Bu Blogda Ara

Arşiv

Kuyruk Acıları

 

Kuyruk Acıları
Sefer Selvi Karikatürü

İktidarın her fırsatta geçmiş dönemlerle ilgili kınadığı ne varsa, maalesef bugün de yaşanıyor: Yargının siyasallaşması ve muhalif sesleri bastırma aparatı olarak kullanılması, vali, rektör ve bürokratların iktidar militanı gibi hareket etmesiyle parti devletine dönüşme, basının tektipleştirilmesi, tek adamcılık, kolluk kuvvetleri aracılığıyla kurulan korku imparatorluğu, yolsuzluk, adam kayırmacılık, enflasyon, işsizlik, kuyruklarda bekleme, hastane kapılarında çekilen çile...

Neredeyse her gün gelen zamlar yüzünden vatandaşlar, gece vakti gelecek zamlardan önce yakıt almak için istasyonlarda kuyruklara giriyor. Eskiden benzinin litresi, mazottan daha pahalıydı. Şimdilerde mazotun litresi 25 lira seviyelerini gördü ve benzini geçti. Hep elli liralık yakıt aldığı için zamlardan etkilenmediğini düşünen vatandaşlar artık iki litre ile ne kadar yol kat edebilirler bilmiyorum. Mazot fiyatının benzin fiyatını geçmesiyle, muhtemelen yurdun çeşitli yörelerinde, dizel araç sahipleri şöyle türküler söylemeye başlamıştır:

(İzmir yöresi)
"Şu dizeller dizeli, yorar gibi geldi bana
Bu gece 00.00'da, zam var gibi geldi bana
Bir münasip zamanda
Mesela gece saat onda
Buluşalım petrol istasyonunda
Der gibi geldi bana"

(Kayseri yöresi)
"Arabanın dizeli dolar bozduruyor
Ammanın amman, ben yandım amman!
Pompacılar kalem almış ferman yazıyor
Canım canım...

Az az basaraktan
Debriyajdan ayağı çekerekten
Yavaş giderekten
Gel canım gel amman"

(Sivas yöresi)
"Hey dizeller dizeller dizeller
Kuyruklara dizerler dizerler dizerler
Niye bizi üzerler üzerler üzerler"

(Şekip Ayhan Özışık usulü dizel araca sesleniş)
"Belki bir sabah geleceksin istasyona lakin vakit geçmiş olacak
Depon zamlı mazottan yudum yudum içmiş olacak
Dizel de olsa, güvenmem artık senin motoruna, fırsat geçmiş olacak
Depon zamlı mazottan yudum yudum içmiş olacak"

Belediyelerin üretip sattığı ucuz ekmeği alabilmek için insanlar, kar kış demeden saatlerce kuyruklarda bekliyor. Büyük miktarı ithal edilen ayçiçek yağının temininde sıkıntılar çıkacağını düşünerek yağ kuyruklarına giriyor. Kuyruklara girildikçe zam geliyor, zam geldikçe kuyruklar artıyor.

Seksenli yıllarda çokça dinlenen ve söylerken sanatçıların gözyaşlarını da akıttıkları “yağdır mevlâm su” şarkısı vardı. Suya hasreti anlatan o şarkı bugünlerde söylense “yağ’dır mevlâm su” denirdi herhalde. Beş litrelik şişelerini marketlerde bulmak çok zor. Yakında “boş” litrelik ayçiçek yağı da satılırsa şaşırmayacağız. İçindeki yağı bitmiş boş şişeyi ters çevirip, bir kapak kadar yağın dibe çökmesini bekleriz artık.

Çiçeği burnunda tarım bakanı, ayçiçek yağı stoklarının yeterli olduğunu söylese de, palm yağı, soya yağı ve kanola yağı gibi alternatif yağların gümrük vergileri sıfıra indirildi. Yağ operasyonu çeken baronlar varmış, Metin Külünk Bey söyledi. Ekonomi bakanı Nebati ise “operasyon çekenlere biz de operasyon çekeriz” diye tehdit etti.

Operasyonlu-baronlu, kesmeli raconlu metinler, Kurtlar Vadisi senaryosunda olur diye biliyorduk. Yağ gibi hayatî, mematî ve dahi nebatî bir konu Kurtlar Vadisi dizisinde olsa, baronunun adı “Lazzyağ” olurdu herhalde. Şöyle bir türkü söyleyen Lazzyağ hayal edin:

“Asarım zeytini de yağ salıni salıni
Adam evine taşır beş litrelik galoni
Oy ayçiye ayçiye
Zeytin koydum kesiye
Bakan seni saniyır da
Bir bağı pırasiye”

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/kuyruk-acilari_560303

Milletvekillerinin Anlatmadığı Ekonomi

 

Milletvekillerinin anlatmadığı ekonomi
Milletvekillerinin anlatmadığı ekonomi

Partisinin milletvekilleriyle görüşürken, ekonomik gidişatla ilgili artan eleştiriler hakkında Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bugüne kadar vatandaşımızı bu yük altında ezdirmemek için çok şey yaptık, ama biz yaptıklarımızı sahada gerektiği kadar satmıyoruz, halka anlatmıyoruz. Neyi, nasıl yaptığımızı anlatalım; anlatalım ki elimiz daha güçlü olsun” dedi.

Aslında, ekonomide neyi nasıl yaptıklarını bilen ve anlatan kişiler var, ama geleneksel medyada kendilerine yer bulamıyorlar, bulanların da imkânları kısıtlı. Sesleri de fazla çıkmıyor haliyle, alternatif mecraları kullanıyorlar. 

Erdoğan her ne kadar “satamıyoruz” dese de, iktidar sahiplerinin şu ana kadar en çok yapabildiği şeylerden biri satmak olmuş. Fabrikalar, madenler, limanlar... aklınıza ne gelirse artık! 

Zamanında 40 milyar dolar değer biçilen telekom şirketi 6,5 milyar dolara satıldı. Alanlar, kasasındaki paraları ve yıllık kârları ceplerine aktardı, yeni yatırım yapmayı bırakın, bakır kablolarını bile satarak kurumu borçlu hale getirdi. Bankalardan aldığı krediyi de ödeyemeyip gitti. Geriye, piyasa değeri 3 milyar dolar civarlarına düşmüş bir enkaz bıraktı. 

5 milyon liraya satılan kâğıt fabrikası kapatıldı. Alanlar, içerisindeki makineleri 11 milyon liraya satmışlar. Yıkılan fabrikanın arazisini de TOKİ 60 milyon liraya almış, konut yapmak için. 

Dışarıdan bol ve ucuz dövizin geldiği yıllar oldu, ama gelen para inşaat ve beton işlerine harcandı. İhale kanununda yüzlerce kez değişiklik yapıldı, ihalelerin kendilerine yakın firmalara gitmesi için her şey yapıldı. Bütün dünyada, en çok kamu ihalesi alan on firmanın beşi bu topraklardan çıktı. Çoğu ihaleyi alanlar, ihale için gerekli finansmanı sağlamak için hazinenin kefil olduğu krediler aldılar. Bir birim maliyetli iş on birim fiyatla ihale edildi, 25-30 yıl boyunca işleyecek kullanım bedelleri Hazine tarafından garanti edildi. Krediyi veren veya ona kefil olan devlet, garanti ödemelerine maruz kalan devlet, ama sorarsanız “kasadan tek kuruş ödemeden” özel şirketlere yaptırıldı. 

Kütahya Zafer Havaalanı için yıllık 1 milyonun üzerinde yolcu garantisine ulaşılmış (kademeli bir şekilde daima garanti sayısı artıyor) ama geçen yıl havalimanını kullanan yolcu sayısı binlerde kalmış. 

Onlar da, Nemrud ateşini söndürmeye koşan karınca misali, “en azından safımız belli olsun” demişlerdir her halde...

KÖİ (Kamu-Özel İşbirliği) denilen modelle yapılan projelerde borçlar da, kullanım bedelleri de dolarla belirleniyor. Yıllık olarak dolar enflasyonunun üzerine kur farkları hesaplanarak vatandaşa çıkan maliyet “güncelleniyor”.

Milyonlarca dolar değerinde vergi borçları bir kalemde silinen firmalar mı dersiniz, kesinleştikten sonra, yapılacak işleri veya maliyetleri alan lehine değiştirilmiş ihaleler mi... Karar Gazetesi ekonomi yazarlarından İbrahim Kahveci, projenin başında açıklanan maliyetle, yapımı bittikten sonra açılışında açıklanan maliyetler arasında fahiş farkların olduğu ihaleleri yazıp duruyor, işletme süresi sessiz sedasız 5 yıl daha uzatılan köprüleri de...

İthalatın önü açıldı, “paramız var ki alıyoruz” dendi. Yerli üreticinin 2300 liraya sattığı buğdaya 6200 lira verip ithal ettiler. Venezulla’dan peynir ithalatının önünü açtılar. Mercimek yetiştirmek için tohumu bizden alan Kanada, bize mercimek satmaya başladı. Buğday ve ayçiçeğini Rusya ve Ukrayna’dan milyon tonlarca ithal ediyoruz. Suyu, elektriği, mazotu, gübresi ve tohumu ithal eden/dolara endeksli kullanan çiftçi iflâsa sürüklendi.

Ne yaptılarsa artık, evlerinde günde beş defa çay demleyen vatandaşların olduğu ülkede, çay kurumu zarar ediyor. Şeker fabrikaları satıldı, satılanlardan kapatılanlar oldu. 

Doları kontrol altında tutuyoruz demek için 128 milyar dolar yakıldı, sonuçta doları tutmak mümkün olmadı. Çin işi, Japon işi bir şeyler deneyeceğiz dediler, faizi indireceğiz dediler, kuru bilerek yükselteceğiz bizim model böyle dediler. İndirdikleri tek faiz, bütün faizleri yükseltti, dövizler fırladı, enflasyon uçtu.

Kerameti kendinden, kur azameti vatandaşın vergisinden menkul olan kur korumalı bir mevduat sistemi getirdiler. Konu komşuya dert oldu, kur korumalı sistemin kerameti. Savaşın da etkisiyle artan kurları baskılamak için yaktıkça yakıyorlar rezervleri şimdi de. 

Meğerse bütün keramet, rezervdeymiş be Nebat...

Tek zamla elektrik faturaları iki buçuk katına çıktı, bir senede mazot fiyatı 3 katını geçti, vatandaşla dalga geçer gibi, bir de demezler mi en düşük benzin ve mazotun satın alınabildiği ülke Türkiye diye...

Erdoğan haklı, bu milletvekilleri, ekonomide neyi nasıl yaptıklarını anlatmıyor...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/milletvekillerinin-anlatmadigi-ekonomi_559888

Fransformers

 


Ekonomide zor günler geçiren Fransa, % 7’lik oranla, tarihinde görülmemiş bir enflasyonun pençesindeymiş.

Tek haneli enflasyon sizi aldatmasın, Fransa’nın bütün haneleri bu durumdan feci halde etkileniyormuş. Daha önce 150 euro’ya dolan alış veriş filesi, artık “file not found” hatası veriyormuş, zira aynı fileyi doldurmak için, şimdi tam yedi katı olan 750 euro gerekiyormuş. Zavallı Fransızlar, onları düşündükçe gözler dolar, yürekler sızlar...

% 7 enflasyonun fiyatları yedi katına çıkarmadığını, zaten 150’nin yedi katının da 750 etmediğini söyleyip hemen itiraz etmeyin lütfen. Hava durumu bültenlerinde duymuşsunuzdur, bir ölçülen sıcaklık vardır, bir de hissedilen... Fiyatlar yedi katına çıktı, vatandaş ayvayı yedi, ama ölçülen enflasyon yüzde yedi! Nasıl mı?

Fransa’da enflasyonu FÜİK (Fransızları Üzmeyen İstatistikler Kurumu) ölçüyormuş. Enflasyon sepetindeki ürünlerin ağırlığını sürekli değiştiriyor, M-AKron iktidarına yakın zincir marketlere haber uçurup, fiyat ölçümü yapacağı günlerde belli ürünlerin fiyatını düşürtüyor ve enflasyonu düşük gösteriyormuş. Fiyatı FÜİK zoruyla düşürülen ürünleri almak için marketlere koşan halk hayal kırıklığına uğruyormuş; çünkü marketler o ürünlerin stoklu olduğunu ve maalesef stokların da hemen tükendiğini söylüyormuş.

“Burası Paris, her türlü çakallığı yaparız” denerek, allem ederek, kallem ederek, tek hane bulunan enflasyon insanları can evinden vurduğu için halk arasında “vuranflasyon” denmiş, sonra da kendisine yerli ve millî bir isim bulunmuş “Franflasyon” olmuş. Franflasyon rakamını muhalefet “bu nasi’l vous plaît?” pankartlarıyla protesto etmiş. (“Si’l vous plaît”, lütfen manasına geliyor, Fransızca kibar bir dil olduğu için protestolar da kibarca yapılıyormuş.)

Karşı çıkan insanlardan bahsederken Cumhurbaşkanı M-AKron “mon şer cephesi” diyor, ekonomi bakanı Noireddin Végétî “lö sev, lö terket” diyerek kapıyı gösteriyormuş. Vatandaşlar da ne yapsın, “o, mon diyö!” başka bir şey demiyormuş.

Fransız yöneticiler, sayılarla oynamayı, işlerine geldiği gibi onları eğip bükmeyi çok seviyormuş. Yeni bir yatırım için harcanan paradan bahsederken, sayıları eski para birimleri olan Frank cinsinden söylerlermiş. İş, borçları saymaya geldiğinde ise euro birimini kullanırlarmış. Milletvekili Yélise “eskiden tuvalete 10 frank veriyorduk, hamdolsun şimdi 2 euro veriyoruz” diyerek eski Fransa ile yeni Fransa karşılaştırması yapıp dururmuş.

Başka ülkelerin çok daha kötü durumda olduğunu iddia ediyorlarmış. Kendileri, sayısal verilerde türlü türlü değişiklikler yaparak halkı aldattıkları için, bütün ülkeleri kendileri gibi bilip, onların da aynı şeyi yaptığını düşünüyorlarmış. Bu düşünceye “Fransformasyon” deniyormuş. Türkiye’de % 36 ölçülen enflasyonla dalga geçiyor ve gerçek enflasyonun % 115’lerde olduğunu anlatıyormuş milletvekilleri. Düşünebiliyor musunuz, 20 yıldır şahlanagelmiş, her günü bir öncekinden çok daha iyi olan, uçmalara doymayan, her daim en kötü günleri geride bıraktığımız ekonomimizi neyle itham ediyorlar?

İç siyasette kendilerine malzeme çıkarabilmek için durmadan dış düşmanlar icat ediyorlarmış. Burunları kanasa, ya da peynir fiyatları yükselse, “başaramayacaksınız, çanları susturamayacaksınız, bize diz çöktüremeyeceksiniz” diyerek Hollanda ineklerine ve yel değirmenlerine savaş açarlarmış. Söz dalaşına girdikleri herhangi bir ülkeye, mahalle kavgasında dahi söylenmeyecek lâfları sıralarlarmış. Eyfel Kulesini duydunuz mu hiç? Aslında onun adı “Eyyyfel Kulesi”. Kulenin başına çıkıp, rüzgâr hangi ülkeye doğru esiyorsa oraya dönerek, “eyyy...” hitabı ile başlayan meşhur tiradlarını icra ederlermiş. 

Bir gün “şerefsiz, katil” dedikleri ülkeye ertesi gün fütursuzca methiyeler düzebilirlermiş. Fransformers bunlar, durmadan şekil ve yön değiştirebilirlermiş. Batıya yürüyen bir robot gibi görünürken, bir bakmışsınız, hoop, körfeze yönlenmiş araba...

Hava atmak için, yatarak tedaviye ihtiyacı olmayan ülke dışındaki covid hastası bir vatandaşını ambulans uçakla ülkeye getiren Fransızlar, aylardır artan gerilime rağmen Ukrayna’daki vatandaşlarını getirmek için kılını kıpırdatmamış. Üstüne, Air France, Ukrayna biletlerini 10 katına çıkarmış, seferleri de iptal etmiş.

Ne diyelim, Fransa’da yaşamadığımız için ne kadar şükretsek azdır...

Link: https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/fransformers_559454

Büyük Boş'un Derdi Büyük Olur...

 


Önce değerlerin içi oyuldu... Günlük siyasetin girdapları içine çekilen, üç beş oy için yem olarak kullanılan manevi değerler artık “değmez” oldu.

Uygulanabilirlikleri zamana, zemine, şartlara ve menfaatlere göre değişen prensipler, haliyle prensip olmaktan çıktı. Düşmanların ismi ve sayısı günlük olarak değişti. Düşman için adalet işlemedi, dostlar için liyakat aranmadı. Kul hakkı ve Allah korkusundan dem vurup, sahabelerin hayatından menkıbeler anlatan bazıları, dava dedikleri bir şeyi bahane ederek rüşvet alıp vermekten, yolsuzluk ve hırsızlık yapmaktan, kamu mallarını gasp etmekten imtina etmedi.

Elektrik veya kütle çekim hesaplarını kolaylaştırmak için, üç boyutlu nesnelerin küresel simetri özelliğini kullanarak bütün yükün yüzeyde toplandığını kabul eden “Gauss Yüzeyi” yaklaşımına benzer şekilde, kurumların içi boşaldı ve kurum deyince akıllarına sadece yüzeysel olan özellikleri geldi. Devasa ve gösterişli binalar inşa edilince, şatafatlı kutlamalar yapılınca kurumsallığın arttığı zannedildi.

Mesela, her ile bir üniversite açıldı ama bazılarında rektör, altı fakülteye birden dekanlık yapmaya mecbur kaldı. Bazı rektörlerin, üniversiteyi aile çiftliği gibi kullandığı haberleri hiç eksik olmuyor. Yeni üniversitelerin yönetim ve öğretiminde kalite problemi çıkınca, kontenjanları da boş kaldı. Eski ve iyi üniversitelere yaklaşamadıkları anlaşıldı, neyse ki, yöneticilerimiz adaletli davranmayı seçip, sistemi oturmuş üniversiteleri bozarak dengeyi sağlamaya çalışıyor. Boğaziçi Üniversitesi’ne malum rektör tayini sonrası gelişen olaylar hala tazeliğini koruyor. İdari yapılanmayı keyfince şekillendirebilmek adına ihtiyaç olmayan yeni fakültelerin ihdası, yeni ve alternatif vakıfların kurulması, üniversite genel sekreterliğine lisans öğrencisinin yerleştirilmesi sanki Boş Boğaziçi oluşturma maksadına matuf çabalar gibi görünüyor.

Üniversite sınavlarında baraj puanlar da kaldırıldı, boş üniversite mefhumunun içi dolduruldu. 19.90’dan başlayan puanlarla, karşınızda “Boş Boğaziçi Üniversitesi” diye bir kampanya görsek şaşırmayız yani... 10 milyona yakın genci fakültelere doldurunca nasıl eğitim verilecek, okulu bitiren öğrencilere nasıl istihdam sağlanacak soruları şimdilik sorulmuyor. Yeter ki, dünyanın en büyük binalarına en çok öğrenciyi yerleştirdiğimiz bilgisi ile hava atalım, gençleri politik tartışmalardan ve iş aramaktan bir süre uzak tutalım...

Şehirlerin dışına, koca koca hastane binaları dikildi. İnşaat ve işletme maliyetlerinin yüksekliği ve ihalelerinin kimlere hangi şartlarla verildiği kamuoyunda tartışılan şehir hastaneleri bunlar. Kampüse girişte restoranlar karşılıyor sizi. Hastane kapısında sağlı sollu kafeler, içerisinde ise oyuncak dükkanları falan... Şehir HastAVM’leri desek daha doğru belki de.

Şiddete maruz kalabilen, maaş ve özlük haklarının yetersizliğinden şikayet eden doktorlar, özel hastanelere ve yurtdışına kaçıyor. Bazı şehirlerde, bazı bölümler için doktor randevusu almak imkansız hale gelmiş. Alarmlarını 15.59’a kuran vatandaşlar, 16.00’da açılacak ve saniyeler içerisinde kapışılacak randevuları gözlüyor. Randevu alacak kadar şanslı olanlar, beş dakika sürecek muayene hakkı kazanıyor. Tahlil ve tetkikler için bazen aylar sonrasına gün veriliyor. Devlet hastanelerindeki doktor sayısı azaldıkça kalan doktorların iş yükü artıyor, bu da kaliteyi ve memnuniyeti düşürüyor. Hasta memnuniyeti azalınca sağlık çalışanlarına şiddet vakaları patlıyor. Doktor memnun değil, hastane çalışanları memnun değil, hasta ise hiç memnun değil ama sorarsanız İngiltere’yi kıskandıran bir sistem var.

Hekim dışı sağlık personelinin hekim olabilmesi için kanuni yolların açılmasını isteyen Anadolu Sağlık-Sen yöneticisi, sanırım “sağlık sisteminin içini daha çok nasıl boşaltabiliriz?” sorusuna cevap vermeye çalıştı. Temennisi gerçekleşirse muhtemelen “her işin boşu sağlık” deriz artık...

İlaç alma kısmı ise daha çetrefilli. SGK bazı ilaçları ödüyor, bazılarını belli bir kısma kadar karşılıyor, bazılarına da hiç karışmıyor. Eczaneye faturasında öyle kalemler var ki, kafadan hesaplayabilmek veya anlamak mümkün değil. Reçeteye yazılmadan alırsanız 10 lira ödeyeceğiniz bir ilacı, reçeteye yazılırsa 25 lira ödeyerek almanız gerekebilir. O kadar çok istisna ve fark ödemesi var ki, insan sağlık sigortasının ne işe yaradığını anlamıyor.

İnsanların hayatına en çok dokunan eğitim ve sağlık konusu yazıyı kapladı, güvenlik ve adalet kurumlarına yer kalmadı.

Son aşamada ekonomi de boşaldı. Zedelenen adaletle güven duygusu kaybedildi, yabancılar kaçtı, rezervler ve kasalar boşaldı. Enflasyon arttı, tencereler boşaldı. Baklavaların kilosu 200 liraların üstüne çıkınca, boş baklava satılır oldu. Boş baklavayı takiben boş tostlar çıktı piyasaya. İnşallah, kaşarlı tostun boşu ile sucuklu tostun boşu aynı fiyata satılır da “tostumsal fiyat eşitliği” sağlanır. Bu gidişle, boşmacun, laf salatası ve boş dürüm-dü(ş)rüm gibi ürünlerin çıkması da yakın...

Bu kadar içi boşalan değer, prensip ve kurumları ve dolayısıyla ekmekleri doldurmak için altı dolu çözümler gerekir. Altı dolu’nun toplandığı yuvarlak masada inşallah bu çözümler geliştirilecektir, Türkiye “boş”tan büyüktür...

Link:  https://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/buyuk-bos-un-derdi-buyuk-olur_559020

Şükr-ist'ler...

 



Şükür, en basit anlamıyla, bütün nimetleri verene karşı yapılan teşekkürdür. Öncelikle her şeyi vereni düşünüp Ona minnettar olmak şükrün bir parçasıdır. Diğer bir parçası dil ile hamd sözlerini zikretmektir. Üçüncü bir tezahürü de ibadet etmek suretiyle şükrünü fiilen göstermektir. İbadetlerin en mühim olanlarından olan namaz, Fatiha Suresi ile başlar ve onun ilk ayeti “El-hamdu lillahi Rabbi’l-Âlemîn”dir.

El-hamd kelimesinin anlamından bahsederken Bediüzzaman, “…en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:

‘Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda ki, Allah denilir’” ifadelerini kullanır.

Bunun anlamı, her nerede ve ne zaman, kimden gelirse gelsin ve kime yapılmış olursa olsun, hamd ve medihlere Allah lâyıktır, o hamd ve medihler Cenab-ı Hakk’a aittir.

Buradan anlıyoruz ki, insanlar bilerek veya bilmeyerek farklı kişi, kurum veya nesnelere hamd etse de o hamdlerin adresi bellidir. Kendisine vâsıl olan nimetler için insanlara veya başka vesilelere teşekkür etmek ile o nimetlerin hakikî sahibini bilip ona şükretmek farklı şeylerdir. Aracılık edenlere gerektiğinde teşekkür edilebilir.

Müslüman, her hâl için Allah’a şükreder. Sadece nimetlere eriştiğinde değil, başına gelen musibetlerde de Allah’a sığınır ve şükreder. Belâ ve musibetin daha büyüğünden kendisini sakındırdığı için şükreder, o musibeti dünyada yaşayıp ahirete müteallik, ödenecek muhtemel bir hesaptan kurtulduğuna şükreder…

Şükür ve tevekkül gibi kavramların, zaman zaman sorumluluktan ve çabalamaktan kaçınmak isteyen tembel ruhlar tarafından yanlış anlaşıldığını veya suistimal edilip kullanıldığını görebiliriz. İmtihan gereği, bir haksızlığa uğrayıp tokat yiyen bir insanın, “Şükrediyorum” diyerek başka bir tokat atmayı aklından geçirmeyen adama öteki yüzünü de çevirip orayı da tokatlamasını istemesinin şükürle bir ilgisi olmasa gerek. Aynı şekilde, haksızca birini tokatlayan kişinin, tokat yiyenden kendisine karşılık vermemesini ve şükretmesini istemesi de şükür pratikleri ile uyumlu olmaz.

Başa gelen felâket ve musibetlerde, mutlak ve küllî irade Allah’a ait olduğundan ona isyan edilmez, şükredilir. Bildiğimiz veya bilmediğimiz pek çok hata ve günahımızın karşılığı olabilir, ahirette çekmektense dünyada aradan çıkaran kişi kârda olur. Günahı/hatası olmayan peygamberler de dünyada sıkıntılı hâller yaşamışlardır. İmtihan dünyasının cilvelerindendir ve ahirette onun karşılığını çok fazlasıyla alacaklarına itimadımız tamdır. Can ve aklımızı her türlü belâ, hastalık ve musibete karşı elimizden geldiği kadar korumak vazifemizdir, tedbirimizi alır ve gelen tehlikeden etkilenmemeye çalışırız. Şekvalarımızı Allah’a iletebiliriz. Musibetin kendisini, bizi zarara sokan kişiyi Allah’a şikâyet edebiliriz.

Son zamanlarda iyi giden işlerde, iyiliğin sebebini kendisinden bilen ve bütün olumlu sonuçları sahiplenen ama kötüye giden işlerde suçu kadere, kısmete yıkan, musibetlerin Allah’tan geldiğine işaret eden kişileri görebiliyoruz. Bazı patronlar, siyasîler, idareciler, işler iyi giderken çalışanlarına “Sizi oraya biz getirdik, biz olmazsak siz de olamazdınız” derken, durumlar kötüleştiğinde insanları şükre davet ediyorlar. Tamam, bu bir musibetse, bu musibetin gelmesinde sizin kötü yönetiminizi ve aldığınız yanlış kararları sorgulamayalım mı? Siz kendi sorumluluklarınızın hesabını verin, biz şükrümüzü Allah’a yine edelim.

Bir işverene düşen, çalışanlarının hakkını ödemektir. “İhtiyacınızdan fazlasını infak etmeniz dinen daha münasiptir, biz de size sadece ölmeyecek kadar ücret ödeyelim” diyemez. İşçinin emeğinin karşılığı neyse onu verir, isteyen işçi onu infak edebilir. Yemeklerin kötü çıktığından şikâyet eden ve yiyemedikleri için aç kaldığını söyleyen öğrencilere, yurt idarecisi “Midenizin tamamını doldurmamak sünnettir, dolu mide sağlığa da zararlıdır” deyip işin içinden çıkamaz. Yurt yönetiminin görevi, düzgün yemek çıkarmaktır. Az veya çok yemek kişilerin kararıdır.

Kendisinden öncekilerin başlattığı sıkı ekonomik politikaların meyve vermeye başladığı zamanlarda yönetimi devralan, ucuz ve bol paranın dünyanın her yerini ihya ettiği küresel ekonomik ılık rüzgârı arkasına alırken, “Biz yaptık” diye övünen, herkesin refah seviyesini yükseltmekle övünen siyasî ve idareciler, rüzgâr hız kesip yer yer durduğu ve ekonomi irtifa kaybettiği anda insanları Allah’a yönlendiriyorlar.

Bolluk zamanında geleceği düşünüp akıllı yatırımlar yapılsa, kaynakların kullanımında israf ve suistimaller olmasa, hakkaniyetli ve adaletli davranılsa hiç darboğazlara girilmeyecekti. Bizim şükrümüz onlara karşı değil ve onlarla alâkalı da değil. Allah’a karşı olan vazifemize karışmayı bırakıp kendi vazifelerini neden yapmadıklarının hesabını verseler ne iyi olurdu!..

Bir de, siyasîlerin dümen suyuna giden meşhurların “Gerekirse soğan yeriz, simit neyimize yetmiyor, biraz aç kalsak ölmeyiz” minvalindeki açıklamaları millet tarafından pek hoş karşılanmıyor, onu söyleyeyim… Çok büyük ihtimalle, hayatının hiçbir döneminde o edebiyatını yaptıkları soğan ve simitle beslenme zorunluluğu yaşamayacak kişilerin bu beyanları, milletle alay etme gibi algılanıyor.

Hamd ve şükre düşkünlüklerinden değil de, insanların hassasiyetlerini kullanarak kendi kusur ve sorumluluklarını üzerinden atmak için insanları şükre davet eden şükür istismarcılarına kısaca “şükr-ist” denir. Evet, Rabbimiz bizden şükür ister ama şükr-ist’lerin istediği gibi değil…

Link: https://www.gencyorumdergisi.com/2022/02/sukr-istler/

Öne Çıkan Yayın

Doktor Nasıl Kalsın?

  İbrahim Özdabak Karikatürü Önceki yazımızda hastaların MHRS üzerinden randevu alma sıkıntılarından bahsettik. Sistemin yapısında probl...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: