Bu Blogda Ara

Arşiv

pazarola etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pazarola etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

M'Ako Ağa

 

M'Ako Ağa
M'Ako Ağa

M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösterilen çeşitli filmlerde rol almış bir karakterdir.

Bir şekilde, çevresinin güvenini kazanan ve sempati toplayan M’Ako Ağa, aldatarak iş görür. Türlü türlü desiselerle insanların parasını, emeğini sömürür. Foyası meydana çıktığında da ne yapıp ederek aradan sıyrılmayı ve suçu başkasına atmayı başarır. Gençliğini, parasını ve bütün birikimlerini kendisine kaptıran bazı kurbanlar da son bir umutla onları geri alabilmek için yine M’Ako Ağa’ya güvenmekten başka çıkar yol göremez. 

Filmin birinde, köylü vatandaşları Avrupa’da vizesiz seyahat hayaliyle kandırıp bir kamyona doldurur. Saf vatandaşlar, kapalı kamyon kasasında nereye gittiğini bilmeden günlerce seyahat ederler. Ara ara, bazı ülkelerin sınırına yaklaştıklarını söyleyip sessiz durmaları için yolcuları ikaz eder. Sınır geçişleri çok kritiktir ve hata yapma lüksleri yoktur. Geçilen sınır kapısına göre farklı tedbirler almak gerekmektedir. Maşallah, M’Ako, geçilen bütün ülkelerin dillerini akıcı bir şekilde konuşmaktadır ve kendi anadilinden başka dil bilmeyen umut yolcuları, her ne hikmetse bütün konuşmaları anlayabilmektedir. Yerine göre, bazı sınır kapılarında kendinden emin konuşup tek bir teftişe bile uğramadan geçebilmektedirler. Kimi yerlerde sempatik dili ve verdiği rüşvetlerle kapıları açtırır. 

Ne var ki, sınırlar boyu ilerledikçe geçiş zorlaşmaktadır. En zorlu gümrük ise Alman kapısıdır. Orada kıskanç köpekler vardır, laftan anlamazlar ve kamyonun tepesine çıkıp kasanın içerisine girmeye çalışırlar. Köpek seslerinin gittikçe yakınlaştığını duyan yolcular korkudan nefeslerini bile tutmuş ve oldukları yerde mıhlanmışlardır. Kahraman M’Ako, bütün heybetiyle köpeklerin karşısına dikilir ve onları kasadan uzaklaştırır.

Gerçekte ise, Avrupa’ya yaklaşmayan kamyon ortalarda bir yerde dolanmaktadır. Bütün sınır geçişleri ve gümrük muameleleri M’Ako Ağa’nın birer mizansenidir. Yolcuları korkutmak ve heyecan seviyesini diri tutmak isteyen M’Ako, sesini yükselterek farklı kişiler gibi konuşmakta ve yolcuların kendisini duymasını sağlamaktadır. Yolun sonunda Avrupa’ya geldiğini zanneden yolcular Ortadoğu’da kendilerini bulmuşlardır. İndikleri yerde Afgan, Pakistanlı ve Suriyeli pek çok yeni yol arkadaşları olmuştur. Onlar da M’Ako Ağa’ya aldanıp gelmiş başka mağdurlardır. 

En son rol aldığı filmin konusu zorba bir komşu ile yaşadığı maceralardır. M’Ako Ağa, aynı apartmanda yaşadığı insanlara yaşattığı zulümlerle hayatı dar eden “İsmail” isimli mahalle komşusuna uzaktan atıp tutmakta fakat onun komşularına zulmetmesini engelleyecek herhangi bir şey de yapmamaktadır. Engellemek şöyle dursun, İsmail’in ihtiyacı olan malzemeleri gemilere yükleyip gizlice ona göndermektedir. Birileri bunu fark edip ticaretini ortaya çıkarınca inkâr eder ve haberi yayanları terörist olmakla suçlar. 

Ne var ki, mızrak çuvala sığmaz ve mahalle ahalisi bu ticareti sesli bir şekilde konuşmaya başlar. Kâhyalar ticaret olayını tevile çalışmaktadır: “Ürünleri biz İsmail’e değil, mazlum apartman sakinlerine gönderiyoruz. Adresleri aynı olduğu için siz öyle zannediyorsunuz.”

Mağdur apartman sakinleri kendilerine bir şey ulaşmadığını söyler. Üstelik, uçağı olmayan sakinlerin uçak yakıtından önce ekmeğe ihtiyacı vardır. 

M’Ako Ağa’nın bu defa tepkisi “Evet, yaptım. Fakat bir sorun bakalım, niye yaptım... Bu zalim İsmail benden almasa başkasından alacaktı, ben ona fahiş fiyatla ürün satıp parasını azaltıyorum, kaz gibi yoluyorum” şeklinde olur. Kâhyalar da bir yandan, İsmail’in kendi ev halkının da ihtiyaçları olabileceğini, savaşta bile onları aç bırakmanın günah olduğu bilgisini yayar. 

Mahalleli tepkisinden çekinen M’Ako Ağa ticareti yasakladığını ilan eder ama şöyle bir diyalog geçer:

“İsmail Abi!..”

“Hooop! Ne yaptın, M’Ako Abi?”

“Ne yapalım, şimdilik gemi gönderemiyorum, idare et.”

“O gemi bugün olmasa bile bir gün gelecek, biliyorum...”

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/m-ako-aga_596101

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı

“Özeleştirme” İdaresi Başkanlığı
Yiğit Özgür Karikatürü

 

İktidar partisine oy verdiğini bildiğimiz hayali bir dostla seçim öncesi yapılmış bir muhavere:

Ülkenin gidişatından memnun musun?

“Hayır değilim. Ekonomi çok kötü öncelikle. Eğitimden sağlığa, adaletten güvenliğe kadar pek çok yerde problemler var. Devlet kademesinde israf çok fazla.”

Devlet kötü mü yönetiliyor?

“Değil ama boşluklardan yararlanan fırsatçılar ve menfaat çeteleri var. Reis’in çevresine yuvalanmışlar ve onu yanlış yönlendiriyorlar...”

Senin benim gibi sıradan vatandaşların görebildiğini Reis göremiyor ve senin onun basiretine güvenin tam, öyle mi?

“...!?”

Neyse, belediyelerde durum nasıl?

“Yolsuzluk, rant kavgası, adam kayırma ve rüşvet gırla gidiyor... İlçe belediye başkanlarının bazılarının milyonlarca metrekare arsası, binlerce evi olduğu ortaya çıkmış, çevre esnafını haraca bağlayan başkanlar varmış diyorlar”

Koca partide neden kimse müdahale edip düzeltmiyor?

“Fark edildikleri zaman müsamaha yok, bir sonraki dönem aday gösterilmiyorlar, hatta anında istifa edenler de oluyor.”

İyi de, ticaret ve ceza kanunlarına göre suç teşkil eden fiillerin karşılığı istifa değil, adli işlemlerdir. Mahkemeye sevk edileni hiç duymadık nedense...

“İşte ben de genel manada kızgın ve küskünüm onlara ve artık tavrımı belli edeceğim.”

Bu seçimde muhalefete oy vereceksin o zaman?

“Hayır, halkçılara oy vermeye elim hiç gitmez.”

İttifak içerisindeki diğer partilerden birine oy vereceksin bu durumda?

“Onlara da güvenmiyorum. Ben yine partime oy vereceğim. Ama içim acıya acıya... Sandığa sürünerek gideceğim ve ağır ağır atacağım o zarfı.”

Senin kızdığını ve tavır yaptığını nasıl bilecekler o halde?

“Benim bildiğimi herkes de biliyor. Özeleştiri yapacak ve kendilerini düzeltecekler inşallah...”

***

Sonuçlarıyla ezber bozan bir seçimi geride bıraktık. Kimselerin tahmin etmediği, gönlünden temenni olarak geçirse bile dillendirmediği sonuçlar çıktı. Hayır, seçimden önce söyleyen olsa da kimse dinlemezdi zaten.

Bir taraf biz kazandık diye seviniyor, diğeri de hayır siz kazanmadınız bize oy vermeyenler sebebiyle üste çıktınız, diyor. Aynı şeyleri söylerken bile ihtilafa düşmek yine bizim memlekete nasip oldu.

Rahmetli 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in dediği gibi “Galibiyetin sahibi çoktur, mağlubiyetin sahibi yoktur. Yenilgi yetimdir.”

Bu sebepten, özeleştiri memleketemizde pek yapılmaz, hayali dostumuzun özeleştiri beklediği adamlar muhtemelen şöyle diyecek: “Biz üzerimize düşen her şeyi yaptık. 52 noktada mitingler düzenledik, milletvekillerinin görüşme fırsatı bulamadığı bakanları vatandaşın ayğına gönderdik, bütün televizyon ve radyo yayınlarında göründük, şehirlerin her yerine dev posterlerimizi astık. Bazı tarikat ve cemaatler bize açık desteklerini kamuoyuna sundu. Millet sandığa gitmedi, yoksa rakibimiz oyunu artırmış değil.”

Özeleştirme İdaresi Başkanlığının rehberinde özeleştiri için şöyle deniyor:

·         Özeleştiri, kendi eksik/hatasını bulmak ve onunla yüzleşmek için yapılır, suçu birilerine yıkmak için değil.

·         Vatandaşa ve sandığa küsülmez, hakaret edilmez. Seçimine saygı duyulur.

·         Rakipler küçümsenmez, iyi yaptıkları şeylerin hakkı teslim edilir.

·         Hatalardan ders almak ve süreçleri iyileştirmek adına yeni şeyler öğrenmek iştiyakıyla özeleştiri yapılır. Hangi kaynaktan gelirse gelsin, bilgi kıymetlidir ve değerlendirilir.

İktidar partisine özeleştiri için yardımcı soru tavsiyelerimiz:

·         Harama helale, dikkat eden, kanuna nizama riayet eden, işinin ehli, halkın teveccüh ettiği adaylar mı gösterdik, yoksa saraydan merkezi olarak paraşütle indiriğimiz adayları mı dayattık?

·         Kampanyalarımızı televizyonundan radyosuna, makam araçlarından kamu personeline kadar bütün devlet imkanlarını zorlayrak yapınca kamu hakkına girmiş olduk mu?

·         Spordan sanata, kışladan okula, pazardan camiye kadar her yere siyaseti ve kendimizi sokmak iyi bir fikir miydi?

·         Oy gelmezse hizmet de yok gibi tehditler etmese miydik acaba?

·         Seçimi bir ölüm kalım savaşına çevirmek doğru muydu, kutuplaştırma ve nefret politikaları ters mi tepti?

·         Seçmen neden bize küstü ve sandıktan uzaklaştı?

·         Söylediklerimizi yapıyor ve yaptıklarımızı söylüyor muyuz?

Çok fazla soru daha eklenebilir, bunlar başlangıç sorularıydı...

 Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ozelestirme-idaresi-baskanligi_595629

Oy Alanlar ve O Yalanlarla Oyalananlar

 

Oy alanlar ve o yalanlarla oyalananlar
İbrahim Özdabak Karikatürü

Mahalli idareler için bir seçim günü daha geldi çattı. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de iki taraf var: Oy alanlar ve oy verenler.

Önemli bir hatırlatma ve kamu spotu: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayıp meydanlarda ve ekranlarda kendisini aday ve taraf gibi tanıtarak sizden oy almaya çalışan Sisi, Netanyahu, İngiltere Kralı, Rahmetli Başkan Kennedy, Taçsız Kral Pele, Backenbauer, Kaleci Mayer, Nadya Komanaçi ve Biricik Bardo gibi kişilere itibar etmeyiniz! Bu kişiler seçimlerimizde aday değildir. 

Oy almak isteyenler, kendilerini ve projelerini anlatmak için propaganda yaparlar. Makul bir seçim yarışında olması gereken budur. Gel gelelim, ülkemizde işler biraz farklı yürür. Propaganda metinlerini daha çok rakiplere hakaret ve onları karalama cümleleri oluşturur. Yalanın bini bir paradır. Sözle de sınırlı kalmayıp, grafiklerle ve montajlarla süslenen videolar, miting meydanlarında ve hatta siyasete alet edilen camilerin avlularında halka gösterilip rakipler yuhalatılabilir. 

İçinde bulunulan gün merğub meta ne ise onlar kullanılır tabii; bazen muhalefet teröristlikle suçlanır, bazen vatan hainliğiyle. Olmadı, bütün tuşlara aynı anda basıp ahlaksız, din düşmanı, dış güçlerin işbirlikçisi, vatan haini ve alçak teröristler denebilir. Hangisi tutarsa artık... Taraftarları da demez ki “Madem bunlar böyle ahlaksız, suçlu ve tehlikeliler, neden serbestçe dolaşabiliyorlar? Suçluları tutuklamayıp, üstüne, onlara serbestçe siyaset yaptırmakla sen de suç ortağı olmuyor musun?” 

Oy alan, o yalanlar büyüdükçe taraftarlarının sadakatinin pekiştiğini görür. Rakipleri de suçlamaları düşürmek için oyalanır durur, sesini duyuracak mecra bulamayacağı için çabaları sonuç vermez.

Teknik olarak seçim sonunda sevinecek olanlar seçilenler ve onlara isteyerek oy vermiş olanlar olacaktır ama Gazze, Kudüs ve Mekke düşmesin, oradaki çocuklar sevinsin diye oy isteyenler çıkabilir. Gazze’deki çocuklar, Doğu Türkistan’daki mazlumlar ve dünyanın başka bölgelerindeki gadre uğrayan insanları sevindirmenin yolu onlara zulmedenleri durduracak/zora sokacak işler yapmaktır ki bu da muhtarlık, belediye başkanlığı veya il genel meclisi üyeliklerine seçilenlerin doğrudan yapabileceği bir şey değildir. 

Merkezi hükümeti idare edenler, diplomatik, siyasi ve ekonomik kanalları çalıştırarak zulümleri önleyemiyor veya azaltamıyorsa mahalli idareler bu konuda neler yapabilecek acaba? Esenyurt’ta çöplerin düzgün toplandığını görüp alkışlayacak Gazzeli çocuk var mı? Ya da Bağcılar kanalizasyon sisteminin düzgün çalışması, Uygur Türklerine nasıl bir moral-motivasyon kazandırabilir? Myanmar’daki Müslümanların da Beylikdüzü imar planlarını gündeme almaları pek muhtemel gözükmüyor.

İsrail mezalimini iç politika malzemesi yapıp tel’in edenler, Tel Aviv’e giden dikenli telin ülkemizden yollanmasına neden ses çıkarmıyor acaba? Dikenli tel ile kalsak bari; İsrail’e ihraç ettiğimiz ürünler arasında barut, patlayıcı maddeler, ateş alıcı maddeler, mühimmat, silah ve parçaları var. 

Vaktiyle, Güneydoğu’da bir köyün bütün besi hayvanları bir gecede çalınır. Köylüler soluğu Ağa’nın yanında alır ve çalınan hayvanlarının bulunması konusunda yardım isterler. Ağa köylüleri kırmaz ve geniş çaplı(!) bir operasyon düzenleyerek hırsızların peşine düşer. Aramaların sonunda hayvanların ancak yarısını bulabilmiştir ve köylülere geri verilmesini sağlar. Buna da şükür diyen köylüler hayvanların bir kısmını ağaya hediye ederler. Sonradan ortaya çıkar ki hırsızlarla iş birliği yapan ağa, onlardan da bir komisyon almıştır. Meşhur bir sözde dendiği gibi: “Kurtla oturup kuzuyu yer, kuzuyla oturup ağlar!”

Kısaca, oy alanların o yalanları ile oyalanmayalım...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/oy-alanlar-ve-o-yalanlarla-oyalananlar_595346


Ego-Nomi

 

Ego-Nomi
Ego-nomi

Değerli kardeşlerim,

Malumunuz olduğu üzere, benim alanım Ego-nomi'dir. İd’kokul, Ego’okul ve SüperEgo Anadolu Lisesi derken üniversite tahsilimi de Ego-nometri üzerine yaptım. Ego deyince aklınıza benim ismim gelsin, kafanıza takılan soruları da sormaktan çekinmeyin.

Ah, güzel kardeşlerim, neredeeen nerelere geldik! Hiç unutmuyorum, üniversite okuduğum yıllarda, köydeki amcalar ve dayılar sorardı “Okulu bitirince ne olacaksın?” diye. “Ego-nomist olacağım” derdim de amcalar “Len, gominist olmak için mi okuyon sen!” diye çıkışırlardı. O amcalara o zaman söylediğim gibi, şimdi de siz söylüyorum:

“Yüzümüze hakikatleri haykırın. Haykırın ki, hatamızı görüp kendimizi düzeltelim. Bizde kibir, enaniyet, riyakârlık olmaz. Bizde sadece eser, hizmet, çalışmak, mücadele etmek olur, eksik bırakmışsak tamamlama, hata yapmışsak düzeltme olur. Biz kendimize işte bu kadar güveniyoruz.”

Söyledikten sonra hatalarımı bana haykıracak bir ses var mı kulak kabartıyorum ama dönüp dolaşıp bana tekrar gelen kendi sesimden başka bir şey duymuyorum. Eko diyorlar galiba buna. İşin uzmanları ile konuştum “olduğun yerde sabit kalma, bir ‘Tur at’, ‘Kurum’sal bir duruş çıkar karşısına, o sesi duymazsın” dediler. İşe yaramadı, bu Eko, her fırsatta ne yapıp edip yine karşıma çıkıyor!

Ego-Eko derken aklıma ekonomi geldi. Ekonomide de dünyaya kafa tutacak kendi tezlerim var. Tarih, herkesin aksine kendi bildiğini yapıp başarılı olanları yazar. Ekonomide ve siyasette en önemli husus, ortaya eser koyabilmektir. Eserleri ortaya koyarken farklı bir yol izleyip dünyayı şaşırtıyoruz. Şimdi sıkı durun, bu işi yaparken cebimizden tek kuruş da çıkmıyor! Nasıl, güzel, değil mi?

Öncelikle yol, köprü, tünel, havaalanı, hastane, okul gibi devasa yapılar inşa etmeye karar veriyoruz. Kendisini sevdiğimiz bir arkadaşımıza ihalesini veriyoruz. Sevdiğimiz arkadaşların parası yoksa onlara kredi veriyoruz veya dışarıdan borç bulup kendisine kefil oluyoruz. Bu arkadaş işe başlıyor, bitince tesisi 25 yıllığına işletiyor. Zarar etmesin diye de belli bir miktar işletme garantisini kira gibi ödüyoruz. Kullanan vatandaştan ücretini tahsil ediyor, kullanmayan olursa yine parasını alıyor. Hem de öyle Türk Lirası cinsinden değil, Euro ve dolar olarak alıyor. Canım, doların da enflasyonu falan olabiliyor, o yüzden işletmeci müteşebbis kardeşimize ödenecek tutarlar her yıl yeniden belirleniyor.

İşin can alıcı noktası da şu; ihtilaf durumlarını çözmek üzere Lonrda mahkemleri hakem olarak tayin ediliyor. Şimdi diyeceksiniz ki Türk’ün Türk’e Türkiye’de yapması için verdiği ihalede neden hakem ingilizler? Fiyatlar neden dövizle belirleniyor? Londra mahkemeleri, ne kadar tarafsız iş yaptığımızı bütün dünya anlasın diye, ödemenin dövizle yapılması da ülkeye yabancı para girmesi için.

Cebimizden para çıkmıyor, hepsi vatandaşın sırtında: Kullandığı kadarını bizzat ödüyor, garanti kısmı da kendisinden alınan vergilerle ödeniyor. Maksat, vatandaş da elini taşın altına koysun biraz sorumluluk öğrensin. Vergiyi tabana yaymış oluyoruz böylelikle. Ta Van’da yaşayan, köprüden hiç geçmeyen, belki da hayatı boyunca dünya gözüyle o köprüyü görmeyecek olan kardeşimiz de işi sahipleniyor “Ta bana kadar yayılmış vergiyi ödüyorum, ülkemi kalkındırıyorum” demiş oluyor. Ülkesine, çevresine faydası dokunan vatandaşın egosu kabarıyor.

Ne dersiniz, hak ettiğim Nobel Ego-nomi ödülünü almamın zamanı gelmedi mi?

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/ego-nomi_595081

Siya-Nur

Siya-Nur
Siya-Nur 

 

Ülkemizde maddi felaketler, yetkili şahısların kendileriyle olan etkileşimine göre ikiye ayrılır: İlk kısım, üzerinden mağduriyet devşirilebilen ve oy getiren felaketlerdir, ikinci kısım ise hesap vermesi gereken kişilerin sorumluluğu harici bir aktöre kolayca devredememeleri sebebiyle mümkün mertebe üstü örtülmeye çalışılanlar...

İlk kısım felaketlerde yetkililer, durumu yerine göre fıtrata, kadere ve takdir-i ilahiye havale ederek sorumluluktan kurtulurlar. Yapacak bir şey yoktur, gelmesi mukadder olanın önüne geçilemezdir. Yetki kullanma sorumluluğu bulunanlar, kısa yoldan kahramana dönüşme fırsatını kaçırmazlar genelde. Böyle zamanlarda felaket ne kadar büyük olursa, kahramanlık da o denli şanlı olacaktır. “Asrın depremi”, “yüzyılın seli” gibi dehşet boyutunu büyüten isimler vermek, halkın teslimiyetini artırır. “10 bin atom bombası gücünde bir patlama...” gibi tasvirler de felaketin etkisini içselleştirmeye yarar.

Felakete giden yolda hangi yanlışlıkları yaptığı, neden tedbir alınmadığı sorularını duyan yetkililer, soruyu anında insanların ağzına tıkabilir: “Ortadoğu ve Balkanlar’da son 250 yılda meydana gelen en büyük felaket sırasında bunu mu soruyorsunuz? Yaralarımızı bir saralım önce... Şimdi birlik zamanıdır!”

İliç’te yaşanan maden faciası ikinci nevi felaketlerden. Siyanür faciası ile ilgili bazı haberlere erişim yasağı gelmesi, faaliyet izni veren ve denetlemekle vazifeli resmi görevliler hakkında idari/adli işlem yapılmamış olması, felaketin boyutları ile ilgili kamuoyuna bilgi veren kişilerin anında tutuklanması ve havuz medyasının konuya fazla ilgi göstermemesi, örtme çabasının tezahürleridir. Sokaktaki vatandaş şu soruların cevabını net olarak alamayacaktır:

·         Altın çıkarırken siyanür ve benzeri zehirler kullanmak tabiata nasıl ve ne kadar hasar verir?

·         Bu zararları bertaraf etmek için alınabilecek tedbirler var mıdır?

·         Tedbirlerin düzgün uygulanıp uygulanmadığı denetlenmekte midir?

·         Yeşil alana, tarlalara, havaya ve suya siyanür salınarak çıkarılan altın, bu kadar fedakarlığa değecek kadar kazandırmakta mıdır?

·         Bu madenden kim, ne kazanmaktadır?

Siyanürden daha tehlikeli bir faciamız, dinî, millî ve manevi değerleri siyaset alanında istismar malzemesi olarak kullanmaktır ki kendisine “Siya-Nur” diyebiliriz. Bir eliyle insanlara nuru gösterip siyaset topuzuyla kafalara vurmak suretiyle işler. Alnında bilgilerden bir çelenk, nura doğru can atan nurlu camialar, kafasına topuzu yiyip sersemlediği için doğru muhakeme edememeye başlar. Hele de, desteklediği siyaset tarafından devlet kurumlarında kadrolar tahsis edilip, arsalar ve binalar gibi hediyelerle taltif edildiğinde, kamu hizmetlerinden öncelikli olarak yararlanmaya başladığında Siya-Nur zehiri damarlarında dolaşmaya başlamıştır.

Bir camide cuma vaazı veren hoca, İstanbul’un fethinin öneminden bahsediyor, şehri kurtarmak gereğini dile getiriyor ve teröre yer açmamak gerektiği konusunda uyarıyorsa o camide Siya-Nur vardır. İsim vermeden ve yuvarlak bir şekilde söylenen sözlere tek tek bakıldığında mesele olmadığı sanılabilir, fakat tam da seçim öncesinde, muhaliflerini terörist diye gören ve millete de böyle göstermek için montajlı videoları gösteren siyasilerle aynı zamanlarda ve aynı söylemleri kullanıyorsa, bu Siya-Nur etkisidir.

Yerlerin süpürülmesi, çöplerin toplanması, su ve gaz hizmetlerinin vatandaşa ulaştırılması, park bahçe bakımı ve toplu ulaşım gibi hizmetleri deruhte edecek bir birimde görev alma yarışına girme ile Sisi’nin, Gazze’nin, Kudüs ve Mekke’nin nasıl bir ilgisi olabilir diye düşünüyorsanız henüz Siya-Nur'a maruz kalmamışsınız demektir. Geçen seçimde Sisi mi, Binali mi tercihi yapacağımızı söyleyenler, siyasetlerinin gereği olarak “Kardeşim Sisi” moduna geçtiler. Şimdi tercihlerde hangi şıklar olacak acaba?

Cami içerisinde miting düzenleyen başkanlar, partilerine oy vermenin farz olduğunu söyleyen ilahiyatçılar, kendilerine oy vermenin ahirette kurtuluş beratı olacağını müjdeleyen partililer, seçimlerin bir müslüman sayımı olacağını ima edenler, camiye, kışlaya ve okula siyaset sokanlar, manevi iklim değişikliğine sebep olan Siya-Nur’u salarak “sekülersel ısınma”ya sebep olmaktadır. Ramazan atmosferine girdiğimiz şu günlerde Siya-Nur ayakizi büyük insanları ikaz edelim, salınımlarını azaltalım inşaallah...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/siya-nur_594779

Öne Çıkan Yayın

M'Ako Ağa

  M'Ako Ağa M’Ako Ağa, sıra sıra selvilerin dizildiği bölgenin hemen aşağısında, yeşil yeşil çamların arasında kalan sinemada gösteril...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: