Bu Blogda Ara

Arşiv

Dişe Dokunan Açıklamalar

Dişe dokunan açıklamalar

Gün geçmiyor ki, iktidar partisi cenahından (kurmayları, bürokratları, milisleri ve koyu taraftarlarından) birileri cahili olduğumuz bir konuda bizi tenvir etmesin, ezber bozmasın ve büyük resmi göstermesin.

AKP Fatih Gençlik Kolları İlçe Başkan Yardımcısı dünyanın düz olduğunu yazdı ve yuvarlak olduğunu söyleyenlerin mason olduğunu iddia etti. (Gelen tepkiler üzerine, paylaştığı makaleyi kendisinin yazmadığını ve kendisine ilginç geldiği için paylaştığını belirterek söz konusu makaleyi sildi)

2016 yılında 1 trilyon 207.5 milyar euroluk ihracat, 954.6 milyar euroluk da ithalat gerçekleştiren, makine ve kimya endüstrisi deyince akla ilk gelen ülke olan Almanya’nın “hasbelkader” zengin olduğunu öğrendik. Öyle olmasa Almanlar bizi kıskanırlar mıydı, sanmıyorum.
Tamircinin yolunu öğrenen, yaşamış olduğu arızalardan bıkan ve “beni bırak” diyebilen 2012 model makam araçlarının olduğunu duyduk. Yapay zeka ile desteklenen araçların yarıştığı günlerde ülkemizde böyle araçların bulunması bizi oldukça gururlandırdı. Gerçi henüz yerli ve millî arabamız yollara çıkmadı, ama bu gecikmenin sorumlusunun muhalefet partileri olduğunu ve bundan utanmaları gerektiğini bize AKP’li bir milletvekili söyledi sağolsun.

Son ezber bozan kişi olan AKP Sakarya Milletvekili Ali İhsan Yavuz, “Batı ülkelerinin Müslümanları sindirmek için uğraştığını” savunarak, bu amaç için de diş macununu kullandıklarını ileri sürdü. Yavuz’a göre diş macununun içinde bulunan florür, “insanları koyun gibi yapıyor.”
Keşke sayın milletvekili “bir insan florür maddesinden ne kadar alırsa melemeye başlar, hangi yollardan alınınca bu etki en fazla kendisini gösterir?” gibi soruların cevabını da verip daha çok aydınlatsaydı bizi. Neyse ki, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, İskandinav ülkelerinde yıllık diş macunu kullanım oranı kişi başına 400 gram seviyesinde iken, Türkiye’de ise bu rakam 75 gram civarındadır. Şimdilik tehlike çok büyük boyutlarda değil gibi. Diyeceksiniz ki, “İyi de bu macunlar ilgili bakanlık ve kurullardan izin alınarak ithal ediliyor, bu iddia doğru olsa izin verilir miydi ithaline?” Bence kandırılmış olabilirler. Sağlık Bakanlığımız ve bu macunların ülkemize ithalinde dahli olan bütün merciler bugüne kadar bu konuda kandırılmışsa önce Rabbim, sonra milletim onları affetsin, ne diyelim…

Çok fırçalanan dişler ne olur? Tabiî ki parlaklığı artar. Parlaklık kelimesinin İngilizcesi nedir? Shine (Batılı ülkelerin oyunu olduğu için İngilizce karşılığı üzerinden gidiyoruz). Şimdi sıkı durun; İngilizler’in “Koyun Shaun” (Shaun The Sheep) isimli meşhur bir çizgi filmi vardır ki, küçük çocuğu olan ebeveynlerin çoğu bu çizgi filmi bilir, hatta çocuğuyla birlikte izler (en azından ben de oğlumla birlikte severek iziyorum). Shaun (şavn okunur) ve shine (şayn okunur) arasındaki benzerlik sizin de dikkatinizi çekti değil mi?

Diş temizliğinde kullanılan malzemelerden biri de diş ipidir. Bence bu malzeme de koyunlaştırıcı bir etkiye sahip olabilir. Nereden mi anladım? “The sheep”in okunuşundan tabii ki…“dı şiip” diye okunur bu ifade. Diş iplerinden uzak durmakta fayda var o yüzden…
Flor elementinin simgesi F’dir. F harfi de Fransızca “feminin (tr:dişil, müennes)” kelimesinin başharfi olduğundan dişi varlıkları ifade etmek için kullanılır. -Florür içereninden bahsediyorum-Dişi macun ile fırçalamak koyun gibi yapıyorsa, biz de erkek macun ile fırçalayıp koç gibi olalım inşaallah, oyunlarını bozalım.

Kısaca, diş bakımı ve özellikle macun konusunda (k)oyun büyük. Daha büyük kurbanlar peşinde olan Batılılar, yedi düvel birleşerek “düveleştirici/sığırlaştırıcı” özellikte ürünlerle karşımıza çıkabilir. Uyanık olalım, büyük resmi görelim ve tedbirimizi alalım.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/dise-dokunan-aciklamalar_443215

Parlak Beyin Göçü


Beyin göçü
Bugünlerde parlak beyinlerin ülkemizden terk-i diyar etmeleri konusu konuşuluyor.
Vakıa, ülkemiz başta olmak üzere İslâm âlemi bu dertten muzdarip. Bunun pek çok sebebi var. Parlak beyinler münbit bir arazi arayışındalar ve nerede onu bulurlarsa orada filizleniyorlar. Kanaatimce, bilimsel ve ekonomik özgürlüğün üst seviyede yaşandığı, liyakatin belirleyici olduğu ve insana öncelik verilen yerleri tercih edip orada boy veriyorlar.

Bizde üniversite yıllarında başarılı olan kişiler öncelikle ekonomik getirisi çok daha fazla olan piyasada çalışmayı tercih ediyor. İnsanları akademik çalışmalara iten en öncelikli sebep, bedenli askerlik vazifesini olabildiğince erteleyip, bir şekilde “bedelli” çıkmasını beklemek oluyor. Tezsiz yüksek lisans programları patlama yapmış durumda ve üniversiteler bunun ekonomik avantajını kullanma konusunda yarışıyor maalesef. Çalışma hayatına devam ederken arada master ve doktora çalışmasını lâf olsun diye yapan insanlar, bilimsel bir katkı sunabilir mi? Tez konularına bakın meselâ, çoğu daha baştan başarısız olmak üzere kurgulanmış oluyor. Örnek vermek gerekirse, “Her akşam güneşin batması ile burnumuzun kaşınması arasında bir korelasyon var mıdır?” gibi ispatlanmayacağı belli olan önermeleri konu ediniyor ve çalışmanın sonunda ilgi bulunmadığı ortaya konmuş oluyor.

Hayatını akademik ve bilimsel çalışmalara adamak da çok kolay değil. Öncelikle düşük maaş ve çalışma için ödeneklerin çok az olması veya hiç olmaması en önemli faktör. Bugün üniversitelerimizde sadece öğretim üyeliği geliriyle yaşamak zor olduğundan çoğu akademisyen, piyasadaki firmalara danışmanlık hizmeti vermek durumunda kalıyor. Diyelim, parlak beyinli bir gencimiz bunu göze aldı ve ne olursa olsun kendini ilmî çalışmalara vakfetmek istedi. Rektörlerin parti il başkanlarıyla partizanlıkta yarıştığı ortamda “birilerinin adamı” olmadan bunu yapabilir mi?
2008 yılında yapılan bir değişiklikle üniversitelere istedikleri kişiyi nokta atışı tarif ederek seçme imkânı tanınmıştır. Yani üniversite yönetimleri, çok özel niteliklere sahip olunması gereken kadrolarda bu özel nitelikleri ek şart olarak öne sürebiliyor. Böyle “efradını cami ve ağyarını mani” ilânlar ile fikren kendilerine yakın kişileri tarif edebiliyorlar.

Gazete haberlerine konu olmuş iki örnek verelim, ilki Düzce Üniversitesi’nden geliyor; 31.12.2015 tarihinde verdiği ilânda üniversite, tıbbî biyokimya alanında açılacak kadro için kök hücre çalışmaları yapmış olmak ve veteriner hekim olmak şartlarını eklemiş. Konuyu haberleştiren kişiler, Nobel ödüllü Aziz Sancar’ın bu kadroya başvurmasının bile mümkün olmadığına dikkat çektiler. İkincisi Aksaray Üniversitesi’nden. Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı için açtığı “Yardımcı Doçentlik” kadrosu için verdiği ilânda “Fatma Karabıyık Barbarosoğlu üzerine çalışmış olmak” kriterini de eklemiş. Saydıkları kriterlerin toplamına bütün Türkiye’de uyan sadece bir kişinin olduğunu söylemeye gerek var mı?
686 numaralı KHK ile muhalif duruşlarıyla bilinen tam 330 akademisyen görevden uzaklaştırıldı. Öncesinde ve sonrasında kaç kişi daha atıldı, toplam sayı ne oldu bilmiyorum. Henüz atılamamış olanlar da kanlarının oluk oluk akıtılması ve bu kanlarla duş alınacağı fantazisinin tehdidi ile karşı karşıya.

Efendim, yerli ve millî parlak beyinlerimizi elimizle kapı dışarı ederken mülteci olarak bize gelmiş kişilerin değerini bilip kullansak ayıp olurdu. 13 Aralık 2015 tarihli Milliyet Gazetesi haberine göre, Suriye’den iltica etmiş olan ve Türkiye’de geçinme imkânı bulamayan akademisyene ABD sahip çıktı. Kendi ifadesi şöyle: “2 yıldır İstanbul’dayım, şu evin kirasını bile ödeyemiyorum. Hayatım, saygınlığım yok oldu. Doktoram var, ama çalışmama izin verilmiyor. İstanbul’da bir üniversitede benim yazdığım kitap okutuluyor, ama orada ders veremiyorum. Geçinebilmek için tasarımlar yapıp Türklere veriyorum. Onlar da kendi isimleriyle kullanıyorlar. 270 konutluk bir projenin çizimlerini yaptım. Ama bir Türk mimarın kazanacağının yüzde 1’ini bile alamadım. Mide kanseri oldum. Sigortam olmadığı için tedavi göremiyorum. ABD’deki arkadaşlarım basit bir ameliyatla kurtulabileceğimi söyleyince iltica başvurusunda bulundum ve kabul edildim.”

Bu şartlar altında hâlâ “parlak beyin göçü neden oluyor?” diye hayıflanmak timsah gözyaşı dökmek anlamına gelmiyor mu?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/parlak-beyin-gocu_442754

Üç Boyutlu Helva

Üç Boyutlu Helva
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği günlerdeyiz.
Zamanın ruhunu yakalamak isteyen devlet ve kuruluşlar da bu ilerlemeye ve değişime ayak uydurmak durumundalar, yoksa yakalamış olanlar için potansiyel bir “pazar” ve eski teknolojiler için bir “mezar” olmaktan öteye geçemezler. Zamanın ruhunu yakalamak sadece ekipman olarak son teknoloji ürünlerini edinmekle olmaz; trendleri anlamak, uygun donanımla dünya ölçeğinde sistemler tasarlamak, iş akışlarını ve süreçleri modernize etmek ve en önemlisi bu süreçleri yürüten personele gerekli eğitimleri vermekle olur.

Bilgisayarlarda delikli kartların kullanıldığı 1970’li yıllarda IBM Türk Genel Müdürlüğü yapmış Miray Tekelioğlu başından geçen ilginç bir olayı şöyle anlatıyor: “Ankara’daki bir müşteri için IBM/360’ın yeni versiyonu geldi. Her kart destesinde iki bin kart olurdu. Zor belâ, kart destelerini gümrükten çektik. Sisteme yükledik, ama sistem çalışmadı. Araştırmamızdan bir şey bulamayınca yeni versiyonu yurt dışından yeniden talep ettik. İkinci kart destesiyle de sistemi ayağa kaldıramayınca delikli kartları tek tek incelemeye başladık. Sonunda ilk desteden üç, ikinci desteden dört kartın eksik olduğunu tesbit ettik. Bu kartları yeniden delip hazırlayınca sistem çalıştı. Ama biz altı ay gecikme yaşamıştık.

Birkaç ay sonra gerçeği öğrendik. Gümrük memuru hayatında ilk kez gördüğü kart destelerinin gümrük çıkış işlemlerini hazırlarken ileride kendisi için sıkıntı çıkmasın diye ilk desteden üç, ikinci desteden dört kartı gümrük pozisyon formuna iliştirmek için almıştı.”

Sene 1992 olduğunda, bu kez Netaş firması Türkiye’nin ilk yazılım ihracatını gerçekleştirmiştir. 2 milyon dolar tutarındaki yazılım uydu sistemleri üzerinden gönderildiği için vergi memurları ortada gönderilmiş fizikî bir mal bulamamış ve firmanın hayali ihracat yapmış olabileceğini düşünmüştür. Mevzuat gereğini yerine getirmek için yazılım, makaralı bantlara yüklenmiş ve gümrüğe gönderilmiştir. Ancak gümrük memuru zarf içindeki iki makarada 2 milyon dolarlık bir mal bulunduğuna ikna olmaz. Mahkeme, bilirkişi derken epey uğraşıldıktan sonra tekrar gümrüğe gelirler. Beyannameye malın miktarı, birimi ve fiyatı bilgilerinin girilmesi gerekmektedir. Makaraların uzunluğu baz alınarak “ 2 bin metre yazılım” satıldığı kayıtlara geçer.

Bilgi, para ve güç gibi birbirine dönüşebilen şeyler, dijital bir veri halinde ve artık ışık hızına yakın seviyelerde iletilebiliyor. Hurda metalleri tartmak için kullanılan kantarlar, altın ve mücevher ölçümünde kullanılamadığı gibi, eski kaydetme usûlleri ile hassas bilgileri taşıyıp işleyemezsiniz. Yüksek teknoloji kullanıp, ileri seviyede araştırma geliştirme faaliyeti yürütmek isteyen kişilerin/firmaların karşısına çıkaracağınız prosedürler de o işlerin ruhuna, hızına ve işleyişine uygun olmalı. Meselâ Uzakdoğu’ya giden gemilerin yakıt ve yedek parça almak için çokça durduğu Singapur’da, şirket açmak için gerekli prosedürleri o kadar azaltmışlar ki 24 saat içerisinde kuruluşunu gerçekleştirebiliyorsunuz. Elektronik ortamda yürütülen işlemler inanılmaz hız kazandırıyor. 710 km2 alanı olan ülkede, kişi başı millî gelir 56 bin dolar seviyelerinde. Devlet Başkanı Tony Tan Keng Yam, bu süreyi 6 saate indirme hedeflerinin olduğunu ve bu gerçekleşirse ekonomik büyüklüklerini ikiye katlayabileceklerini söylemiş. Bu bilgiyi gemi kaptanı olan bir arkadaşım aktardı, iş vesilesiyle Singapur’da bulunduğu sırada devlet başkanının TV’de yaptığı açıklamayı izlerken görmüş.

Endüstri 4.0 da denilen teknolojik devrimin önemli bir parçası olan 3 boyutlu yazıcılar ve onlarla ilgili üretimlerin katma değerinin ve iktisadi getirilerinin anlaşılması için illa birinin çıkıp “en az 3 boyut istiyorum” demesini mi bekleyeceğiz? Pek çok alanda hayati katkıları olan bu yazıcılar özellikle endüstriyel tasarım konusunda çok şeyi değiştirecek gibi çünkü 21. yüzyıl insanı teknoloji “putunu” kendi üç boyutlu yazıcısından “output” alarak üretme peşinde… Bunu bir de helvadan yaparsa çok daha kullanışlı olur, acıktığında da onu yer meselâ…

Elimizi çabuk tutmazsak, biz de teknoloji mezarlığına dönüşecek ülkemizde ölen fırsatların ardından dağıtırız 3 boyutlu helvayı.. Ne de olsa 3 boyutlu helva için gerekli üç element var bizde; un var, yağ var, şeker var!
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/uc-boyutlu-helva_441340

Meta ve Metal Yorgunluğu


Bir tanıdığımın son zamanlarda içinde bulunduğu bazı hallerden bahsetmek istiyorum bugün. “Nereden çıktı şimdi bu?” demeyin, ben anlatayım da bir bakarsınız sonunda sizin de tanıdığınız biri çıkar bu kişi. Efendim, aile efradının kendisi hakkında anlattıkları ve benim dışarıdan görebildiğim kadarıyla durumu şu şekilde:

Öncelikle, bu kardeşimizin beden kimyasında -özellikle son dönemlerinde- ciddî değişiklikler olmuş. Hormonal yapısındaki değişimler davranışlarını da garipleştirmiş durumda. Alınganlık, korku ve heyecan gibi duygularında yoğunluk artışı görülmeye başlandı. Maamafih, çok çabuk ve sebepsizce değişebiliyor duyguları. Bir bakıyorsunuz, kahkahalar atarak gülerken aniden ciddîleşebiliyor, hatta ağlayabiliyor bazen. Küçük bir böcek görünce korkup kaçtığı da vaki, mahalle kabadayılarına sokakta kafa tutması da… (Bu arada, olur olmaz herkese sataşmalara başlaması korkutucu bir hal almaya başladı!)

Çevresinde sürekli bir huzursuzluk ve çatışma ortamı oluşturuyor. Ebeveynlerinin otoritesini hiç kabul etmiyor. Hatta onları neredeyse tanımıyor bile. Babasının aldığı gömleği giymekten utanıyor olmalı ki, gömleğini çıkarıp attıktan sonra bir daha onu giymeyeceğini söylemiş. İyice evden kopmuş durumda. Arada sırada uğruyor, ama orada kalmıyor.

Arkadaşları ile olan ilişkileri de dengeli ve istikrarlı değil. Kendisinin dost ve düşman listesindeki kişiler sürekli yer değiştiriyor. Yakın zamanlara kadar can ciğer kuzu sarması olduğu, birbirlerine “ölümüne kankayız!” dedikleri bir arkadaşı vardı meselâ, o kadar yakındılar ki arkadaşına yapılan herhangi bir yanlışı kendine yapılmış kabul ederdi ve arkadaşı için canını vermeye hazır gibiydi. Nasıl olduysa, bir anda araları bozuldu ve şu anda birbirlerine düşman oldular. Aslında, arkadaş grubundan dışlanmaktan çok korkuyor ve herkesin yanına gelip masasına oturmasını ve kendisine saygı göstermesini istiyor.

Bunun yanında fizikî olarak da değişti. Aniden boy atıp irileşti. Tabiî, bünyesinin alışık olmadığı büyüklüğe bir anda erişince vücudunu kontrol etmekte zorlanmalar yaşamaya başladı. Bunun neticesinde sakarlıkları arttı, elini attığı şeyi ya deviriyor veya tutamayarak yere düşürüyor. Kırdığı bardağın, çanak çömleğin haddi hesabı yok, maalesef. (Meselâ, en son devirdiği büyük bir masanın üzerinde tam 92 parçalık kristal bir yemek seti vardı) Sesi çatallaştı, bir ara kısılır gibi oldu hatta… Giyim kuşama düşkünlüğü had safhaya ulaştı. En şaşaalı ve pahalı giysileri almaya ve giymeye başladı.

Tahmin edebildiğiniz gibi, bu kardeşimiz hayatının ergenlik dönemini yaşıyor ve geçtiğimiz Pazartesi günü 16. yaşını kutladı. Akıldan çok hissiyatın ön plana çıktığı bir dönem geçiriyor. Hisler ise akıbeti görme konusunda kördür. Kendisine verilecek bir dirhem hazır lezzeti, ileride alacağı tonlarcasına tercih edebilir. Şimdi yiyeceği bir tokattan çekindiği için kaçıp karşılığında, ileride bir kamyon sopa yemeyi taahhüt ettiği bir anlaşmaya imza atabilir. Duygusallığı şiire merak salmasına sebep oldu. Hayal kurmayı çok seviyor. Çevresindekilere de durmadan hayallerini anlatıp, vaatlerde bulunuyor. Mental aktivitelerde fazla bulunmadığı için şimdilik mental bir yorgunluğu olduğu söylenemez.

Düzenli bir gelire sahip olmadığı için sürekli borç alıyor ve biriken borçlarını vadelere yayarak ertelemeye veya başka yerden aldığı borçlarla ödemeye çalışıyor. Arada sırada eline geçen parayı da ileride şahsî gelişimine katkıda bulunmayacak, malayani eşya ve zevklere harcıyor. “İtibardan tasarruf olmaz” düsturuyla hareket edip lüks bir hayat sürme peşinde. Sahip olduğu dünya metaının çokluğu ve onunla fazla iştigal sonucunda “meta yorgunluğu” yaşıyor tabiî…

Metal müziğe merak saldı son dönemlerde bir de… Bu müzik etkisiyle olacak, durmadan kafasını öne-arkaya sallamaya başladı. Sürekli tekrar ettiği bu “sallabaş hareketi”, haliyle “metal yorgunu” yaptı kendisini.

Bu kadar yorgunluğu bir noktadan sonra bünye kaldırmaz. Kenara çekilip dinlenmesi lâzım.   Ne diyelim, şimdilik kendisiyle birlikte yaşamak durumunda olanlara Allah sabırlar versin…

Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/meta-ve-metal-yorgunlugu_440836

Tehlikeli Şiir ve Şarkılar

Tehlikeli şiir ve şarkılar
Gaziantep’te tutuklu bulunan Gamze B. ismindeki kadına avukatının verdiği kâğıtta yer alan ve kocası tarafından yazılmış olduğu tahmin edilen akrostişli şiirin Organize Suçlar Birimi’ni harekete geçirdiği haberi 6 Ağustos 2017 tarihinde Hürriyet’te İsmail Saymaz imzasıyla yer aldı.
Şifreli mesaj ihtiva ediyor olabileceği düşünülen şiir şöyle: Gönlümü / Almaksa / Muradın / Zaten / Ellerinde (kelimelerin başharfleri yanyana getirildiğinde “GAMZE” kelimesi çıkıyor)

Şayet kocası tutuklu olsa ve adı Murat olsa, belki bir derece anlamlı olabilirdi. Lâkin adamın adı Lâtif ve tutuklu değil. Allah’tan “Gamzedeyim, deva bulmam” şarkısının sözlerini yazmamış. Allah muhafaza, o şarkının çalınması yurt çapında yasaklanabilir ve 1913’te vefat eden söz yazarı Tatyos Efendi hakkında da soruşturma açılabilirdi, zira şöyle sözler de var içinde “Elem beni terk etmiyor / Hiç de fasıla vermiyor / Nihayetsiz bu takibe / Doğrusu takat yetmiyor.”

Şarkılarda geçen ve bugünkü konjonktürde sakıncalı olabilecek o kadar husus var ki… Bence bunu araştırmak için bir birim kurulsa yeridir. En belirgin örneklerden birini ben vereyim; rahmetli Müslüm Gürses’in “Gülen çehreleri, sahte dostları / Aldana aldana öğrendim artık” sözlerini barındıran şarkısı… Neredeyse 20 yıl önce yazılmış, ama sözlerinin tamamını bugüne göre okuyun derim. Keza, Ebru Gündeş’in seslendirdiği “Sen Allah’ın bir lütfusun” şarkısında darbeye dâvet mi var?

BYLOCK MU, BYLOCK NE ARAR PAZARDA?

Geçtiğimiz hafta pazarcı bir teyzenin gözaltına alındığı haberi vardı. Resimlerini ilk gördüğümde aklıma “HERO” yazılı tişört satıyor olabileceği geldi. Öyle ya, üzerinde “I’am not hero” (ben kahraman değilim) yazılı bile olsa bir tişört bugün gözaltı sebebi olabilir. Vaktiyle sıkıyönetim zamanlarının birinde, evinde komünizmle ilgili kitaplar bulunan biri gözaltına alınıp yaka paça götürülürken bir yanlışlık olduğunu ve kendisinin bir devlet görevlisi olup anti komünist çalışmalar yaptığını söylemesi üzerine, gözaltına alanlar “antin-kuntin, komünist çalışmalar yaptığını sen söylüyorsun” dedikleri rivayet edilir. Haberin detaylarında telefonunda “bylock” bulunduğu yazıyordu. Bylock muydu, bylock ne arardı pazarda? Hanımların dikkatine hitap eden, makinası insanların ayaklarına gelen, halı, kilim yolluk ve o neviden türlü şeylerin kenarına yapılan overlok ile karıştırılmış olmasındı? Sonra tebeyyün etti ki, teyzenin adına kayıtlı olan bir telefonu gelini kullanıyormuş. Gözaltı kararı o hatla ilgiliymiş ve teyze bırakılmış.

MEYVE SUYU (!) TESİSİ AÇILIŞI

Geçtiğimiz Cumartesi günü, Reis-i Cumhur’un katıldığı bir törenle Isparta’da (adını şimdi burada söylemek istemediğim) gazlı bir içecek üreten fabrikanın açılışı yapıldı. Devletin resmî haber ajansı açılışı yapılan şeyin “bir meyve suyu tesisi” olduğunu bildirdi. Formülü yıllardır büyük bir ihtimamla saklanan kola, bir meyveden elde ediliyorsa, bu meyve hangi ağaçta yetişiyor acaba? “Gargat” ağacı mı yoksa? Muhtarlar toplantılarına Muhtar Kent de katılıyor muydu? Katılıyorsa bu bilgiyi orada mı verdi? Görüyorsunuz, soru soruyu çekiyor. Daha önce kolanın her bir kutusunun, Filistin’e sıkılmış bi kurşun olduğunu söyleyen ümmet şimdi ne yapacak? Artık serbestçe ve rahatlıkla kola içebileceğini düşünenlere temkinli olmalarını tavsiye ediyorum. Özellikle adı “Zero” olan kola türünü içmek isteyenler Resmî Gazete’de ilgili kararın açıklanmasını beklerlerse daha iyi olur.

Son uyarım da teknoloji tutkunlarına: Biliyorsunuz son zamanlarda giyilebilir teknoloji ürünleri çıkmaya başladı. Aman diyeyim, giyilebilir bir teknoloji ürünü alırken üzerinde “hero” ve benzeri şeyler yazmadığına dikkat edin. Önceki dönemlerde aldığınız ve üzerinde böyle sakıncalı şeyler yazan ürünler varsa “herokiri” yapmamak adına şimdilik kullanmayın.
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/tehlikeli-siir-ve-sarkilar_440394

Madam, I'moji


Tarihi başlattığı kabul edilen yazının ilk formunun, mağara duvarlarına “çizilen” yazılar olduğu söylenir. Etkileşim içerisinde olunan çevre dar, ihtiyaçlar da sınırlı sayıda olup (beslenme, düşmanlardan korunma, barınma ve kişisel temizlik gibi) bugüne nazaran çok daha kısıtlı bir çerçeveye oturduğu için, o zamanlarda yaşayan insanların duygu ve düşüncelerinin, bugünküne oranla muhtemelen daha sade olduğunu söyleyebiliriz. Sade düşünceleri ifade etmek için de sade figürler yeterli geliyordu herhalde.


Bir insanın hayat dönemlerine benzer gelişmeler kaydeden insanlık, zamanla çizgileri aşıp seslerin simgelerini standartlaştırdı ve alfabeleri oluşturdu, yazı yazmaya başladı. Yazdıkça kendini geliştirdi ve kendini geliştirdikçe yazdı. Kâğıt üstüne yazılmayan bilgileri su üzerine yazılmış gibi kabul etti. Neticede “hafıza-i beşer nisyanla malül” idi ve bütün önemli kayıtlar yazılı hâlde saklanmaya başladı. Söz uçar, ama yazı kalırdı.

İnsanlığa gönderilen İlahî hitaplar, kitaplar şeklinde geldi. Her peygamberin bir mucizesi vardır, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in (as) bir mucizesi de kendisine isimlerin öğretilmiş olmasıydı. Meleklere karşı üstünlüğün göstergesi olarak Allah (cc), Hz. Âdem’e (as) eşyanın isimlerini saymasını buyurdu. “İsimlerin öğretilmesi” ve “Eşyanın isimlerini saymak” olarak ifade edilen bu mu’cizenin anlamını müfessirler şöyle açıklamaktadır:
  1. Canlı-cansız bütün varlıkların isimlerinin öğretilmesi.
  2. Konuşma dilleri ve kavramların öğretilmesi.
  3. Esma-i İlahiye’nin öğretilmesi.
Bediüzzaman da bu konuda, “şahs-ı Âdem’e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîàdem’e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder” (25. Söz) cümlesiyle aslında bütün ilim ve fenlerin öğrenimini kapsadığını ifade eder. Nesnelere tek tek isim vermek, ardından nesnelerin etkileşimini isimlendirmek, nesneler ve etkileşimlerden meydana gelen aksiyonlara isim vermek, aksiyonların başka aksiyon ve nesnelerle etkileşimini gözlemleyip yeni isimler vermek… Sonuçta, verilen her bir isim bir bilgidir ve bilgilerin toplamı bilim dediğimiz şeyi meydana getirir.

Bana göre, Hz Âdem’in (as) eşyanın isimlerini sayma mu’cizesinin çağımızda müşahede ettiğimiz en belirgin örneklerinden biri, bilgisayar bilimidir. Elektronik devreler üzerinde taşınan elektrik sinyallerinin varlığını “1” ve yokluğunu “0” olarak isimlendirmek, sinyaller dizisini sayısal bir veri olarak taşımak, bu verilerden işlemci komutları tanımlamak, komutlar dizisinden yordamlar oluşturmak, insanlar için anlamsız harf ve rakamlardan oluşan sevimsiz makine kodlarının oluşturduğu yordamları insan diline yaklaştırmak için derleyiciler vasıtasıyla bunları anlamlı kelimelerden oluşan komutlar hâline getirmek ve bu saydıklarımızın milyonlarcasını yapıp belirli bir düzen içerisinde saklamak ve istendiğinde çağırmak, bilgisayarın temelini oluşturur. Programlama dersine ilk başlayanların C programlama dilinde yazıp çalıştırdıkları printf (“Hello World!”) (ekrana “merhaba dünya!” yazmaya yarayan kod parçası) komutunun arkasında kaç tane sanal tanımlama ve isimlendirme çıktı!

Kelimeleri, isimleri ve bilgileri saya saya, oldukça üst seviyeye taşıdığımız teknolojiler gelişti, ancak zamanla iletişim biçimlerimiz de değişmeye başladı. Sokaklardan televizyonlara, kafamızı çevirdiğimiz her yerde görsel uyarıcılar bombardımanına tutuluyoruz. Eskiden sözler senet kabul edilirken, artık “caps, or didn’t happen” diyen bir nesil oluştu. Yazı okumak, hele de biraz uzunsa, çok sıkıcı geliyor genç insanlara. Okumayı terk edenler, yazmanın kıyısından bile geçmiyor.  Sezen Aksu’nun “eyvah, şiirler azalmış, günümüz perişan, yanıyor içimizdeki koskoca orman” dizelerini hatırlatırcasına kelimeler tükeniyor yavaş yavaş. Duygular, düşünceler ve kısaca isimler tükeniyor, kaybolan kelimelerle birlikte. İsimler ki, âdemoğlunu diğer canlılardan üstün kılandır. İptidaî zamanların mağara resimlerini andırmıyor mu, standart çizimlerden oluşan şekillerle haberleşme biçimi? Metin arasına bir-iki tane emoji sıkıştırmak neyse de, bütün mesajlaşmalarını resim yollayarak yapan insanlar var ve bu trend gün geçtikçe artıyor. Ecnebiler, Âdem babamızın Havva annemizle ilk karşılaşma anında kendini, tersten okunuşu da aynı olan “Madam, I’m Adam” ifadesiyle takdim ettiğine inanıyor. Günümüz âdemoğulları için güncelleme yapılacak olursa “Madam, I’moji”  denecek herhâlde.
Ne demişler, “üslub-u beyan, aynıyle insan…”
Link: http://www.gencyorum.com.tr/madam-imoji/

GDO Karıştırmışlar Yeme!

2 Ağustos 2017 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan bir kararla, genetiği değiştirilmiş üç soya ile bir mısır çeşidi ve bunlardan elde edilecek ürünlerin hayvan yemlerinde kullanılmasına izin verildi.
“Gene ti’ye alınacak bir konu” demeyin, Yeni Asya Gazetesi’nin manşetten verdiği habere göre; Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği’nin (BESD-BİR) başvurusunu değerlendiren Biyogüvenlik Kurulu, Bilimsel Risk Değerlendirme Komitesi ve Sosyoekonomik Değerlendirme Komitesi’nce hazırlanan raporları değerlendirerek bu kararı almış. İzinler yemle sınırlı olsa bile, ülkemizde bu sınırlara ne kadar uyulacağı ve bunun denetiminin ne kadar ciddî yapılacağı ile ilgili şüpheler maalesef yok değil vatandaşın kafasında. 2013 yılında Mersin Gümrüğü’nde GDO ihtiva eden pirinç skandalı yaşanmıştı. Rüşvet karşılığı sahte belge düzenlenerek ithal edilmeye çalışılan 23 bin tonluk pirinçlerin akıbeti ne oldu meselâ? İç piyasaya mı sürüldü, yoksa “ziyan olmasın” denilerek fakir fukaraya mı dağıtıldı, bilmiyoruz. 17 Mart 2017 tarihli Burak Coşan imzasıyla Hürriyet’te yayınlanan bir haberde de Adana’da bir fırında, ekmek üretiminde kullanılan bir katkı maddesinde GDO bulunduğu bilgisi vardı. Haberde ayrıca, katkı maddesini üreten firmanın Adana’da bulunan fırınların yüzde seksenine aynı maddeyi sattıkları yer alıyordu.

İzinsiz bir şekilde, gıda maddelerine genetiği değiştirilmiş bitki karıştıranların alfabetik sırayı gözettiklerini ve henüz “Adana” sırasında olduklarını zannetmek yanlış olur. Her an, her yerde karşımıza GDO katkılı gıda maddesi çıkabilir. Peki, GDO zararlı mı ki, gıdalarımızı korumaya çalışıyoruz böyle? Bu konuda kafalar karışık; çok ciddî sağlık problemlerine yol açacağını söyleyenler de var, henüz ispatlanmış bir zararının olmadığını savunanlar da. Fareler üzerinde yapılan deneylerde karaciğer ve böbrek zehirlenmelerine yol açtığı söyleniyor. Aksini iddia edenler de, hormonsuz üretim yapıldığını söylüyor. Neticede kâr maksimizasyonu gözetilerek yapılan ve organizmaların tabiatının değiştirilmesine dayanan bu yöntemin mutlak zararsız olduğu söylenemez her halde.

Kaynakları ve üretim potansiyeli yüksek ülkemiz gibi yerlerde, sentetik müdahalelerle tarımsal üretime ihtiyaç olması esef vericidir. Bakanlar kurulu, aldığı kararlarla 975 bin canlı hayvan, 75 bin ton kırmızı et ve 750 bin ton buğday, 700 bin ton arpa, 700 bin ton mısır  ithalatının önünü açmak için gümrük vergisini sıfırladı. Stokçuları te’dip amaçlı ve fiyatları aşağı çekmek için alındığı söylenen bu kararların küçük üreticileri bitme noktasına getireceği aşikâr. “Kurbanlık fiyatlarını rahatlatmak için kolumuzu değil, vücudumuzu, canımızı ortaya koyacağız” gibi iddialı ve üzerinde hunharca espri yapılabilecek (bu arada böyle bir espri yapmayı uygun bulmuyorum) bir söz söyleyen çiçeği burnunda yeni Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanımız’ın konuya daha yapısal ve köklü bir çözüm bulmasını ümit ediyorum.

Fıtrî seyrini değiştirdiğimiz her şeyden gördüğümüz zararlar nedense aklımızı başımıza hâlâ getirebilmiş değil. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda bardağın “dolu” tarafını görmek isteyenler, “cennet” İstanbul’un bir eksiği olan altlarından ırmaklar akan metroları temaşa etti meselâ… Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen karasal iklimi andıran dondurucu kışlar, bunaltıcı sıcaklıkta yazlar, seller, çatı uçuran ve ağaçlar deviren fırtınalar, cam kıran ve araba kaportalarını yamultan ceviz büyüklüğünde tanelere sahip dolular, yetersiz ve iyi planlanmamış altyapı sistemleri kadar, yerini beton grisine terk eden yeşil alanlar, imara açılmış dere yatakları ve kısaca rant uğruna tahrip edilmiş tabiatın sonucudur. Bu musîbetlerin başımıza gelmesinin maddî manevî sebepleri üzerinde düşünmenin zamanı gelmedi mi?
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/gdo-karistirmislar-yeme_439904

Alman o malı!

 
Küçüklüğümde, yeni bir ayakkabı veya giysi alma zamanı bayramlardı.
 
Vatandaşın alım gücü ve üretimin miktarı kısıtlı olunca her bayram da almak mümkün olmayabiliyordu. Bu zamanlar dışında eski ayakkabısı veya elbisesinden bıkan ve değişmesini isteyen çocuklar, yenisine duyulan ihtiyacı anlatmak için eskisinin yırtık-söküklerini gerekirse el yordamıyla artırarak gözler önüne sererdi. Bazen, bir bayram zamanında eskisi “iş görür” durumda olsa bile, bayram münasebetiyle sevindirilmek istenen çocuklara jest olsun diye yeni bir şey alındığı olurdu. Bayramdan sonra artık eskisini giymek istemeyen çocuklar yine eskisini türlü hallere sokarak bayram sonrası artık yenilerle devam etmek için haklılık avantajı elde etmeye çalışırdı. Hodgam, hodendiş ve hodbin davranışlar (bugün “egosantrik” ifadesiyle tanımlanan, bütün dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden, sadece kendini düşünen, empati yapmayan insan davranışı) sergileyen çocuklar ebeveynlerinin bu isteklerini karşılamak için nasıl masraf ve zahmetlere dûçar olacağını düşünmezdi bile…

Ne zaman bir kamu aracı yenilenecek olsa, hemen öncesinde eskisinin hantallığını veya arızalarını vurgulayan haberler öncül olarak servis edilir. Son zamanlarda da Meclis Başkanlığı makamı için kullanılan resmi aracının yenilenmesi ilgili haberler gündeme düştü. Haberlerin ilginç olan kısmı da yeni alınan aracın fiyatı: tam beş milyon TL olduğu söyleniyor. Meclis başkanı İsmail Kahraman’ın konuyla ilgili açıklaması şu şekilde:

“2012 tarihli Mercedes makam aracımız iyice ‘beni bırak’ dedi. Tamircinin adresini almış hep orada git gel, git gel. Yeni araba lazım, yenilenmesi lazım. Tabii bir işlem. Makam aracı olacak ve TBMM’nin, Türkiye’ye dış devletlerden gelen başkanlara, başbakanlara, heyetlere bir vitrini. Şöyle bir yanlışlık var: Fiyatı çok yüksek gösteriliyor. Vergi ve gümrüğü olmayan bir vasıta, Başbakanlık kanalıyla geldiği için. Meclis Başkanlığı almadı, Başbakanlık tahsis etti.
‘Bir gündem meydana getireyim’in uzantısı. Milletvekillerinin, böyle bazı şahsiyet fukarası eksiği olan insanlara itibar ederek beyanlarda bulunması yanlış. Kim sufle etmişse, suflör kimse çok ayıp etmiş. Tamamen hilaf-ı hakikat. Bir arabanın içerisinde ambülans tertibatı olmaz ki. ‘Efendim içi ambülanslıydı da çok özel bir şey de.’ Hiç alakası yok. Çok tabii ve normal bir hadisedir. Fiyatı dörde katlamışlar. Zaten gümrük ve ÖTV olmadığı için, üretim fiyatı neyse o fiyat üzerinden alınıyor.”

Yapılan açıklamaya bakar ve matematik bilen birinden yardım istersek, aracın fabrikadan çıkış maliyetinin bir milyon iki yüz elli bin lira olduğunu söyleyebiliriz. Aynı arabayı vatandaş Rıza almak istediğinde vergisiydi, gümrüğüydü derken fiyatı beş milyonu buluyor demek ki. Vatandaşa maliyeti satış fiyatının 3 katı fazlasına çıkarabilen vergi ve gümrük sistemi ile ne kadar gönensek azdır.
2012 model olan eski araba, tamircinin adresini öğrenebildiğine göre yapay zekâ ile donatılmış olmalı. Kendi kendine tamirciye gidebiliyor ve “beni bırakın” diyebiliyor üstelik! Yol öğrenebilme, otonom hareket edebilme ve yaşadıklarından öğrendiği şeyleri değerlendirip konuşabilme özelliği varsa gerçekten, Google ve Tesla gibi dünya devleri bu konulardaki çalışmalarını bitirip dükkânı kapatsın, hemen bu aracı piyasaya sürelim.7

“Komplo teorisi” deyip bir kenara atmayacaksanız bir şey daha geldi aklıma. Şimdi bu sık sık bozulduğu söylenen araba Alman malı. Malum, Almanlar bizi kıskanıyor. Bu aracı bize bilerek vermiş olamazlar mı? Keza, egzozuna –afedersiniz- tişört tıkamak suretiyle durdurulan tanklar da Alman malıydı. Sayın Meclis Başkanımız’ın aracının egzozuna da birisi tişört tıkamış olabilir mi? Öyle bir durum varsa tişörtlerin üstünde ne yazdığına ayrıca dikkat etmek gerekiyor. Meclis Başkanı Kahraman’ın adının ingilizcesi olan kelime yazılıysa, kumpasın büyüklüğünü varın siz hesaplayın! Yenisi de aynı özelliklerde olacaksa lütfen “Alman o malı!”
Link: http://www.yeniasya.com.tr/adnan-nacir/alman-o-mali_439462

Öne Çıkan Yayın

Olmayana Vergi

Sefer Selvi Karikatürü Matematikte kullanılan pek çok ispat metotlarından biri, Osmanlıca’da “abese irca” ismiyle bilinen “olmayana ergi” me...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İlgili Diğer Yazılar: