sıra numaralarının önceden belirlenip duvarlara yazılmış olması gerekiyordu bunun için… Şu an geç”
Başka Biri: “Hocam aslında lazer pointerler ile saf çizgilerinin projeksiyonunu yapsak halıya… Herkes çizgi üzerinde durur, kimse bir şey hesaplamak zorunda kalmaz.”
Daha Başka Biri: “Lazer çizgi aralıkları dinamik olmalı. Cami içine sığması gereken adam sayısına göre aralıkları daraltabilmeli sistem…”
3.Dereceden Başka Biri: “Kaç kişilik yer açılması gerektiğini nasıl bilecek peki?”
Başka Biri: “Baz istasyonları koyalım camiye, baz istasyonlarından sinyal alan telefon sayısı kadar kişi için yer ayarı yapılabilir.”
3. Dereceden Başka Biri: “Efektif değil, namaz kılmayacakların telefonlarının sinyal almasını engellememiz lâzım bu durumda. Bence bir mobil app yapalım, namaz kılacaklar check-in yapsın, sayıyı öyle bulalım.”
4. Dereceden Başka Biri: “Mobil app’e gerek yok, web sitesi yapalım her platformdan girilir.”
5. Dereceden Başka Biri: “Hocam best case ile worst case için iki durumlu bir sistem girsek yeter, ara değerlere gerek yok.”

Artık kamet getirilmiştir ve namaza durulmak üzeredir.
İmam son advise’ını yapar: “Safları sık ve düzgün tutalım, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.”
Hazırlıkta Okuyan Muzip ODTÜ’lü yanındaki Hazırlıkta Okuyan ve Hiç de Saf Olmayan ODTÜ’lüyü düzgün tutmaya çalışır ve sıkar: “Niçin tuttuğumu anladın mı?”
Hazırlıkta Okuyan ve Hiç de Saf Olmayan ODTÜ’lü: “Evet abi, yanlış adamı tuttun”
ODTÜ Camii İmamı: “Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için sizin anlayacağınız şekilde söylüyorum: line’ları lineer ve sık tutalım”
Arka Safların Birindeki Bir ODTÜ’lü: “Hocam line eliptik oldu, biraz yanaşırsak, hah şimdi daha lineer…”
Allahuekber!

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/odtu-mescid-tartismasi_378441

Tarih: 8 Ocak 2016

Bordro Klavyeliler

Bordro Klavyeliler

Eyalet sistemi ile ilgili 2013 yılında Türkiye’de dönemin başbakanı tarafından dile getirilmiş sözleri isim vermeden Meclis’te okuyan HDP’li milletvekili Garo Paylan, muhtemelen beklediğinden fazla bir tepki ile karşılaştı.

AKP’li milletvekilleri “Kâğıdı eline Kandil mi verdi!” sözleri ile susturmaya çalıştı.
Halı saha maçı tartışmalarındaki “adamın gol diyor” sözüyle elde edilen haklılık düzeyini Garo Paylan, AKP milletvekillerine karşı kullanıp golünü saydırmak konusunda başarılı oldu bence. Meclis tutanaklarına yansıyan ifadeler artık arşivlerden de ulaşılabilir olmayı garantiledi. En azından şimdilik böyle düşünüp rahatlayabiliyoruz. Allah’a şükürler olsun ki, henüz Doğruluk Bakanlığı diye bir bakanlığımız yok.
George Orwell tarafından 1949 yılında yazılmış olan “1984” isimli distopik romanla birlikte düşünce dünyamıza giren “Doğruluk Bakanlığı”, romandaki hükümetin günlük olarak değişebilen doğruluk verilerine göre tarihi neredeyse her gün yeniden yazma işini üstlenmiştir. Dost, düşman, iyi, kötü, hain ve kahraman gibi sıfatların tanımları ile bu sıfatları taşıyanlar günübirlik değişebilmekte ve bu değişimin arşivlere yansıtılması Doğruluk Bakanlığı çalışanlarına epeyce iş çıkarmaktadır. Örnek olarak yıllarca savaş halinde oldukları bir ülke olan Okyanusya, bir anda dost ve müttefik ülke olarak ilân edilebilmektedir.

Ülkemizde bir Doğruluk Bakanlığı bulunsaydı, memurları fazla mesai yapmak durumunda kalabilirdi. Kolay değil, yıllarca beraber çalıştıkları, üst düzeyde yetkiler ve görev verdikleri insanları bir anda terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçladılar. “Bebek katili” olarak anılan İmralı sakini, bir anda Türkiye ve Ortadoğu gerçeklerini en iyi okuyup yorumlayabilen bir insana dönüşüverdi. Doğruluk Bakanlığı’mız henüz yoktu, ama toplumda “aktroll” olarak bilinen “Bordro klavyeli” bir sanal ordu vardı ve bu ordunun öncelikli işi, dinamik olarak değişebilen “gerçekler”in halk nezdinde sindirilerek kabul görmesi için tahşidat yapmaktı. Meselâ bir terör saldırısı sonucunda 30 veya daha fazla sayıda güvenlik görevlimizin şehit olması, toplumda infial oluşturacak bir olaydır. Tam da bu noktada aktroller, 15 kişilik bir özel harekât biriminin telsizlerini kapatıp operasyona çıktıklarına ve 80 teröristi öldürdüklerine dair mitler ve efsaneler yayarak bir nebze ortamı yumuşatabilmektedir. Aldıkları bir işaretle, Çin Halk Cumhuriyeti’nin tarihte eşi görülmemiş zulümleri, dindaş ve soydaşlarımıza, hem de mübarek Ramazan ayında yaptığına dair haberler yaydılar. Sonra bir anda, Çin ziyareti yapan Reis, zulme uğradığı iddia edilen insanların terörist olduğunu söyledi, iyi mi? Uygur Türkleri zulmü bıçak gibi kesildi ve zulüm iddialarını ortaya atanların “paralel” bağlantıları sorgulanır oldu. Kimse Reis’in söylem değişikliğini sorgulayamadı.

İsrail ile ilişkiler konusunda da benzer bir durum yaşandı. Bütün Müslüman coğrafyasında işe yaradığı bilinen en etkili yükselme metodu İsrail’e “atar”lanmaktır. En yüksek ses tonuyla “atar”lanan, en yüksek oyları alır ve iktidara gelir. Fakat iktidara gelince de ilk işi de İsrail ile anlaşmalar imzalamak olur. Bu anlaşma doğrudan ilân edilmeyebilir, bir ülkeye “siz adam öldürmeyi daha iyi bilirsiniz” deyip terörist ülke olarak ilân etmek ve ardından ticaret hacmini 5 katına kadar arttırmak, savaş uçaklarının yakıtlarının temin edilmesine aracılık etmek de anlaşma olduğunu ispatlayan somut delillerdir. İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi gerektiği ve ülkelerin halklarının dost olduğu söylendiğinde bordro berelilerimiz feci şekilde bocaladılar. “O söylüyorsa bir bildiği vardır” sözleri ile tevil etmeye çalılştılar.

Velhasıl, dalgalı gerçeklik kurunun bugünkü değerleri itibarıyla “tu kaka” olan Kandil ve eyalet sistemi, çok değil, iki sene önce farklı bir değerdeydi ve devletin zirvesi bu yönde açıklamalar yapmıştı. Şimdi bordro berelilere düşen bu durumu kurtarmak için bir kandil icat etmeleridir. Benim kendilerine isim önerim Recaib Kandili’dir. Bütün İslâm âleminin Recaib Kandili mübarek olsun!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/bordro-klavyeliler_377659

Miyavgate


2014 yılı 30 Mart tarihinde yapılan yerel seçimler sırasında, bakan düzeyinde bir itiraf ile gündeme bomba gibi düşen ve halk arasında “MiyavGate” olarak bilinen skandal (açıkçası benden başka kimse bu tabiri kullandı mı bilmiyorum, “halk arasında” kalıbıyla kullanınca havalı duruyor) ile ilgili bomba haberlere ulaştım. Hatırlanacağı gibi seçim gecesi, oyların sayım işlemleri devam ederken yurdun çeşitli yerlerinde eş zamanlı elektrik kesintileri olmuş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, kesintilerin nedenini açıklarken, kedilerin trafolara girdiğini ve trafolarda arızalar meydana getirdiğini itiraf etmişti.

Neden trafolara giriyorlar?

Tam olarak nerede olduğunu şimdi size söylememin çok uygun olmadığı, kedilerin kendi aralarında “Old Trafford” dedikleri trafoya sizin için girdim. Aklımda deli bir soru vardı: “neden trafo?”
Kediler aslında ilk zamanlarda kendilerini tehdit eden düşmanlardan ve soğuktan korunmak için trafolara girmeye başlamış. Mart aylarında, vücutlarında birikmiş olan elektrik yükünü trafolara aktarmak için giren kediler bile olmuş, ülke ekonomisine katkıda bulunup cari açığı düşürmeye çalışmışlar, sağ olsunlar. Ancak zamanla trafoların paylaşımı kediler arasında bir problem haline gelmiş.

KPSS İle girilen trafolar

Trafolar A grubu (elit yerleşim birimlerinin trafoları) ve B grubu (kırsal kesim trafoları) olarak iki kategoriye ayrılmış durumda. A grubu trafolara girebilmek için KPSS şartı aranıyor. (Tabi her yerde olduğu gibi burada da KPSS’ye hiç girmemiş olduğu halde istediği trafoya yerleşen kediler de yok değil!) Tahsil ve kültür seviyesi yüksek kedilerin yerleştiği bu trafolarda, üretime dayalı projeler gerçekleştiriliyor. Mesela, Japon bir kedi firmasının yapımını üstlendiği, İstanbul Boğazı’ının iki yakasındaki ana trafo merkezlerinin bağlantılarını yenileme projesinde sona yaklaşılmış durumda. Geçtiğimiz sene, enerji ana nakil halatlarından biri kopunca, Karate Cat filminden de tanıdığımız sempatik kedi Bay Miyavgi, halat kopması olayındaki bütün sorumluluğu üstlenerek intihar etmiş ve millet olarak bizi derinden üzmüştü. (İçimizdeki İrlandalı sokak kedileri de “değer mi yav?, hahah miyav!” diyerek kafa bulmuşlardı garibim Bay Miyavgi ile)
B grubu trafolara giriş sınavsız, ancak buralar tam olarak kurtlar sofrasına dönüşmüş durumda. Bazı bölgeler tamamen mafya denetiminde bulunuyor. Liderleri Ak Sarman olarak bilinen bir Ankara kedisi. Gençlik yıllarında bir jedi olduğu bilinen Sarman (bazı kaynaklarda Saruman diye de geçiyor) gücün karanlık trafosuna girdikten sonra yedi jeddine ihanet etmiş ve jedilikten atılmıştır. Özellikle seçim zamanlarında trafolara daha çok girdikleri biliniyor.

Listeler trafolara asılıyor

B grubu trafolara girmek isteyen kediler, ikamet ettikleri bölgeye en yakın trafolara yerleştiriliyor. Seçimlerden önce aday kedi isimleri trafolara asılıyor. İtirazlar ve nakiller için bir aylık süre bekleniyor ve kesinleşmiş listeler oluşuyor. Listelere girmek her babayiğidin harcı değil, Ak Sarman’a biat etmeyenlerin işi oldukça zor…

“Ekmeğimizin Peşindeyiz…”

Yoksul bir mahalle trafosunun, emektar kedisi Tekir Amca, işlerinin kolay olmadığını ve her seçim görevinde ölümle burun buruna geldiklerini anlatarak şunları söyledi: “Neticede ekmeğimizin peşindeyiz… Evet, çok arkadaşımızı trafolarda kaybettik ama bu da bizim işimizin fıtratında var”. Yaktıkları trafolar karşılığında aldıkları ise sadece bir ay yetecek kadar balık…

Kadrolu Karınca İle Outsource Böceği

kadrolu karınca ile out source böceği

Çalışma hayatına ilişkin çocuklara bir davranış dersi vermek üzere kurgulanmış “Karınca ile Ağustos Böceği” masalı vardır. Bu masalda karınca çalışkanlık timsali olarak “yazın başı, kışın aşı pişen” bir bireyi temsil etmektedir, ağustos böceği ise yazı aylaklık yaparak geçirmekte ve çalışıp yiyecek biriktirmediği için kışın aç kalmaktadır, günlük hayatta tembel ve tutumsuz insanı simgelemektedir. Çocuklara çalışmanın ve tutumlu davranmanın önemini anlatmak için iyi bir masaldır, çocuklar büyüyüp iş hayatını yakından tanıdıkça, gerçeklerin masaldakinden farklı olduğunu görmeye başlarlar.

İş dünyasında da başka her yerde olduğu gibi belli kavramlar veya yöntemler bir dönem moda olur, bilir bilmez herkes bu yöntemleri kendi anladığı şekilde kullanmaya çalışır. Bunlardan biri de ingilizcesi “outsource” olan ve Türkçe tam karşılığı “dış kaynak kullanımı” olarak çevrilebilen yöntemdir. Bu yöntem kısaca bazı işleri başka bir kurum veya kişilere devredip parası, masrafı neyse ona katlanmak suretiyle iş yapmaktır.

Daha anlaşılır bir ifadeyle bazı işleri taşerona yaptırmak da diyebiliriz. Temizlik, güvenlik,  yemek hizmetleri gibi özel bir yetkinlik isteyen işler genelde bu yöntemle halledilir.  “Sahip olma ve onu sürdürme maliyetine katlanmaktansa kirala, kullan, istemezsen atarsın” diye fısıldarlar patronun kulağına, İyi bir şey olduğuna karar verdikten sonra bir bakmışsın ki patron aklına gelen her işi “outsource” etmeye başlamış! Outsource sadece hizmetlerle sınırlı kalmaz, ekipman ve personel de pekala outsource edilebilir. Fiziksel olarak çalıştığı işyeri, odası, masası ve iş tanımı hiç değişmediği halde bir anda kendini “outsource” edilmiş bulabilir çalışanımız.

Çok buruk bir histir, bir anda kümes dışına atılmış bir tavuk gibi hisseder kendini. Hemen avutmaya çalışır, insani kaynaklar üretmeye çalışan departmanın elemanı:“büyütme be oğlum, bütün hakların baki kalacak, aslında senin açından hiçbir şey değişmeyecek!”. En kötüsü de bunların tamamen doğru olmadığını bilmektir. Çalışanımızın bordrosunda işveren olarak artık muhtemelen bir insan kaynakları firmasının ismi geçecektir. Beyaz yakaya sahip olan bu outsource’un yemek kartı değişebilir, değişmese bile kartına yüklenen kredi azalabilir, yol yardımı, özel sağlık sigortası gibi yan haklarda kısıtlamalar gelebili ve artık “outsource” böceği olduğunu hisseder. İlk anda hiçbir kısıtlama olmasa bile ilk zam döneminde karşılaşacaktır kısıtlamalarla. Karınca ile ağustos böceği masalının ikinci evresindedir artık ve kadrolu karıncalar keyif sürmektedir. Outsource böceğimiz kadrolu karıncalara bakıp bakıp iç geçirecektir.

Peki her şey outsource edilebilir mi, veya outsource edilmesi faydalı olur mu? Bence olmaz. Misal, Diyanet İşleri Başkanlığı tutup “artık kadrolu imam istihdam etmeyeceğiz, taşeron firmalardan imam tedarik edeceğiz” dese hiç olur mu? Düşünsenize, imam outsource’sa cemaat ne yapmaz? Ordunun taşeron sistemi ile asker istihdam etmesi durumunda “ucuz asker” bahanesiyle Çin’den adam getirecek “dayıbaşlar” çıkar emin olun. Eee, insan “made in...” dememeli...

Taşeron sisteminin uygulayıcısı ister özel sektör olsun ister kamu kurumu olsun, aracı insanların emeksiz para kazanmasına, çalışan insanların sosyal haklarının kaybına, adam kayırmacılığa, sömürüye neden oluyorsa kötüdür. Maalesef ülkemizde taşeron sistemi ile ilgili ciddi rahatsızlıklar mevcuttur. Devletin outsource ettiği bir maden ocağında yaşanan  ve yüzlerce işçinin ölümüne neden olan facia buna en somut örnektir. Yine aynı firmanın çıkarıp devlete sattığı kömürün yarısının taş çıktığı sayıştay raporlarında işlenmiş ve haberlere konu olmuştu. Sonuçta ranta gebe bir sistem taşererse, taşeron da kendisine kömür yerine taş verecektir!

Drone, Orda Durun!


Drone orda durun

İngilizce adı “drone” olan ve dilimize “insansız hava aracı” şeklinde çevrilmiş fakat “dron” şeklinde kullanımı daha yaygın olan araçlar, giderek günlük hayatımızın bir parçası oluyor. Drone’ları kabaca tarif edecek olursak; uzaktan kumanda aracılığıyla, radyo frekanslarını kullanarak insansız bir şekilde havada uçurulabilen nesnelerdir. Çok gelişmiş olanları otonom hareket edebilme kabiliyetine bile sahiptir. Yani otonom hareket edebilen bir aadrona gitmesi gereken koordinatları tarif ediyorsunuz, herhangi bir operatör kontrolü olmadan kendisi kalkıp oraya gidebiliyor.

Drone’lara kamera veya başka aparatlar takıp pek çok alanda faydalanma imkânı bulunması insanları heyecanlandırıyor. Mimariden, sinemaya, tarımdan, arama kurtarma faaliyetlerine, güvenlikten lojistiğe pek çok alanda drone kullanarak yeni ve hızlı hizmetler tasarlanabiliyor. Tabii bu arada insana ve çevreye verebileceği zararlar, uçuş izinleri, özel hayatın gizliliği gibi pek çok sorun da beraberinde akla geliyor. Kız öğrencilerin kalmakta olduğu yurt binalarının pencerelerine drone yaklaştırıp içeriden görüntü almaya çalışmak, hastalıklı bünyelerin eline drone geçince yapabilecekleri çirkin fiillerden sadece biridir.

Hayatımıza giren her yeni kavram, nesne veya teknoloji, belirli bir kabullenme seviyesine ulaşıncaya kadar travmatik bir süreçten geçer. Bu süreç Kübler-Ross modeli olarak bilinen üzüntünün kabullenme aşamaları ile benzerlik gösterir. Kübler-Ross modeli ölümcül bir hastalık haberi alındığında bu gerçekle nasıl yüzleşildiğini anlatır, aşamaları şunlardır:
  1. İnkâr
  2. Öfke
  3. Pazarlık
  4. Depresyon
  5. Kabullenme
Drone’ların hayatımıza dâhil olması sürecini Kübler-Ross modeli ile açıklarsak:

İlk Aşama: İnkâr (küçümseme ve alay ile birlikte)

İnsanımız görmediği şeyi inkâr etmeye meyillidir. Örnek tepkiler:
-Olmaz abi, havada insansız uçacak… yok artık!
**
-Drone’lar mı? Nedir onlar?
**
-Ne dron’lar gördüm, içinde insan yok… şarkısını da yapayım mı Duran abi?
“Ne dronlar sevdim, zaten yoktular..
Böyle bir uçmak görülmemiştir…”


İkinci Aşama: Öfke

Bu aşamada drone’ların sebep olabileceği zararlar vurgulanarak şiddetle karşı çıkılır. Örnek tepkiler:
-Sadece insansız değil, insafsız hava aracı bunlar!
-Katil dronlar! Canidir onlar…
**
-Dronaaa direneee, kazanacağız! (dron karşıtı eylemler sırasında atılacak “sologanlardan”)
-Dıııron uçurmaaaa, sabrımızı taşırmaaaaa!

Üçüncü Aşama: Pazarlık

Kısmi olarak bir kabullenme olsa da, bu aşamada bir uzak durma söz konusudur:
-Benden uzak, Allah’a yakın olsun…
+Uçsun diyorsun yani drone?
-Ne yaparsa yapsın…


Dördüncü Aşama: Depresyon

Bu aşamada gerekli olursa amaca uygun olarak kullanılmak üzere:
Gerektiğinde ambulans drone’lar…
Gerektiğinde itfaiye drone’lar…

Beşinci Aşama: Kabullenme

Drone’lar günlük hayatın bir parçası olarak yerleşmiş ve iyice ayağa düşmüştür… Merdiven altı üretim olmasa bile neredeyse seyyar satıcılarda satılmaya başlanmıştır:
-Drone lazım mı, drone? Nasıl bir şey baktın sayın abim?
+ Sağlam bir cihaz bakıyordum ben…
-Şimdi hemen arkadaşlar sana ayakları yere sağlam basan, güzel bir dron paketlesinler…
+Abi iyi bir drone’un ayakları yere değmemeli, uçuracağız biz… Neyse, bırak, iyice ayağa düştü bu drone işi…
-Bizde drone ayağa düşmez evelallah… “dronunu düşüren kahraman olamaz…”
**
Atasözleri, bilmeceler içerisinde kendisine yer bulmaya başlar:
**
-Çok gürültülü çalışan drona ne denir?
+Senin de dırdıron hiç çekilmiyor!
-Haksızlığa uğrayan drona ne denir?
+”Mağdrone”
-Bilmece bildirmece, dam üstünde uçurmaca?
+Cevabı belli değil mi? Drone işte...
**
“Drone bir saat bile… havada durur, yeter ki şarjı olsun.”
**
"Seyyar satıcı ve drone’cilerin girmesi yasaktır!" (Site giriş yazısı)
**
Şarkılar türküler yazılır:
**
“Kara drone gecikir, belki hiç gelmez…”
“Drone’a, ay drone’a,
Dron’a yar dron’a,
Drone sana gelmiyorsa
Durma sen, yardır ona!”
**
“Rüya gibi uçan yıllar…drone biraz! (Bülent Ersoy ile drone’un imtihanı…)
**
“Dronumu kaçırdılar, damdan dama uçurdular…”
**
“Drone’umun gelir kendi, ne ağa der ne efendi
Bak yine şarjım tükendi, yolun sonu görünüyor…
**
“Drone gelir hoş gelir, ley ley lümü ley…”

Köylü Köylü, Hu Hu!

köylü köylü hu hu

Bingöl’ün Sarıçiçek köyüne düşen göktaşları, köylüleri ihya etti diyor ajanslar. “Nasıl olmuş? Bize de var mı ki?” düşünceleri içerisinde haberleri okudum: göktaşları, bilimsel araştırmalarda kullanılmak üzere Amerikan ve Rus bilim adamları (bilim adamı demeye devam edeni dövüyorlarmış diye duydum, artık “bilim insanları” dememiz gerekiyormuş ama ben alışamadım. Bilim dediğin şey seni “adam” yapmazsa, kim veya ne yapacak? “Oku, adam ol baban gibi, eşşek olma!” sözü atalarımızdan kalma değil midir? Her neyse çok okumuş ve okuduğu bilgiler ışığında adam olmuş bilimcileri kastederek “bilim adamı” diyorum) tarafından köylülerden satın alınıyormuş. Günahı gazetelerin boynuna, gramı 60 dolardan gidiyormuş. Milyonlarca dolar tutarında para harcayarak gökte aradıkları taşlar, yerde bulunmaya başlayınca ecnebiler de üzerine düşeni yapıp köyün üzerine düşen taşları toplamak için, adeta bir overlokçu titizliğiyle köylülerin ayağına gitmiş, beş dakikada taşları almış ve parayı hemen teslim etmiş.  Mevzu emeksiz ve sermayesiz para kazanmak olunca duymayan kalmamıştır herhalde ama internetlerini sonradan açmış olan okuyucular için bir özet geçmiş olayım dedim.

Herkes konuyu kendi meşrebince değerlendirmeye başladı tabii.  “Ne güzel olmuş, keşke bize de düşse” diyenler olduğu gibi, çekemeyenler de,  gariban köylülerin “Allah vergisi” yöntemiyle elde ettiği gelirin vergisini tartışmaya başladı. Neymiş efendim; “bu adamlar havadan gelen taşları sattılar, acaba vergisini ödediler mi?” Tabi bu düşünceler maliyecileri de iştahlandırmış durumda. Neticede bu, “yerli” değil semavi de olsa, bir “milli gelir” olmalıdır, maliyeci kafası ile düşününce. Çünkü milli gelirin en önemli özelliği “kişi başına düşmesi”dir ki, bu taşlar başa düşmek için ellerinden geleni yapmış görünüyor! Köylüler “gayr-i safi” olduklarından büyük bir ihtimalle sattıkları taş için fatura veya herhangi bir başka resmi belge düzenlememişlerdir.  Bu durumda yapılacak en iyi şey, olayın geçtiği yere bir maliye müfettişi yollayıp tahkikat yaptırmak olacaktır.
Vergi tahkikatı yapmak üzere köye giden maliye müfettişi ile köylü arasında geçmesi muhtemel sonsuz diyalog ihtimallerinden birini ben şöyle düşünüyorum:

(-:Maliye Müfettişi , +: Topladığı göktaşını satan masum köylü)

-Köylü köylü!
+Hu hu…
-Meteorun geldi mi?
+Geldi geldi
-Ne getirdi?
+Göktaşı, çakıl
– Kime kime?
+Bana sana… ama biz hepsini sattık: RSA, NASA
-Başka kime?
+Valla başka kimse de ilgilenmedi yani… Zaten meteorun atmosfer dışındaki parçaları şeye doğru gidiyordu… sen söyle…  hah, kara deliğe!
-Kara delik nerede?
+Solucan deliğini bildin mi? Onun diğer ucunda.  Bu sene de ilaçlayamadık tarlaları, hep solucan bastı.
-Solucan nerde?
+Gücün karanlık tarafına geçti
-Karanlık taraf nerde?
+Paralel evrenlerde!
-İşte aradığım cevap!

Maliyeci raporuna şöyle başlar: “Göktaşının kaynağı araştırıldığında paralel yapı ile ilişkisi tespit edilmiş olup… ”

Öne Çıkan Yayın

Vaka-yı AKiye

Sefer Selvi Karikatürü   Maldivler’e tatile gidenler, Monaco’da yediği ıstakozla fotoğraf çektirip verdiği “ıstAKPoz”u sosyal medya plat...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: